Tekerlemecinin Gölgesinde

Özlem Mutlu
Türkçe Yayın
Published in
4 min readJun 26, 2020
Photo by Patrick Schneider on Unsplash

Yıldızlı gecenin altında kızıl keçeden yapılma, firuzelerle bezenmiş otağın içerisinden süzülen ruhların ateşle birlikte yanan kopuz sesleri uçsuz bucaksız bozkırda yol alıyordu. Sonsuzluğa çiçek açan alevlerin inlediği çayırlardan yuvarlanıp diyar diyar gezinen koşukların yürekte bıraktığı kallavi tat, atların nal seslerinde toz duman oluyordu. Ok seslerinin bağrı yanık feryatlarının ardından damarlarda akan kanın sessizliği, ciğerleri parçalayan yeryüzündeki göğün sahibine ellerini açmış dua ediyordu.

Zaman akıp giderken hotozlu başlığını bir kenara bırakıp uzak yollara düşmüştü göklere sığınan ahali. Özgürlüğün ruhunu kımızına katıp içenlerin, sungurların ve laçinlerin görkemli ötüşlerindeki hoşsohbeti de beraberinde götürüyorlardı. Ruhunun özünü fısıldayan bir yel, deriden paltonun örtemediği elleri yaralamıştı. Yonca oyalı yazmalardan dökülen kömür karası saçlar, zamanın kolları arasında ilerlerken sırma işlemeli kandilini yakmıştı ahali.

Karanlık sokakta ilerleyen hayatın izlerini, sönmeye yüz tutmuş kandilinin ışığında izliyordu. Ahali, sazdaki aşığın türküsüne eşlik ediyorken çarıklarını ayaklarına geçirmiş, geleceğin kaçılmaz sonuna doğru ilerliyordu. Kuş tüyünü mürekkebe batırmış, sayfaların keskin çizgili özgürlüğünü uzak diyarlara yolcu ediyordu. Minarelerden kopup gelen ezan sesi, ağacın yapraklarındaki lekeleri siliyordu. Sildiği lekeler, yolcuların ruhuna kazınırken her şeyin sahibine ellerini açmış dua ediyordu ahali.

Yolcuların arkasından dökülen suyun yayıldığı yerde oluşan yansımanın türküsü dudaklarıma yerleşmişti. Siyah beyaz ekranlar, bir mısranın dillenmesi misali evlerin içine yerleşmişti. Zeki Bey’in tekerlemesi ekranlardan ayakucuna dek yuvarlanıyordu, bir tekerleme bir yolcunun her şeyini tekerleyiveriyor, dillere pelesenk ediyordu.

Ben bir tekerlemecinin çırağıymışım.

Tekerleme işler, diker, biçer, yuvarlarmışım.

Ucu bucağı gözükmeyen bir bozkırın ortasında kalmışım.

Özümü yağmura katıp yarına mührümü basmışım.

Bir türkü dillendirivermiş mum ışığında süzülen yanım

Yüzyıllardır çiçeklerini sularmış bitmek bilmez yolların.

Bir ninni söyler içimdeki tekerlemecinin çırağı. Uyutur içindeki eski zamanlardan kalma yolcuların sesini.

Bir türkü okur içimdeki tekerlemecinin çırağı. Ağlatır içindeki eski zamanlardan kalma yolcuların dünden bugüne biriktirdikleri hazineyi.

Bir ağıt yakar içimdeki tekerlemecinin çırağı. İnletir içindeki eski zamanlarsan kalma yolcuların benliğini.

Bir söz ki, binlerce yıldır kanayan yaranın acısını eker diline. Senelerdir gömdüğü yakarışını çıkarır harflerin altından, belini büken göz yaşlarının gölgesinde. Ah’ını yazdığı mektuplarındaki kahkahalarının ezgisi dimağında alevlenir göz pınarlarına doğru. Çehresini puslandıran dumanı dağıtan fısıltılar, usul usul eserken huzurla kanatlarını çırpar gökkubbenin etrafında. Dünyayı altüst eden bir fırtına tutar bizi. Damla damla birikmiş sözler, içine çeker tekerlemelerden yuvarlanan birkaç heceyi. Acıları yazıyorum bu tekerlemelere, yıldızları döküyorum gökyüzüne, tarihin tozdan usanmış gür kirpiklerine, kor ateşlerde uçuşan kanatların uçsuz ve derin benliğine. Kalbime kazıyorum bu hecelerin geçmişini. Silgimi arıyorum acıyı silmek için, nitekim siliyorum da. Ama bilinmez ki, iz’ler kalır her harfin arkasına sakladığı avuçlarının özgür çığlıklarında.

Bir bulut kümesi pamuk pamuk süzülüyordu dünyasına doğru. Sardunyaların kurumuş yapraklarının bir limonu anımsatan kokusu, Türk kahvesinin katnem ruhuna karışıyordu. Tekerlemeci, kollarını bağlamış düşünüyordu. Uzak diyarlardan çeşitli baharatlarla, güzel çiçek kokularıyla, hatıraların derin sessizliğiyle, zamanın kestiği iyileşemeyen yara izleriyle harmanlanmış, yuvarlanmış kelimeleri yuvarlıyordu her gün. Her gün, yuvarlanan kelimeleri bir yenisi takip ederken bu döngü dünyanın etrafında yuvarlanıp gidiyordu. Tekerlemecinin gölgesinde geçmişin her şeyiyle bütünleşmiş dil, günden güne yuvarlana yuvarlana doğduğu topraklara uğruyordu.

Kimliğini gözler önüne seren kelimelerin, cümlelerin varlığına ışık tutuyordu zaman. Güçlendiriyordu. Her harf, zamanın zerreciklerin uçuşup dilimizden düşerken anlamlanıyordu, değerleniyordu. Bizi biz yapıyordu. Sonra yuvarlanıp gidiyordu zamanın derinliklerinde uçsuz bucaksız hatıralarımıza, bizi biz yapan değerlerimizin yamacına…

Tekerleme tekerlerken zamanın aynasında bir çukura daldım umarsızca. Yuvarlanıverdim zamanın dağlarından aşağıya. Aşağıya, Anadolu’nun 1630’larında bir obasına. Çadırların arasına. Bir saz sesi duyuldu tam sol taraftan, Karacaoğlan anlatıyordu ruhunu yeni baştan… Bir mızrak geçti yanıbaşımdan, bir gülle kasıp kavurdu cihanı ta en uçtan. Bir gölgenin serinliğinde değişimini izledim yuvarlanan kelimelerin. Bozkırlarda çatıktı kaşları hazinemin. Anadolu’da elleri unluydu velinimetimin, okşayamıyordu kuzusunun ipekten gövdesini. İstanbul’da görkemliydi, şiirler dökerdi Topkapı’nın yollarına geceleri. Yüzyıllardır farklı sularla beslenmiş köklerinin uçurumundan ne savaşlar geçmiş, ne şölenler verilmişti…

Tekerlemeci uçurun kıyısına düşmüş gölgesinden ılgıt ılgıt esen yel şölen masasındakilerin yüreğine değip geçiyordu. Sarayın şarkılarından bir demet hecelerin içine gizlenmiş filizlenmeyi bekliyordu, esen yelle yuvarlanan harfler bütünleşip ışımaya hazırlanıyordu. Cephede düşen bir bomba harflerin bağrında bir çukur açıp tekerlemecinin ruhunda can buluyordu. Gölgesinin aynasında izlediği anları yutup, dile dökerken her saniye gençleşiyordu hazinenin benliği. Damarlarında akan kanım dillendirdiği tarihi, kimliği harflerle yoğruluyordu akrep ve yelkovanın cirit attığı meydanlarda.

Sonra bir tekerleme düşürüvermişim uçurumun ellerinden

Toprağın altında kalmış köklerim kelimelerin nefes aldığı harflerini izlermiş

Bir nehir akıp gidermiş

Harfler, kelimeler ve yuvarladığım her şey nehrin sularında hazinesini köklerine hediye edermiş

Eli belinde ihtiyar tekerlemeci uçurumun kıyısındaymış

Yuvarladığı kelimelerin köklerini, gölgesinde ağırlarmış

Ben bir tekerlemecinin çırağıymışım.

Tekerleme işlemiş,dikmiş,biçmiş,yuvarlamışım.

Ucubucağı gözükmeyen bir bozkırın ortasında kalmışları yazarmışım

Özümü yağmura katıp düne mührünü basanları, harflerime kazımışım.

Bir türkü dillendirivermiş mum ışığında süzülen yolcularım

Yüzyıllardır solmayan çiçeklerini sulamış ahbaplarım

Bitmek bilmez yolların alevinde bir damlaymış, yuvarlanıp giden hazinemin peşinde koşan satırlarım

Geçmişi bugüne akıtan kum tanelerinin dilinde saklıymış ‘benliğimin’ yolcuları

Ahali ezgilere bulanmış,

Hazinenisini kutlamış

Bir tekerlemecinin gölgesinde dünden bugüne biriktirdiği,

Harflerin kimliğinde saklanan hatıraların sesi çığlık çığlığa uçuşarak

Zamanın çukuruna yuvarlanmış.

--

--