1987: When the Day Comes

Türkiye Aydını Neden Ahlaksızdır?

Ago Paşa ve Vesayetlerin Papağanları

Osman Tırak
Published in
8 min readJan 11, 2023

--

“Bir zamanlar bir kuşçu dükkanında talim ve terbiye gördüm. Karşımızdaki bahçenin adına Millet Bahçesi derlerdi. Bunu gelip geçenlerden işite işite ezberledim. İkide bir: “Millet bahçesine gidelim!..” diye lüzumlu lüzumsuz haykırırdım. Bilmem ne oldu ki, bir gün dükkana iki polis girdi; beni göstererek sahibime hiddetli şiddetli emirler verdiler. Zavallı dükkancı:

– Kuştur, aklı ermez, ne söylense onu tekrar eder! diye itirazlar etti ve onlar gider gitmez yanıma koştu; -Allah belanı versin! diye haykırdı. Beni süründürecek misin? Bir daha millet kelimesini ağzına alırsan dilini koparırım anladın mı? Orasının adı bundan sonra Belediye bahçesi, söyle bakayım, tekrar et!..

Beni bir konağa verdiler. Yeni bir derse başlamıştık: ‘Yaşasın hürriyet!..’ Bu ne demekti?.. Kuş kafamla bunu idrak edemezdim. Fakat bakıyorum konakta da kimsenin henüz anladığı yoktu. Neyse benim vazifem bilir-bilmez, anlar-anlamaz herkes gibi ‘Yaşasın hürriyet!’ diye bağırmaktan ibaretti. Haftasını geçmemişti; konağın balkonundan caddeden geçen halka her zaman olduğu gibi: ‘Yaşasın hürriyet!’ diye haykırıyor, birçok takdirlere nail oluyordum.

… Genel merkezden beni bir nüfuzlu zatın evine gönderdiler. Balkonda asılı bir kafesteydim. Devamlı ‘Yaşasın hürriyet! Yaşasın cemiyet, Yaşasın Niyazi, Yaşasın Enver’ diye haykırıyor, başıma yüzlerce adam topluyordum. Yine sahibimin keyfi yerinde idi:

‘Verin Ago Paşa’ya şamfıstığı!..’ diyor, beni takdirlere gark ediyorlardı. Bu minval üzere yedi ay geçti-geçmedi; bir sabah, ben balkonda latif bir Mart güneşine karşı: ‘Yaşasın ittihat ve Terakki!..’ Diye gırtlağımı yırtarcasına haykırırken odaya efendim pür-telaş girdi:

– Susturun şu kuşu, şu mel’un kuş beni öldürtecek, evimi yağma ettirecek! diye bağırdı. Hemen koştular kafesimi balkondan aldılar, en alt kata indirdiler, üzerime de demir kapıyı kapadılar.

Zifiri bir karanlık. Acaba ne olmuştu, ne yapmıştım; suçum günahım neydi, bilmiyordum. Sonra anladım ki, ‘Yaşasın hürriyet’ modası geçmişti.”

Ago Paşa — Refik Halit Karay (kaynak)

Aydın ve Entelektüel Ayrımı Nedir?

Etimolojik ve sosyolojik tanımlamaları ve yorumları başkalarına bırakıyorum. Ben hem genel okumalarım hem de çıkarımlarım doğrultusunda kendi tanımımı deneyeceğim. Entelektüel, tıpkı suçlama veya aşağılama amacıyla söylendiği gibi, fildişi kulesinde yaşar. Olması gereken de budur zaten. Gündelik hayatın, toplumsal düzeye indirgenmiş amaçsız tartışmaların ve hızlı çürüyen tikel meselelerin uzağında kalmak ister. O, kavramın ve tümelin peşindedir. Onun için bilgi ve bilme edimi araçsallaştırılamaz bir yaşam gayesidir. Entelektüel insan, hakkını verebildiği ölçüde, kaçınılmaz olarak haysiyet sahibidir.

Aydın tanımı, klişe olarak, etrafını aydınlatan kişi üzerinden yapılabilir. Etrafını aydınlattığına göre, bir entelektüel gibi münzevi olması değil, toplumun tam içinde yaşaması beklenir. Sürekli olarak toplum ve vasat bireyler ile iletişim ve ilişki halindedir. Hatta bu, bir alışverişe yani toplumla çift taraflı bir ilişkiye de dönüşebilir. Kısaca örneklemek gerekirse; bazı gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, akademisyenler, üst düzey bürokratlar, dini veya ideolojik kanaat önderleri aydın sınıfını oluştururlar.

İronik bir biçimde, entelektüelleri aşağılayanların büyük bir çoğunluğu, bu aydın sınıfındandır. Bir tür eksiklik psikolojisinin dışavurumudur. Toplumla ilişkisi simbiyotik (birbirini besleyen) bir form almış aydınlarda bu psikoloji ve saldırganlık daha belirgin görülür. Esasında, ideal bir aydının sözleri kendi yaratımları, yani yazıları, kitapları, sanat eserleridir. Fakat ne zaman yaratamamaya veyahut nitelikli eser veremez hale gelmeye başlarsa, o raddede çok konuşmaya, agresif bir gevezelik yapmaya başlar. Televizyon kanallarında ve sosyal medyada bunları bolca görürsünüz. İkbal bekledikleri makamlara dalkavukluk yaparlar.

Fikir ve Düşünce Ayrımı Nedir?

Fikir ve düşünce arasındaki ayrım, genellikle insanların zihinlerinde oluşan ve ifade edilen düşünceler arasında yapılan bir ayrımdır. Fikir, Türkçe’de “düşünce, görüş” anlamına gelir ve genellikle bir konu hakkında oluşan bir düşüncedir. Düşünce ise Türkçe’de “akıl yürütme, düşünme” anlamına gelir ve genellikle düşüncelerin daha derinleştirilmesi ve incelenmesi sürecidir.

Özetle, düşünce (veya yüksek düşünce) kavramlar ile olur ve tümel konuları inceler. Yani entelektüelin alanıdır.

Aydınlara, fikir adamı denmesinin sebebi, fikirler ve tikel konularla uğraşmalarıdır biraz da. Günlük siyasi ve ekonomik vb. olayları, gündemdeki politik, sanatsal, toplumsal konuların odağındaki kişileri tartışır, yorumlar, topluma kanaatleri ile yön vermeye çalışırlar.

Kısacası, o meşhur sözdekine benzer bir şekilde, entelektüeller kavramları konuşurken, aydınlar olayları ve kişileri tartışırlar, tıpkı etraflarına kümelenen halk yığınlarının yaptıkları gibi. Olması gereken de budur zaten. Bireysel farklılıklarımızın, medeni toplumsal iş bölümüne yansımasıdır.

Aydının halkla olan bu organik, içiçe ilişkisine dayandırılarak, ortaya konulmuş çok önemli bir sosyolojik tespit vardır: Aydın kesiminiz ahlaksız ise toplumsal çöküş yaşamanız kaçınılmazdır.

Saddam Hussein’s 1979 Purge

Yukarıdaki video, Saddam’ın muhalif olabilecek en küçük çatlak sesi bile tamamen yok etmek üzere hazırladığı bir toplantının sadece 1 dakikalık ama can alıcı bir parçası. Çok iyi kurgulanmış bir senaryo ile, Saddam elinde purosu, tek adam ve mutlak gücün sahibi olduğunu gösterecek bir şekilde karşısına topladığı siyasi liderlere kendisine ve “ülkesine” kurulan tuzaklardan, kumpaslardan bahsediyor. Ve kalabalığın içinde oturan 68 kişiyi tek tek vatana ihanetle suçluyor. İşin en dehşet verici yanı, suçlanan her kişi anında kolluk görevlileri tarafından tutuklanıp salondan götürülüyor.

Toplantıdaki korku atmosferini ve gerginliği tahmin edebilirsiniz. Koca koca adamlar tir tir titremeye, hatta bazıları ağlamaya başlıyorlar. Bu videoda göreceğiniz gibi, kalabalığın en korkaklarından bazıları ayağa kalkıp muhaliflere küfürler, diktatörüne övgüler yağdırdıktan sonra, “Yaşasın Saddam” diyerek haykırıyorlar.

Dünyadaki toplumsal ve siyasal olguları daha iyi anlamak için Ortadoğu, Afrika ve bazı Asya ülkerindeki benzer olaylara bakmanız faydalı olacaktır. Irak örneğinde olduğu gibi, benzer olgular bu en geri kalmış toplumlarda daha “pornografik” yani daha abartılı ve belirgin bir şekilde yaşanır. O nedenle de, gerçekleri bize apaçık bir biçimde gösterir. Her ne kadar Türkiye de, tartışmasız, tipik bir Ortadoğu ülkesi olsa da; çeşitli nedenlerden dolayı ayrıştığı ve umut potansiyeli taşıdığı yönleri yadsınamaz. Bunun sonucu olarak, benzer vakaların daha medeni bir örtünün altında sergilendiğini deneyimleriz (bu örtü de zamanla şeffaflaşmaya başladı son yıllarda).

Eskiden vesayeti elinde bulunduran TSK, gazetecilere ülkenin en büyük düşmanı seçtikleri “irtica” hakkında brifingler verirdi; davet edilenlerin istisnasız hepsi ellerinde tuzlukla koşa koşa paşalarının huzurlarında hazırola geçerdi. Kendilerini ülkenin gerçek sahibi sanan bu askerler, toplumun yarısını potansiyel hain ilan ettikleri irtica safsatalarını anlattıktan sonra, makul “aydınlarına” dönüp “Hadi şimdi gidin ve halka bu tehlikeyi anlatan yazılar yazın” derlerdi.

Bugün değişen tek şey vesayetin sahipleri ve onların biraz daha lümpenleşen aydın takımları.

Ortadoğu ülkelerinde kimin hangi kimlik gömleğini üstüne geçirip çıkardığına, hangi ideolojilerle kendini tanımladığına bakmak anlamsızdır. Kimsenin rezil ol(a)madığı bu topraklarda iktidar ilkesizlerindir. Zaten hiç haysiyeti olmamış bu gruplar, itibarlarını kolay kolay yitirmezler. O nedenle, ekranlarda, gazetelerde, sosyal medyada çığıran yandaş ya da muhalif bütün figürlere sorulacak ilk soru şudur: Kaç para kazanıyorsun? Son yıllarda servetindeki artış ne kadar oldu?

Mesele bu kadar basittir çünkü. Savunuyor göründükleri görüşler, küfür ettikleri insanlar, yücelttikleri siyasi kişilikler veya olaylar, kitleleri ikna etmeye çalıştıkları argümanlar… Hepsinin tek bir motivasyon kaynağı vardır; para. Bu motivasyonu biraz daha kazırsanız, altından çıkacak en temel ve ilkel güdü ise -tıpkı Saddam’ın toplantısındaki gibi- kendini kurtarma çabasıdır. Yani maruz kaldığınız tüm siyasi tartışmalar, zihninizi sürekli meşgul eden, gündelik hayatınızda birer demir leblebi gibi taşıdığınız çatışmalar, “şu problemler çözülse ülke düzelecek” diye tekrarladığınız beyhude umutlar tümüyle bir avuç insanın çıkarları için kurulmuş dev bir dekordan ibarettir.

Cemil Meriç’in dediği gibi, iki tür insan vardır sadece: namuslular ve namussuzlar. İktidarın nimetleri ile semiren aydınlar namussuzdur elbette. Fakat muhalif göründüğü iktidarların dönemlerinde servetini artıran, Ege kıyılarındaki villalarında rakısını içip, purosunu tüttürürken, bir yandan ekranlara çıkıp “vatan elden gidiyor!” naraları atan aydınlar en alçak olanlarıdır. Onlar ile düşman göründükleri iktidarlar arasında, hiç konuşulmamış ve ömür boyu sürebilecek bir sessiz anlaşma vardır.

İktidarın kayığına binenlerle zıt gibi dururlar; oysa o kayığın tabanına yapışmış midyeler gibi aynı yönde, gizli ve derinden yüzerler. İsmen bilip, tespit etmenize gerek yoktur. Onları, iktidar yanlısı halk kesimlerini irite eden sözlerinden, kendi mahalleleri ile diğer insanları birbirinden ayrıştıran popülizmlerinden ve hiçbir dönemde bedel ödemen rahatça sürdürdükleri yaşamlarından tanıyabilirsiniz. Dost veya “düşman” oldukları vesayetçilerin yaşam kaynağı olan kutuplaşmada dengeyi sağlayan en kullanışlı araçtırlar.

Kifayetsiz muhteris politikacılar ve liderler çağımızdaki çürümenin en ciddi semptomlarından biri. Sadece üçüncü dünya ülkelerinde değil, İngiltere, ABD gibi en gelişmiş demokrasilerde dahi bunu yakın zamanda gözlemledik. Fakat Trump gibi yalancı, ahlaksız ve cahil bir başkan bile Amerika devletine köklü bir zarar veremedi. Niçin? Çünkü adalet sisteminin (ideal olmasa da) bağımsız çalışabilmesi ve güçler ayrılığı nedeniyle, liyakat esaslı çalışan burokratik sistemi, sadakat esaslı bir yozlaşma işgal edemedi. Yani başkanın kararlarını sınırlayan organlar ve eleştirilerini esirgemeyen muhalifler veya kanaat önderleri her zaman devredeydi. Hiçkimse “Trump is a fucking moron!”, “He is a liar”, “Fuck you Trump” gibi aşırı eleştirileri ve hakaretleri nedeniyle dahi hapse atılmadı, işinden olmadı, terörist ilan edilmedi, fişlenmedi veya toplumsal tecrite maruz kalmadı.

Bu tür protesto veya refleksleri ilk olarak halktan beklemek gerçekçi ve bilimsel olmayan bir davranıştır. Halk her zaman, kendisine işaret fişeği olan aydınları takip eder. Evlerde, kahvehanelerde, sokak röportajlarında konuşan insanların kendilerine ait fikirleri olmaz. Onlar, gazete ve televizyonlardan aldıkları ve inanmak istedikleri şeyleri tekrarlarlar. Tıpkı papağanlar gibi… Eğer aydın sınıfı satılmış ise, onlar da kendi sahiplerinin fısıldadıklarını yüksek sesle halka tekrarlayan papağanlardan başka bir şey değildirler.

Adaletin olmadığı yerde, namuslu kalmak, hatta bir de namuslu aydın olabilmek büyük bedeller ister. Eskiden namuslu olduğunu zannettiğiniz bazı gazeteci ve aydınların, vesayet gemisinin tabanında birer midyeye dönüşmesinin de sebebi budur. Kendilerince gayet mantıklı ve zekice bir seçim yapmışlardır. Şu bir gerçek ki, satılık aydınlara küfreden muhalif halk tabanları dahi iktidarın hışmına uğrayan haysiyetli aydınlara sahip çıkmayacak derecede korkak ve ikiyüzlüdür. Çünkü bilirler ki, vesayete karşı duranlara destek verirlerse, devleti ele geçirmiş o güç onları da ezebilir. O yüzden bu millet, dürüst evlatlarına ancak öldükten sonra sahip çıkar.

Hasan Fehmi Bey, Ahmet Samim, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Hrant Dink gibi gazeteci suikastleri, İttihat ve Terakki eliyle başlatılmış bir gelenektir.

Bir de kimi gazeteci ve akademisyenler vardır ki; kişisel hırsları, zaafları ve bazı kifayetsizlikleri nedeniyle, derin yapılar tarafından özellikle seçilir ve kullanılırlar. Ama daha sonra güç sarhoşu olup, durmaları gereken yeri bilemeyen bu kullanışlı aptallar aynı derin yapılar tarafından yok edilirler. Ne demek istediğimi daha iyi anlamak isteyenler, aşağıdaki filmi (Wag the Dog) izleyebilirler.

Wag the Dog

Bu yazının başlığındaki yargı, elbette bir genellemedir. Akla şu soru gelebilir: Peki neden bu aydınlar genellikle ahlaksız oluyorlar? Esasında, bu yanlış bir sorgulamadır. Çünkü hakikatte olan, ahlaksız olanların özellikle o köşelere yerleştirilmesi, yükselmelerine ve itibar kazanmalarına bilhassa destek verilmesidir. Yani iki temel grup; o görevlere kendiliğinden talip olan kifayetsiz muhterisler ve tek özelliği sadakat olan niteliksiz tipler özenle ayıklanarak, yetenekli ve haysiyetli insanların önüne geçmeleri sağlanır.

Her zaman gücün yanında olan, alçak karakterli bu insanların kimisi para, itibar, şöhret gibi zaafları sayesinde, kimisi geçmişte işlediği bazı suçlar veya cinsel eğilimleri şantaj aracı kullanılarak yönetilirler. Bu düzenin, Cumhuriyet öncesi zamanlardan beri süre geldiğini, Tarihin Arka Odası programına ait şu videoda yer alan belgelerden anlayabilirsiniz (8. dakikadan itibaren): Eski gazetecilerin el yazıları…

Bütün engellere ve kayırmacılık sisteminin ağlarına rağmen sesini halka duyurabilmiş, dürüst aydınların başına her zaman hapishane ve hatta suikastle biten akıbetler geldiğini biliyoruz (yukarıda ismini saydıklarım gibi).

Bir zamanlar, bir yerlerde okuduğumdan hatırladığım kadarıyla… 1970–80 dönemlerinde Güney Kore ve Türkiye üzerinde yapılmış bazı gelişme raporlarında özetle şöyle belirtilmiş: Türkiye potansiyeli çok yüksek, ve ileride çok büyük gelişmeler gösterebilecek bir ülkedir. Kuzey Kore de potansiyeli yüksek bir ülkedir, ancak Türkiye kadar değil.

Bu yazının kapağında paylaştığım film “1987: When the Day Comes”, Güney Kore’nin hangi kırılmadan sonra bugünlerdeki mucizesini yaratabildiğini, tarihi gerçekleriyle anlatıyor. Ve aslında, Türkiye’nin neden hiçbir zaman bunu başaramayacağını da dolaylı yoldan gözler önüne seriyor.

--

--

Osman Tırak
Türkçe Yayın

Mutluluk Arayışımız Üzerine Yazılar : Felsefe, psikoloji, sinema ve sanat.