Travma Üzerine

Zehra Yalaza
Türkçe Yayın
Published in
2 min readMar 16, 2021
Collective Trauma, from Saatchi Art

Tarihin bize sundukları arasında çıkarmamız gereken derslerin yanı sıra bir de varmamız gereken bir farkındalık vardır, o da tanıklık dahi etmediğimiz olayların taşıdığımız travmasıdır. Bir çoğumuz halihazırda travmatize edilmiş bir toplum içerisinde dünyaya gözlerimizi açıyoruz. Sözgelimi yaşamakta olduğumuz dünya savaşlarla, depremlerle, suçlarla ve salgınlarla insanları yıpratmış bir dünyadır. Niyetim dünyayı suçlamak değil, herhangi bir felaket esnasında fırsatçı tabiatlarımızı açığa vurarak şekil verdiğimiz dünyamızdan bahsediyorum. Yalnızca deprem, sel ve savaş gibi somut felaketler de değil toplumsal çatışmaların, ötekileştirmelerin ve kutuplaşmaların da travmanın hem sonucu hem de süreci olduğundan bihaberiz. Bireysel olarak sağlıklı olduğumuzu düşünüyoruz ama bir aradayken huzursuz, güvensiz ve geçimsiziz. Hiç cephede çatışmamış ama savaş bunalımı yaşamış bireyleriz, hiç sosyal dışlanmaya maruz kalmamış ama dışlanmamak için kimliğini unutmuş insanlarız. Belki de buradan başlamalıyız.

Fikrimce içinde bulunduğumuz bu hastalıklı ruhlar silsilesinin kilit noktası aslında iyileşmeyi gerçekleştirememiş kolektif travma mağdurları anne-babalarımız. Toplumun dünden bugüne almış olduğu yaraları tıpkı yanlış değer yargıları gibi bir sonraki nesle aşılayan ebeveynleri kastediyorum. Kaygılı, tedirgin ve travmatik anne babalar tarafından yetiştirildiğimiz için travma döngüsünün bir halkası olmaya yine çocuk yaşta yarattığımız oyun gruplarımız ve arkadaş seçimlerimizle başlıyoruz. Çocuk yaşta aidiyet hislerimizi beslediğimiz gruplar ileride yerlerini farklı sınıflara, mezheplere veya güruhlara bırakıyor. Kişiler, bireysel var olamadıklarından dolayı içlerinde bulundukları camiaları koruma güdüsüyle bu camiaların içindeki adaletsizlikleri ve otokrasiyi sineye çekmeye başladıkları andan itibaren aslında dogmatik ve huzursuz bir döngü içerisinde yaşam zehirlenmeye başlıyor. Mesela, söz konusu olacak kişi için sorulan ilk soru ‘’kimlerdenmiş?’’ oluyor, ‘’kimdir?’’ değil. Kimlerden? Gelmiş olduğumuz şehirle veya taşıdığımız isimle bile hemen belirli bir tanımın içine sıkıştırılıyoruz. Böylesi pespaye bir hayat telakkisi akışında birbirimizi yaralamaya devam ediyoruz. Çözümlenememiş travmalar ülkesinde bunların birçoğu gözümüze batmıyor çünkü tarafların birbirlerini yakıp yaftalamaya başladığı tarihlerde henüz daha ya çocuktuk ya da yoktuk. Birinci Dünya Savaşı’nı yaşamadık, Hiroşima’da çocuk olmadık, Nazi toplama kamplarında çalıştırılmadık, Büyük Şili Depreminde evimiz yıkılmadı. Buna karşılık benim travmam yok diyorsanız aldığınız tedbirlerin altında yatan korkuyu görebilmenizi dilerim. Buna duvarlara sabitlediğiniz kitaplıklar ve seçim zamanlarında çalkalanan ülkeler de dahil.

Son olarak, görüldüğü üzere birçok travma insan eliyle yaratılmıştır. İnsanlar birbirlerini travmatize edebilen ve iyileştirebilen varlıklardır. ‘‘Tamamlanma halinde bir insan, imkân halinde varolan insandan insan yaratır.” diyordu Aristoteles. Bu da demek oluyor ki birey kendini iyileştirir ve yeniden var edebilirse travmatik toplum da kendini kurtarıp yeniden var edebilir.

Yaşamı kendi ellerimizle bir heykel gibi yontuyoruz. Ortaya çıkardığımız eser ise anlaşılmaya kadir olmayan müphem bir biçimsizlik. Oysa insan fevkalade kabiliyeti olan bir varlıktır. Hatta fevkalbeşer yani insanüstü diye methiyeler dizdiğimiz çoğu olgu da yine insan işidir. Sözgelimi Michelangelo, Davut’u bozuk mermerden yaratmıştı. Ancak biz toplum olarak bu biçimsizlikten bir letafet yaratabilmeye kabil miyiz?

--

--