Toplumsal Cinsiyet Protestosu

selvi
Türkçe Yayın
Published in
4 min readNov 11, 2019
Judith Butler

Alfred Adler’in tanımladığı bir kavram olan erkeksi protesto doğuştan aralarında farklar oluşturulmuş ve bu farkların neticesinde eksiklik duyguları geliştiren kadın ve erkeğin sonradan yöneldiği bir takım davranış kalıplarını ifade eder. Kendilerini yetiştirilirken eksik ve değersiz hissetmiş kadınlar hayatlarının sonraki döneminde çevresi tarafından daha çok kabul edilebileceği düşüncesiyle kadınlıklarından vazgeçip daha erkeksi davranışları benimseyebilir ya da kadınlığını abartılı olarak (femme fatale denilebilir) kullanarak kendisini eksik ve değersiz hissettiren karşı cinsten bu şekilde intikam almaya çalışabilir. Adler’e göre aynı durum erkekler için de söz konusudur. Kendisine yüklenilen erkeksi rolleri karşılayamamış ve beklentileri yerine getirememiş bir erkek çocuğunun ileri yaşlarda daha erkeksi ve abartılı bir erkeklik imajı sunmaya çalışabileceği düşünülürken bunun yanında kadınsı eğilimlerini devam ettirip çevresinde bu şekilde davranmaya devam edebilir. Benim bu kavramda inceleyeceğim noktalardan biri “erkeksilik” ve “kadınsılık” kavramlarıdır.

Toplumsal hayatta ve toplumsal cinsiyet rollerinde de görüldüğü gibi kadını kadın yapan ve erkeği erkek yapan davranışların bir tür kalıba sokulup doğan çocukların cinsiyetine bu kalıplardan hangisi uygunsa o kalıbın giydirilmeye çalışıldığı bir toplumsal kültür içerisinde yaşıyoruz. Ataerkil düzende “insan” olmanın yanı sıra kadın-erkek rollerinin belirlenmiş oluşu, kadınların sanki sadece nazik, hassas ve duygusal olması gibi özelliklerinin dışında erkek cinsine ait gibi görünen özellikleri hissettiğinde ve ona yönelik davrandığında toplum tarafından garip ve kabul edilemez karşılandığı bir sistemin ve dinin içerisinde sürekli pekiştirilen bir heteroseksüellik kavramıyla yeni nesillere de hakikat gibi görünen ama aslında kurgusal bir alt yapıdan başka hiçbir şeye dayanmayan bu rolleri öğretiyoruz. Aynı şekilde eril bir kültür içerisinde erkeğe yüklenmiş olan sorumluluk duygusu ve onun her zaman güçlü, duygusallıktan uzak, atılgan ve egemen olmasının pekiştirilmesi aynı şekilde bu örüntüden çıkmış ya da bir şekilde uymayı başaramamış erkekler için bir etiketlenme unsuruna dönüşebiliyor. Evrimsel olarak baktığımızda avcı-toplayıcılık kökeninden gelmiş olan kadınların biyolojik farklılıkları da dahil erkeklerden ayrılmış olduğu noktalar elbette ki mevcut ancak nasıl biyolojinin alt katmanları (kimya, fizik gibi) varsa biyolojinin bir üst katmanı olarak kültürün de aynı şekilde bu farklılıkları daha çok ayrıştırıp daha çok pekiştirebildiğini görmekteyiz. Evrimsel süreçte fiziksel kuvvetin yerini zihinsel kuvvete bırakmış olması da söz konusuyken özellikle modern toplumlarda hala erkeğin kadınların üstünde cinayet vakalarında ölen erkek sayıları, iş yerlerinde ölen erkek sayıları, savaşlarda ölen erkek sayıları, intihar vakalarında ölen erkek sayıları gibi istatistikler öne sürerek aslında tüm yükün erkekler üzerinde olduğunu ve mağdur tarafın erkek olduğunun gösterilmeye çalışılması komik ve bir o kadar da sorumlusu oldukları ve pekiştirdikleri sistemin kendilerine verdikleri zarar ve psikolojik çöküntünün bir şekilde yansıması oluyor. Erkeklere saldırgan, savaşçı, güçlü, yenilmez gibi rollerin biçildiği bir toplumsal cinsiyet evreninde militarizm ve “erkek gibi” olmak bu kadar vurgulanırken böyle istatistiklerin de var olması şaşırtıcı olmuyor. Cinayet vakalarında da katli işleyenin %96’sının erkek olması bunu açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Peki ne yapmalıyız? Judith Butler Cinsiyet Belası kitabında bu gibi pekiştireçleri kırmak ya da en azından olabildiğince zarara uğratmak adına performatif yollara müdahale imkanları sunuyor. Bu müdahale imkanına geçmeden önce Judith Butler’in en önemli kavramlarından biri olan “performatif” kavramını açıklamamız gerekiyor. Judith Butler’e göre cinsiyet de toplumsal cinsiyet de aynı şeydir çünkü cinsel kimlikte (kişinin kendisinin hangi cinsiyete ait hissettiği) “mutlak bir doğru yoktur.” Cinsiyet daima toplumsal cinsiyet olarak düşünülür. Biyolojik cinsiyet bedenleştikçe yani maddeleştikçe bu süreç yani kadın veya erkek olmamız bizi bunun doğal bir gerçeklik ve hakikat olduğuna inanmaya zorlar. Kültürel algı girdileriyle birlikte biyolojik cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve arzu gibi heteroseksüel düalizmden beslenir. Yani heteroseksüel bir pekiştirme mekanizmasıyla birlikte doğduğumuz cinsiyet içinde heteroseksüel olmamızı sağlayacak şekilde doğuştan beri belli pekiştireçlere maruz kalıyoruz ki bununla birlikte herkes doğuştan heteroseksüel özelliklere sahip olmayabiliyor ancak bunun amacı da zaten heteroseksüel yapılanmanın gerçek doğamız olduğuna inanmamız oluyor. Eşcinselliğin evrimsel süreçte birçok canlı türünde görülmesi (500 ile 1500 tür) ve insanlarda da görülüyor olması akıllara üreme işlevini gerçekleştirmeyen böylesi bir durumun evrimsel olarak faydası nedir ve bu süreçte neden homoseksüeller ve buna yatkınlık gösterenler elenmemiştir? gibi sorular getirebilir. Eşcinselliğin de evrimsel olarak türler arası katkıları olmuştur ve buna örnek olarak eşcinsel türlerin yavru bakımında ve evlat edinmeyle birlikte türlerin hayatta kalmalarına destek olması, sosyal ilişkileri güçlendirmek gibi olanakları sağlaması gösterilebilir. Ayrıntılı bir yazısı için evrim ağacının linkini aşağıya bırakacağım. Konuya dönecek olursak tekrarlanan bu heteroseksüel model içinde doğal ve doğuştan olanın böyle olması gerektiği sonucuna varıyoruz. Tabi ki bu sırada dinden (lut kavmi gibi) veyahut kültürden gelen belli kalıpları da işin içine sokabiliyoruz. Bunun yanında eşcinsellik 1973'de ABD’de bir ruh hastalığı olarak sınıflandırılmaktan çıkartılmış, 1990'da da Dünya Sağlık Örgütü aynı kararı almışsa da hala eşcinselliği bir hastalık olarak gören ve tanımlayan homofobik insanların varlığı azımsanmayacak kadar fazla. Heteroseksüelliğin ve toplumsal cinsiyet normlarının bu tekrarlı pekiştireçlerle doğal olduğu sonucuna varma Judith Butler’in “performatiflik” kavramını açıklıyor. İşte bu tekrarlar, ritüeller ve beklentiler toplumsal cinsiyet performatifliğini oluşturuyor. Judith Butler’e göre de işte bu yüzden toplumsal cinsiyet bir oluş değil bir edimdir. Bu edimi kırmakta yine tekrarlı edimler sayesinde mümkün olur. Toplumsal cinsiyet normlarını kırmak ve zarar vermek adına yapılacak her şey yeni toplumsal cinsiyet normları üretmekten ibaret olacak ve bunlar da belli bir kalıp içinde oturtularak yeni çerçeveler içinde sistemin döngüsünün içine hapsolacaksa da burada önemli olan yine de toplumsal cinsiyet normlarını çoğaltıp bu kadın-erkek rolleri ikiliğinden kurtularak en azından çeşitliliği arttırmaktır.

“Failliğin ve gerçekliğin, idrak edilmelerini sağlayan söylemsel pratiklerin dışında imkanı yoktur. Mesele tekrar etmek veya etmemek değil, nasıl tekrar etmek gerektiğidir, daha doğrusu, tekrar etme ve toplumsal cinsiyeti büyük ölçüde çoğaltma vasıtasıyla tam da bu tekrarı mümkün kılan toplumsal cinsiyet normlarını yerinden etmektir.”

Kaynakça

Alfred Adler, Yaşama Sanatı ( İstanbul, Say Yayınları, 2016).

Judith Butler, Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi ( İstanbul, Metis Yayınları, 2008).

https://evrimagaci.org/escinsellik-ve-evrim-escinsellik-nedir-escinseller-evrimsel-surecte-neden-elenmedi-113

--

--