Saçmalık Felsefesi: Anlamsızlığın Anlamı

Asel Taş
Türkçe Yayın
Published in
4 min readApr 13, 2023
Albert Camus

“İnsanlar, bir seyyah gibidirler hayatta.” Gezerler, görürler, anlarlar ve ölürler. Dört kademenin en can alıcı noktasıdır, anlamak. Toplumları ortadan ikiye ayıran, insanın ne olduğuna karışmakta hak sahibi olabilen, toplumları, sistemleri derinden vuran, tarihte çağ açıp çağ kapatan olayların yaşanmasında öncülük eden: anlamlar ve arayışçıları.

İnsanların yaşamlarını gerek bedensel, gerekse zihinsel yönden sağlıkla idame ettirebilmeleri için belli bir iradenin eşiğine vardıklarında, kendi kendilerini çektikleri bir hesap sorgusunun ardından vardıkları nihai sonuçlar bütününe anlam arayışı denir. Bu sorgulamanın yaşanmasının şaşacağı akıllı bireylerde pek nadir görünür, ne zaman yaşanacağı ise şaibelidir. Özümüzdeki gerçeği arama tutkusu, bizi her defasında anlam arayışının ilk numaralı kapısına getirir ve bizi sormaya iter: "Ben kimim, neyin nesiyim, ne arıyorum?" Yaratılan varlıklar arasından sorular sormaya önce kendimizden başlarız. Bu bağlamda sıklıkla değinilen en önemli konulardan biri ise ne aradığımız üzerinedir. Sorunun bilindik yanıtları mutluluk, iç huzur, neşe gibi pozitif duyguların iç dünyamızda diriliğini koruması, bunu yaparken din vasıtasıyla yaradan bilinciyle ona dua ederek yakarmak veya kendi zihninizde bariyer işlevi görmüş sorunlar yumağını çözmeye çalışmak, bunlardan birkaçıdır. Ne istediğimizi biliyorsak onun nasılına ulaşmak yolun kalan yarısını tamamlamaya niyetlenmekle eş değer değil midir?

Söz gelimi, Albert Camus "Yabancı" adlı eserinde; yaşadığımız hayatın saçmalığı içerisinde, üstüne üstlük ona anlam aşılamaya çalışan insanların varlığını abes bulur. Bu düşünceyi temellendirirken okuyucuların ana karakterin günlük yaşantısını seyredalmasını sağlar. Öte yandan iç dünyasını birebir aktararak aslında "arayışçılara" meydan okuma cüretini gösteriyordur. Meursault, hayatı yaşamayı dahi manasız bulan, sonumuzu irite edecek kadar içselleştirmiş, toplumun kalıplaşmış fikirlerinden bir hayli uzakta olan bir karakterdir. Öyle ki, benimsediği bu hayat anlayışı yüzünden insan ilişkilerindeki uyuşmazlığı, Meursault’un hayatında patlak verir. Ne kadar önemsiz olduğu tartışılır. İnsanlara ve yaşantısında karşılaştığı durumlara gösterdiği aşırı kayıtsızlık, müdahale edilmesi gereken vaziyetlerde yansız kalışı ve tüm ahlaki normlardan kendisini soyutlaması bu uyumu önemsemediğini gösterir. Ancak Meursault’ın bir diğer öne çıkan özelliği ise normali aşan bir "beklentisizlik" hali. Doğadan, insanlardan, hatta kendisinden tek bir beklentisi olmayan Meursault, hayatını tekdüze bir şekilde sonlandıracak oluşundan hayıflanmaz, stabil bir düzen onun için daha yeğdir. Bu sebeple onun için anlam arayışı anlamsızdır.

İnsanlar yoğunlukla yarattıkları anlamları, diğer bir deyişle içsel motivasyonlarını, somut ve soyut dünyadan yola çıkarak oluştururlar. Kimisi anlamını bir insana, bir nesneye, doğaya ve pozitif bilimlerin sunduğu argümanlara; kimisi de bunlardan ziyade öznelliği daha ağır basan inanış biçimlerine, değerlerine, hedeflerine, duygulara, amaçlarına yükleyebilir. Esasında soyutluklara atıfta bulunan bulgular, öznelmiş gibi imaj çizerler. Oysaki her bir insanın anlam namına kalpten inandığı her şey sadece kendisine hastır.

Pozitif bilimlerin sunduğu evrenin gerçekleri, insanın biyolojisinde gerçekleşen mucizeler, doğanın matematiksel formüllerle açıklanabilen güzelliği... Bunların hepsi rasyonel argümanlardır. Fakat bunu anlam sekmesine taşıdığımız anda hepsi öznelliklerine kavuşurlar. Argümanları, inancınıza kanalize ederken bunu inançla yaparsınız. İnanmak ise insanın duygusal tercihlerinde verdikleri kararlardır ve kişi burada bir taraftardır. Rasyonellik ve inanç yan yana geldiklerinde çelişkiler oluşmaya başlar. Çünkü rasyonellik, mantıkla yakından ilintilidir ve mantık taraf tutmaz. Bilimde kesin doğrunun olmadığı bilinmesine rağmen referans noktaları, her daim algılarımızın tespitleridir. İnsanın en büyük nimeti de algılarıdır, felaketi de.

Pozitif bilimlerdeki uğraşlar görünen kadarını veri olarak işlememizi sağlar, bir nevi yorumlama ve deney/gözlem etabında teste tabi tutabilme yeteneklerimize kalmıştır. Bilim bu haliyle bile insanlar için filtrelenmiş bir formdadır, çünkü insanın yapısı gereği bakış açıları, yorumlama kapasitesi sınırlıdır ve geniş çerçeveden duruma bakılıyor olsa bile her detayın yakalanması güçtür. Bununla birlikte gerçeğe ulaşma serüvenimizin sonuçlanması çok zordur. Felsefe ve inançlarında bundan farkı yoktur, akıl süzgecinden geçirebilme yetisi, düşünce deneyleri ve yine kalbinin sesi kişiye yol gösterir. -Burada "kalp sesi" mantık yasalarına ters düşer denilecek bir yürütme olur, yine de aslında bu da bir çeşit filtre değil midir?-

Meursault, her ne kadar anlam arayışını kendi felsefesinde doğru bulmasa da, insanın anlam çabası son derece gerekli ve hayatî önem taşır. Hatta kendi bilinçsizce anlam yüklüyordur ve belki de anlamın gelmesini bekliyordur. Meursault iş yerinde alacağı terfi ile yurt dışına çıkabileceğine karşı tepkisiz kalır, ancak ileriki sayfalarda Marie’yı izlerken "Belki de hayatımda ilk kez, gerçekten evlenmeyi geçirdim aklımdan." (Camus, 50) diye düşünür. Hikaye başında rutinleşmiş hayatında konforunu bozmak istemeyen adamın böylesi bir isteği oldukça şaşırtıcıdır. İnsanın edinimleri ve devinimleri, kendi anlamlarıyla çoğu zaman özdeştir. İçine doğan bu arzusu kendi inanışına bir hayli tezat gösteren ilk işarettir.

Bir taşın iki adım ötedeki bakkalın önüne savrulmasının dahi nedeni ve gerekçeleri bulunan bu varlıklar aleminde insan hayatını "öylece, anlam biçmeden" sürdürmesinin olabilitesi düşüktür. Bu kabullenişi sergileyen insanlar anlamdan ziyade “ölümün anlamına" değer yüklemişlerdir. Ölümün geri kalan pek çok anlayıştan daha anlamlı ve gerçeği yansıttığına inanmışlardır, ki Dünya’da öz bilincimize en yakın değişmeyen tek gerçeğin ölüm olduğuna herkes kanaat getiriyorsa, hareketlerimize yön verme sebeplerimizde bize dayanak olan en yüce hakikat o’dur: Herhangi bir canlı yaşamının tam ve kesin bir biçimde sona ermesi.

--

--