Uluslararası Politika ve Egemenlik

AHMET DOĞAN
Türkçe Yayın
Published in
3 min readApr 18, 2020

Avrupa dillerinde “egemenlik” sözcüğünün ilk kullanılışı 12. yüzyıla rastlar. Bu kavram, feodal dönemin toplumsal ve siyasal yapılanmasına karşı tepkinin bir ürünüdür. En genel haliyle egemenlik, kural koyanlar ile bu kurallara uyanlar arasındaki ilişkiyi açıklar.

Klasik sınıflandırmada bu kavram, iç ve dış egemenlik olmak üzere iki ayrı görünüme sahiptir. İç egemenlik, bir devlette kamu otoritesinin örgütlenmesi ve bu otoritenin denetim mekanizmasına ve kontrol gücüne sahip olması ile ilgilidir. Dış egemenlik ise, devletin başka bir devlete bağımlı olmadığını, diğer devletlerle hukuken eşit konumda olduğunu ifade etmek için kullanılır.

Egemenlik kavramını ilk kez ele alıp inceleyen düşünür Jean Bodin’dir. Bodin, 1566 yılında yayınladığı “Tarihin Kolay Bilgi Yöntemi” isimli kitabında, egemenlik kavramıyla ilgili ilk düşüncelerini paylaşmıştır. Jean Bodin’e göre egemen; yasalarla başkalarına emirler verip bağlayıcı kararlar alabilen ama kendisi asla yasalara tabii olmayandır.

Bodin gibi Hobbes’un egemenlik anlayışında da egemenlik bölünemez, devredilemez, paylaşılamaz. İktidarın tek meşru kaynağı egemenliği kendisinde toplayan kral ya da prenstir. Hobbes, bu tek kişilik özneye “egemen”, onun dışındaki herkese de “uyruk” der.

Egemenlik fikrine yön veren düşünürlerden bir diğeri de Jean Jacques Rousseau’dur. Rousseau’ya göre egemenlik genel iradenin tecellisidir. Rousseau, “her birimiz bütün varlığımızı ve bütün gücümüzü, genel istemin buyruğuna verir ve her üyeyi bütünün bölünmez bir parçası olarak kabul ederiz” der. Rousseau’ya göre bu birliktelik devleti; devlet de egemenliği oluştur. Ona göre egemenlik anlayışı, halkın iradesinin işleyişidir. Bundan dolayı da egemenlik hiçbir zaman başkasına devredilemez.

Bir diğer düşünür Emmanual — Joseph Sieyes’e göre ise; kamuya yani ulusa ait olan iktidar, egemenliğin de sahibidir.

Peki bunca düşünürün üstünde durduğu egemenlik kavramına küreselleşmenin, nasıl bir etkisi olmuştur?

Küreselleşme ve egemenlik arasında nasıl bir etkileşim vardır?

Teknoloji ve iletişim alanındaki gelişmeler, dünyayı neredeyse “ortak alan” haline getirmiştir. Böylece bir devletteki sosyal ve ekonomik değişimler, diğer devletlere de etkide bulunmuştur. Bu karşılıklı etkileme durumu da “karşılıklı bağımlılık” kavramının ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Küreselleşme kavramı, kişilerin ve toplumların yaşam koşullarını şekillendiren; toprak sınırlarının önemini azaltan bir dizi ekonomik, kültürel ve teknolojik süreci ifade eder. Küreselleşme çok boyutlu bir perspektife sahiptir ve tüm dünyanın etkileme ve etkilenmesini açıklamaya yönelik bir işlevselliği vardır. 13. Yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan epidemik, diğer bir kıtaya 100 yılda ulaşırken; bu süre 19. Yüzyılda 50 yıla, bugünse 1 güne düşmüştür. Bu bağlamda devletler arasındaki etkileşimin artması ile ortaya çıkan sorunların çözümünde devletler, alternatif sistemlere yönelmek zorunda kalmışlardır.

Devletlerin, küresel bazda ortaya çıkan savaş, hastalık ve kriz gibi sorunlara ortak akıl oluşturmak için kurduğu sistemler de uluslararası örgütlerdir. Uluslararası Örgütlerin etkinliklerini en çok arttırdıkları dönem 2. Dünya Savaşı sonrasıdır. Hem savaşın nükleer silahlar kullanılarak sonlandırılması hem de çok sayıda kişinin yaşamını yitirmesi, bu örgütlerin aktif olarak faaliyet göstermelerine yol açmıştır.

İlk uluslararası örgüt Milletler Cemiyeti’dir. Ayrıca Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Avrupa Konseyi gibi örgütler, 2. Dünya Savaşı sonrasında nicel ve nitel anlamda hızla yaygınlaşan uluslararası örgütlerden bazılarıdır.

Uluslararası örgütlerin faaliyet alanlarının genişlemesi, devletlerin varlık alanlarının daraltmasına neden olmuştur. Böylece devletler hızla egemenlik ikilemi ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu ikilim de ulus — devletleri zaman zaman koruyucu önlemlere veya ulusal çıkışlara sürüklemektedir.

Küreselleşmeye en büyük katkıyı yapan unsurlardan biri de Çok Uluslu Şirketler’dir. Çok Uluslu Şirketler için en önemli konu, yatırım yapacakları ülkelerin istikrarıdır. Bunun gerçekleşmesi için de birçok ekonomik ve siyasi girişimde bulunurlar.

Çok Uluslu Şirketler gibi devletlerin egemenliklerini dönüştüren diğer bir etken ise Sivil Toplum Kuruluşlarıdır. Sivil Toplum Kuruluşları, bireylerin gönüllülük ilkesi çerçevesinde ortak amaçları gerçekleştirmek üzere devletten herhangi bir ekonomik destek almadan ve böylece devlete bağlı bulunmayan kuruluşlardır.

Çok Uluslu Şirketler ve Sivil Toplum Kuruluşları, devletin otonomluğunu tartışmaya açar ve yeniden şekillendirir.

--

--