Varlık Vergisi Faciası

Varlık Vergisi’ni uygulayan yönetici kadrodan önemli bir isim, İstanbul Defterdârı Mehmet Faik Ökte. O günlerin detaylarını kaleme alıyor. Kitabın yazımı, 1947 başında bitiyor, ancak nedense eseri, 1951'de bastırıyor. Dönem üzerinde tartışmalar bugün de devam ediyor. Eserin, kimilerince hiçbir kıymet-i harbiyesi yok, kimilerine göreyse önemli bir “belgesel” hatıra niteliğinde. On altı ay yürürlükte kalan bu vergi hakkında araştırma yapanların, bakmadan ve atıf yapmadan geçemediği bir referans kaynağı olduğu ise muhakkak.

Zübeyr Yıldırım
Türkçe Yayın
24 min readOct 4, 2019

--

(Solda) 12 Kasım 1942 Tarihli Gazete Haberi

En sonda söylenen sözü en başa alalım: “Ben kendi hesabıma bu mevzuda devletin vekar ve haysiyetine vurulan bu darbe dolayısiyle, başta Başbakan olmak üzere, hepimizin toptan Yüce Divana sevkedilmeyişimize hâlâ hayret ederim.” Peki neler olmuştu da Ökte eserini bu cümleyle bitirmişti? Cahit Kayra’nın ifadesiyle “Varlık Vergisi’nin yöneticisi, Enver Paşa gibi Cemal Paşa gibi başkumandanı Faik Bey” ne olmuştu da bu eseri yazmıştı?

Varlık Vergisi Cumhuriyet malî tarihinin yüz kızartan bir sahifesidir. Bu verginin tatbikinde benimle beraber çalışan arkadaşlarımın çoğu ondan nefret ederler ve bu ceninin gömülmesini isterler. Ben bu fikirde değilim. Bu faciada siyaset adamlarının, memurların, mükelleflerin karşılıklı rolleri, hataları, ıstırapları vardır; onları olduğu gibi belirtmek, bu faciayı bütün çıplaklığiyle meydana çıkarmak ve bu suretle benzeri yeni yeni faciaların tekrarlanmasına mani olmaya çalışmak hepimize düşen bir vazifedir. Ben bu kitabı işte bunun için yazıyorumbu satırları yazarkenPolitika girdabına girmedim. Herhangi bir davayı ispata çalışmadım. Yalnız ve yalnız hakikatlere sadık kalmaya uğraştım. (s. 13, 15)

Ülkemizde vergi gelirleri bakımından, bugün olduğu gibi o dönemde de en önemli şehir, İstanbul’dur. 12 Kasım 1942 ve 15 Mart 1944 tarihleri arasında uygulanan Varlık Vergisi açısından da durum aynıdır. Bu vergiden tahsil edilen gelirin %70'inin İstanbul’dan sağlanmış olması sanırız gerçeği daha net ifade eder.

Mülkiye Mektebi mezunu genç bir maliye müfettişi olan Mehmet Faik Ökte işte bu şehrin malî teşkilatının başında biri olarak kanunun hazırlığından verginin tahakkuk ve tahsiline kadar tüm aşamalarda görev almıştır.

Peki bu olağanüstü şartları haiz vergiyi hangi koşullar hazırladı? 1939'da başlayan ve dünyayı kasıp kavuran büyük savaş, kısa sürede hızla yayılarak sınırlarımıza dayanmıştır. İnönü, o sıkıntılı günlerle ilgili ilerleyen zamanda hitap ettiği bir kitleye, “Ben sizi aç bıraktım ama babasız bırakmadım!” diyecektir.

(Sol Üstte) Ayasofya’nın Minaresinde Askerlerimiz; (Sağ Üstte) Kars Sınırında Nöbet Tutan Askerlerimiz; (Altta) Savaş Başlamadan Kısa Süre Önce (19 Ağustos 1939) İstanbul’da Kimyasal Saldırılara Karşı Yapılan Bir Tatbikattan Görüntüler

Savaşa girmenin bir bedeli olduğu gibi girmemenin de bir bedeli vardır. Bilfiil savaşa girilmediği halde yapılan savunma harcamaları, günden güne artarak bütçede sürekli açıklara sebep olmaktadır. Bunu kapatmak içinse olağanüstü miktarda emisyona gidilmiştir. Savaşın başladığı 1939'da tedavülde 281.460.000 TL banknot varken verginin çıkarıldığı 1942 yılında bu rakam kayıtlarda 733.944.000 TL olarak geçmektedir (s. 32).

Devletin henüz çok genç olduğu bir dönemde çok ciddi ekonomik sıkıntılar baş göstermiştir. Devletçilik politikalarıyla ekonomik ve mali hayatta istikrar sağlanmaya çalışılmaktadır ama nafile! Alınan hiçbir tedbir, bütçe açıklarını kapatmaya ve enflasyonu düşürmeye yetmemektedir. Bu noktada savaş süresince askerlik vazifesini yapan bir milyonu aşan genç nüfusun, üretime katılamadığını ve bunların tüketim harcamalarında önemli bir pay teşkil ettiğini unutmamak gerekir.

Vurguncular ve Savaş Zenginlerine Dair Dönem Karikatürleri

Toplumda ve siyasette zamanla bir hassasiyet daha oluşmaya başlamıştır. Savaş süreciyle beraber vurguncuların (muhtekirlerin) ve harp zenginlerinin sayısında ciddi miktarda artış olur. Bu vakıa, ister istemez dikkat çekmeye başlar: “Mevzuun çetin tarafı, köşe başlarının, ithal ve ihraç iskelelerinin, ekalliyetler (azınlıklar) tarafından tutulmuş olması idi. Hakim ve müstevli unsur askerlik, memurluk ve benzeri işleri elinde tutmuş, buna mukabil ekalliyetler tüccar, komisyoncu, tüccar mümessili ve benzeri adlarla ithal ve ihraç eşyası üzerinde muayyen pursantajlar (yüzde, komisyon) koyarak zenginleşmişlerdi. (s. 38)”

Ökte’ye göre, piyasadaki lüzumundan fazla paranın çekilmesi için ya cebrî borçlanma ya da vergiye müracaat edilmesi gerekmektedir. Maliye Bakanlığı bünyesinde bir komisyon oluşturulur ve vergi sisteminde (özellikle kazanç vergisiyle ilgili) yapılması gerekenler hakkında iki rapor hazırlanır. Ağustos 1942'de kurulmuş olan Saraçoğlu Hükûmeti, Ökte’nin de katkı sağladığı bu raporlarda önerilen kapsamlı değişiklikleri yapmak yerine varlık vergisi çıkarma yolunu tercih eder. Çünkü önerilen reformların sonuçları 2–3 yıldan önce alınamayacaktır ama varlık vergisinin katkısı çok hızlı olacaktır. Bu sebeple hükûmet, konu hakkında ısrarlı bir şekilde çalışmaya yoğunlaşır.

Verginin uygulanmasında eserde sıkça adı geçen idareciler: (1) İstanbul Defterdârı Faik Ökte, (2) Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, (3) Başbakan Şükrü Saraçoğlu, (4) İstanbul Valisi Lütfü Kırdar, (5) Parti Müfettişi Suat Hayri Ürgüplü , (6) Maliye Vekili Fuat Ağralı, (7) Maliye Teftiş Heyeti Reisi Hasan Şevket Adalan

Maliye Bakanı Fuat Ağralı, Lozan görüşmelerinde Türk heyetinde görev yapmış tecrübeli bir politikacıdır. Kesintisiz bir şekilde on yıl Maliye Bakanlığı görevini yürütecektir. Hasan Şevket Adalan ise bürokraside son dönemlerindedir. 1944'ten sonra uzun yıllar milletvekilliği ve bakanlık yaparak siyasetle yoluna devam edecektir. Eserin sahibi Ökte, bu iki siyaset adamının aksine siyasete girmeksizin bürokraside hizmet verip emekli olacaktır.

Ağralı’nın, Adalan’ı Teftiş Kurulu Başkanlığı’na getirmesinden kısa bir süre sonra 12 Eylül 1942'de Faik Ökte de İstanbul Defterdarlığı’na istemediği halde başlamak zorunda kalır: “Neden sonra vukuat Ağralı ile Adalan’ın tasarlanan vergiyi İstanbul’da yürütecek bir kurban seçtiklerini bana anlattı (s. 46).”

Göreve başladığında daha önce valilikten gelen bir yazıyı masasında bulur. Kendilerinden, bulundukları dönemde fevkalade kazanç temin edenlerin isimleri istenmektedir. Bu isimler içindeki azınlıklar ise ayrı bir cetvelde gösterilecektir. Üstlerine bu çalışmanın ne için gerekli olduğunu sorduğunda, bunun istatistiksel bir amacı olduğu belirtilir. İstenen evrak hazırlanır. Bugünkü gibi gelişmiş bir otomasyon ve kayıt sistemi olmadığı için elde kesin bilgiler olmaksızın tahminlere dayalı olarak hazırlanan bu cetvellerde, mükellefler, (M)üslüman, (G)ayrimüslim, (D)önme ve (E)cnebi şeklinde gruplandırılır.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 1 Kasım 1942'de TBMM’nin açılışında yaptığı konuşma gelişmelerin ipuçlarını taşımaktadır. Üç gün önce yaptığı 29 Ekim konuşmasında da benzer tonlamalar mevcuttur.

1 Kasım 1942'de TBMM’de yasama yılı açılışı yapılır. Dört gün sonra Ökte, Ankara’ya çağrılır. Dönemin bakan müşaviri Esat Tekeli tarafından Başbakan Saraçoğlu’nun verdiği direktiflerle hazırlanan Varlık Vergisi Kanun tasarısını inceler. Daha önce yaptıkları çalışmalardan farklı bir metin oluşturulmuştur: “Tamamen takdire dayanıyordu. İtirazı, temyizi yoktu. Ödemeyenleri çalışma tehdidi altında tutuyordu. (s. 50)”

Takvimler 11 Kasım’ı gösterirken Başbakan Saraçoğlu, TBMM’de, kanunu, şu şekilde takdim etmektedir:

Bu kanun ile takip ettiğimiz hedef tedavüldeki paraları azaltmak ve memleket ihtiyaçlarımıza karşılık hazırlamaktır. Bu böyle olmakla beraber bu kanunun tatbikından, Türk parasının kıymetlenmesi, muhtekirler üzerinde toplanan halk buğzunun silinmesi, vergileri önlemek için bizzarure satışa çıkarılacak malların fiyatlarında bir itidal husule getirmesi gibi tâli faydaların tahassül etmesi de imkân haricinde addedilemez.” Kanun metni, 350 milletvekilinin oybirliğiyle kabul edilir ve Resmi Gazete’nin o günkü baskısına yetiştirilir.

Vergi teorisi açısından çok sorunlu olmasına rağmen 4305 sayılı Kanun,12 Kasım 1942'de yayımlanarak yürürlüğe girer. Kanunun amacı, gerekçede şu şekilde ifade edilir: “İktisadî şartların darlığından doğan güçlükleri istismar ederek yüksek kazançlar elde ettikleri halde kazançları ile mütenasip derecede vergi vermiyenleri istihdaf etmekte ve içinde olduğumuz fevkalâde vaziyetin icabettirdiği fedakârlığa, bunları kazanç ve kudretleriyle iştirak ettirmek maksadını görmektedir (s. 54).”

Bir mükellefin varlık vergisi tahsilat makbuzunda, vadesinden sonra ödeme yapıldığı için %1 oranında ceza ödemesi kaydı görünüyor. (Kanunda ceza yerine zam ifadesi geçiyor)

Verginin temel esasları şu şekildedir: “Kanun esas itibariyle kazanç vergisi mükelleflerini, büyük çiftçileri, uhdesinde 2500 lira iratlı veya 5000 lira kıymetli emlak bulunanları mükellefiyete almaktadır (ilerde seyyarlar ve hizmet erbabı da kapsama alınır)…Vergiyi tespitte komisyonlar serbesttir. Vergi 15 gün içinde tarh edilecektir. Unutulanlara iki ay içinde tarhiyat yapılacaktır. Tebliğ, ilan yolu iledir. Vergiye itiraz edilemez. Tahsil müddeti 15 gündür. Bunu takip eden hafta içinde yatırılan vergiler %1, müteakip hafta yatırılanlar %2 zamma tâbidir. Bu devrede borcunu ödemeyenler çalışma mükellefiyetine tâbi tutulur. Bunların ücretlerinin yarısı borçlarına mahsup edilir. Çalışma tatbikatı dolayısiyle de mercilere müracaat edilemez… (s. 56)” Hukuken kısıtlı sayılanlar (mahcurlar), kadınlar, hizmet erbabı, 18 yaşını doldurmayanlar, 55 yaşını geçenler, sevk tarihine kadar askerler, hastaneye kaldırılan hastalar çalışma mükellefiyetine tâbi tutulmamıştır.

İstanbul’da verginin tahakkuk ettirilmesinde görev yapacak bir komisyon oluşturulur. Bu komisyonda vergi idaresi çalışanlarının haricinde o günün iktidar partisi temsilcilerine de yer verilmiştir. İlerde bir dönem başbakanlık da yapacak olan parti müfettişi Suat Hayri Ürgüplü de bu isimler arasındadır. Tarh ve tahsilde ise esas rol, Maliye Teftiş Heyeti’ne verilmiştir.

Ord. Prof. Dr. İbrahim Fazıl Pelin (1886–1944)

Kanun yürürlüğe girince gazetelerde esasları bir bir yazılır. İstanbul Üniversitesi’nde maliye alanında çalışmalarını yürüten İbrahim Fazıl Pelin hoca, Ökte’yi arar ve haklı olarak verginin maliye teroisi açısından sorunlu olduğundan bahseder: İtiraza, temyize ilişkin hüküm yok, verginin oranı belli değil…Nihayetinde yazılanların doğru olduğunu öğrenince Ökte’ye tepkisi şu şekildedir: “Oğlum siz toptan deli mi oldunuz? (s. 64)”

Mükellefler üzerinde verginin tespiti için gerekli bilgiler, milli bankalardan, partiden, emniyetten, güvenilir tacirlerden alınmıştır. Emniyetin belirlediği rakamlar vali aracılığıyla, partinin belirledikleri ise Ürgüplü aracılığıyla ulaştırılmıştır. “Partiden gelen rakamlarda Ürgüplü’nün müfrit idealist markası vardı. Başta ben olmak üzere hepimiz bu genç ateşli çocuğa hayrandık. Fakat tahakkukun son günlerinde ifrata sürüklendiğimizin farkına vardık (s. 73)”… “bu hatanın günahı Ürgüplü’ye ait değildir: bize pişuvalık (önderlik) eden devlet adamlarına aittirBiz o zaman daha kırk yaşını geçmemiştik. Bu kadar mühim bir iş nasıl elimize tevdi edildi? Bize yol gösterenler de bizi çıkmaza sürüklerdi ve tahakkukun bittiği gün hepsi ellerini yıkayıp işin içinden sıyrılacak, bu garip cenazenin kaldırılmasını bizim zayıf omuzlarımıza bırakacaklardı! (s. 74)”

Verginin esas yükü üzerlerinde olan (G) ve (M) grubu cetvelleri hazırlandıktan sonra ayrıca Vali Lütfü Kırdar, parti müfettişi Ürgüplü, Adalan ve Ökte tarafından parti binasında Ürgüplü’nün odasında gözden geçiriliyordu (s. 83). Buradaki görüşmeler, vergi idaresinde oluşturulan komisyonlardaki görüşmelerden daha çetin geçmektedir. Ürgüplü, parti kanalıyla gelen rakamların aynen kabul edilmesinde ısrarcı davranmaktadır. Vali ise daha itidalli olmaktan yanadır. Ökte’nin anlatımına göre buradaki düşünce ayrılıkları, ilerleyen zamanlarda Ürgüplü, Kırdar ve Adalan’ın Ankara’ya heyet olarak gitmelerine neden olur ki ihtilaflarla ilgili son karar verilebilsin. Nihayetinde Ankara dönüşünde (Ökte dahil) herkes müfritleşmiş ve söylemleri itibariyle başbakanla aynı hizaya gelmişlerdi (s. 84).

Böylelikle çalışmalarda sona gelinir.

“Bizden İstanbul için istenen 300 milyondu. Biz arkadaşlar 250 milyon düşünüyorduk. Tahakkuk, tahminimizi 100 milyon kadar aşmakta idi…Vali ve komisyon azası ‘Allah rahatlık versin’ diyerek giderken ben asıl işin bundan sonra başladığını… yükün ağırlığının bundan sonra benim omuzlarıma yüklenmekte olduğunu ne kadar derinden hissediyordum! (s. 103)”

(Solda) Varlık Vergisi Ödeme Süresinin Bittiği ve (Sağda) Tahakkukun Gerçekleştiği Döneme İlişkin Gazete Haberleri

İstanbul’da oluşturulan komisyonlar, bir aylık yoğun bir çalışmanın ardından zamanla yarışırcasına mükellefleri ve borç tutarlarını netleştirir. Basın, gelişmeleri gün gün verir: “Şehrimizde bulunan mükellefler için ayrı ayrı listelerin hazırlanıp her maliye şubesinin kapılarına bugün asılması güç olacağından alakalı makamlar, kanundaki kayda göre listeleri asılmış farz edecek, her mükellefe ayrı ayrı tebligat yapmayı, usule daha uygun bulmuşlardır.” (Cumhuriyet, 17 Birincikânun 1942, Perşembe)

Vergi, 17 Aralık’ta listeler asılmak suretiyle ilan ve tebliğ olunur.

Normalde 15 günlük ödeme süresi 1 Ocak 1943'te sona ermektedir. Hafta sonu tatilleri ve bayram tatili gibi nedenlerle süre, 5 Şubat’a kadar uzatılır. Bu durumda verginin % 2 zamlı ödenmesi gereken son bir haftalık süresi de 20 Şubat’ta bitmiştir.

Borcunu ödemeyenler hakkında icra takipleri ve kampa gönderme işlemleri başlatılır.

Verginin ilk tatbik gününde Beyoğlu tahsilat müdürü Şefik Diler, bütün mücevheratçı, altıncı ve benzeri ticarethanelere ihtiyati haciz koydurttu…İlk adımda efkârı aleyhimize çevirebilirdi… Bilâhare vukuat Şefik’in haklı olduğunu göstermiştir. Zira bu hacizler cebrî satışların en randımanlı kısmını teşkil etmiştir. Vergiyi vermek istemiyenler mallarını 15 günlük tahsil müddeti içinde kaçırmışlardı. Bu zümrede kaçakçılık hepsinden kolaydı. Müdür de haczi bunun için koymuştu. (s.106)”

(Solda) Kanaat Kitabevi’nin ödemesi gereken 494.500 TL vergi borcu için 250.000 TL nakiti vardır. Firma, geri kalan miktarın, mevcut kitap stoklarının MEB tarafından satın alınması suretiyle ödenmiş sayılmasını talep eder. Burada talep nedeniyle Maliye Bakanlığı’na yazılmış MEB Yazısı görünmektedir; (Sağda) Kanunda itiraz yollarının kapalı olduğu belirtilse de başta TBMM olmak üzere devletin ilgili kurumlarına adeta itiraz dilekçeleri yağmıştır. Sadece meclise 13.348 dilekçe gönderilmiştir. (s. 110) Telgrafta, gazeteci Albert Karasu, kendisine tebliğ edilen vergi hakkında başbakana ulaşması için dört dönem milletvekilliği de yapmış meslektaşı Hakkı Tarık Us’tan ricada bulunuyor.

Günler geçtikçe vergi için bana yapılan müracaatlar çoğalmakta ve müz’iç (bunaltıcı) bir hal almakta idi. Yavaş yavaş müracaatlara ayırdığım zamanı kısmak mecburiyetinde kaldım. Bu müddet sonraları 5 dakikaya kadar indi… Sert ve kat’i cevaplarım karşısında alâkalılar bir şey söyleyemiyorlardı ama bana düşman kesildiklerini anlamamak için insanın kör olması lâzımdı. Vergiden mütevellit husumet yavaş yavaş bana teveccüh ediyordu (s. 107).”

Süreç, vergilendirme ilişkisinin her iki tarafı için, hem mükellefler hem de vergi idaresi personeli için, yıpratıcı ve yorucu geçmektedir. Ökte için de durum farklı değildir: “Bu on altı aylık devre benim hayatımda bir dönüm noktasıdır; vakitsiz çöküntüm o vakitte başlar… Aynı hal bütün arkadaşlarda kendini gösterdi. Bu şekildeki mesaiye insan vücudu tahammül edemezdi… Sinirlerimiz o kadar bozulmuştu ki, söz dinlemeye tahammülümüz kalmamıştı. Çeşitli bahane veya mazeretle bizi oyalamak istiyen mükellefleri dinlemiyor, kızıyor, bağırıyorduk. Bünyemizin, sinir manzûmemizin fazlasına tahammülü yoktu. Evlerimizde çoluk çocuk bizimle konuşamaz olmuştu. Mükelleflere sert davranmamızın esas sebebi budur.” (s. 187–188)

Vergiyle ilgili mükerrerlik ve maddi hatalara ait talimatnameler, gizli (mahrem) muamelesi yapılıp basılmamış ve ilan da edilmemiştir. Vergi teorisinde yeri olmayan bu tavır karşısında mükellefler, uygulamada işlerin nasıl döndüğüne bakarak talimatları öğrenebilmişlerdir (s. 112).

Vergi idaresi, itirazlar konusunda (işleri daha da karıştıracakları düşüncesiyle) avukatların işe karışmasından özellikle çekinmiş görünmektedir. “Bu suretle Varlık Vergisi’nde mükellefler, hukukî müzaharetten (yardımdan) mahrum kaldılar…Arkamızı tarihe çevirdiğimizin farkında değildik. Diktatörlüğe, istibdada gidenlerin bu yollardan geçtiklerinin artık farkında değildik. İnsan zalim ve cebbar bir mahluktur; her fırsatta, farkında olmadan ve iyi yaptığı kanaatiyle, zulüm kapısını çalar… Hakikatte yolumuz Hukukun yolundan ayrılmıştı. Avukatlık tarafı da hani kalmamıştı (s. 113, 114)”

Vergi ödemelerinde bankaların takındığı tavra da değinmek gerekir. Verginin oluşturduğu ilk dehşet havasında bankalar, eski müşterilerine el uzatmaktan, kredi sağlamaktan imtina etmiş görünmektedir. Yazar, Ziraat ve İş Bankası’nın bu konudaki mesafeli tutumundan farklı çalışan Emlak Bankası İstanbul şubesinin bir buçuk senelik vergi uygulamasında banka sermayesine yakın bir temettü kaydettiği tespitini yapmaktadır. Bunun dışında Osmanlı Bankası’nın (G) sınıfı mükelleflere hatırı sayılır yardımları olmuştur. Milli Reasürans Kurumu da bu süreci kendi lehine kârlı bir duruma getirmiş görünmektedir (s. 162).

(M) ve (G) mükellefler hakkında uygulamalar devam ederken sıra (E) grubuna gelir. İşte bu noktada diğer ülkelerden tepkiler gecikmez. Ankara, işi vergi idarelerine bırakmadan devreye girer ve bir karar vermek durumunda kalır. Ökte, bunlar hakkında ilk defa vergi işlemlerine girişeceği zaman Ankara’ya haber verince kendisine müteyakkız ve sabırlı olması ve uygulamaya geçmemesi yönünde “Babıali” diliyle bir cevap verilir. Daha önce bir çulluk avında tanıştığı vergi mükellefi Vittol’den gelişmelerin arka planını öğrenir: “Ecnebilerin sefaretleri kanaliyle başbakan nezdinde demarş (diplomatik girişim) yaptıklarını, mevcut anlaşmalara göre Türk teb’ası fevkinde kendilerini teklife hakkımız olmadığını iddia ettiklerini, başbakanın bu talebi kabul ettiğini, Hariciyeden seçilecek bir heyetin yakında vergiler üzerinde incelemeler yapmak üzere İstanbul’a geleceğini, bir yandan konsoloslukların heyete verilecek isim üzerine mukayeseli cetveller hazırlamakta olduklarını ilk Vittol’den duydum… Fena halde canım sıkılmıştı (s. 120).” Adalan’ı arar, duyduklarının hepsi doğrudur. Süreç böylelikle yabancılar için daha güvenceli işlediği için eşya kaçırma gibi yollara girmemişler ve verginin tahsilinde pek sorun çıkarmamışlardır.

Süreçte, Almanların 4241 milyon liralık vergisi 3241 liraya, İngilizlerin 6447 milyon tutan vergisi 2828 milyon liraya indirilmiş, Amerikalılar hiç varlık vergisi vermemiş, Rusların hakkında da hiç takibat yapılmamıştır (s. 125, 126). Bu tablonun, kendimizi müttefiklere yakın hissetmemizin de bir neticesi olduğu notu düşülmektedir.

T.C. Vaşington Büyükelçisinin Konu Hakkında Dışişleri Bakanlığı’na Acil Kodlu Bir Yazısı

(E) grubu için, onların lehinde yapılanları öğrenen (M) grubunun tepkisi sert olmuştu. Kurtuluş savaşı döneminde yabancı tabiiyetine geçmek imkanı varken geçmemiş azınlıklar da benzer tepkiyi göstermişti. Bunlardan Aşkale’ye gönderileceğini anlayan biri Ökte’ye şöyle der: “Müslüman olsam böyle ezilmezdim. Ecnebi olsam bunu bana yapamazdınız, beni sürgüne gönderemezdiniz. Bunların her ikisi bilhassa sonuncusu elimde iken… lik ettim de yapmadım. Ben de Atamız gibi ‘Ne mutlu Türk’üm’ diye düşünürdüm. (s. 124)”

İstanbul’da Onbin TL Üstü Tahsilat Rakamları (s. 141)

Tahsilatların çoğu ilk devrenin son günlerine doğru yoğunlaşınca şubelerde ilave tahsil vezneleri açılmak zorunda kalınır. Akşam 19:00'a kadar tahsilata devam edilmiş, normal mesai saatleri bahane edilerek gelen mükellefler, tahsilat yapılmadan geri gönderilmemiştir. Merkez Bankası saat 16:00'a kadar para kabul ettiği için nöbetçi polisler nezaretinde veznedarlar, kontrol memurları süreç boyunca şubelerde nöbete kalmışlardır. “Burada eli altındaki o sayısız parayı bekliyen küçük ve aç mal memuru arkadaşlarımı hürmetle anmayı bir borç bilirim… Bir buçuk sene devam eden ve iki milyonu aşan varlık vergisi tahsilatında ödediğimiz kasa açığı ikibin lira kadar miskin bir meblağdır. Yukarıki misal varlık vergisi işinde, İnönü’nün tabiriyle ‘maliyenin bir şeref ve namus imtihanı verdiğini’ isbat eder. (s. 142)”

Çalışma mükellefiyetine tabi tutulacak ilk kafilenin, verginin ilanından bir ay sonra sevk edilmesi kararlaştırılır. 6 Ocak 1943 tarihli gazeteler kampa göndermeye ilişkin hazırlıkların başladığını haber verir. 12 Ocak tarihli yönetmeliğe göre mükelleflerden, öncelikle Varlık Vergisi borcuna karşılık hiç ödemede bulunmamış olanlar, daha sonra, vergisini kısmen ödemiş olmakla beraber haczi kabil mallarını kaçırmış olanlar ve nihayetinde menkul malını kaçırmadığı ve borcunu ödeme konusunda iyi niyet göstermiş olanlar sırasıyla çalışma yerlerine sevk edileceklerdi.

Ankara’dan gönderilen direktife göre ilk kafile, elli bin lira borcu olan (G) vergi mükellefleri içinde olup da borcunun % 30'unu vermeyenler arasından seçilecektir (s. 149). Hazırlanan listedekilerle tek tek görüşmeler yapılarak yeni taksit ve vade şartları üzerinde uzlaşılarak listedeki sayı azaltılmaya çalışılmıştır. Bu şartlarda durumu kesinleşenler, öncelikle Moda otellerinde toplanmıştır. (Listedeki 45 kişinin isimleri için bkz. s. 152).

32 kişiden oluşan ilk kafile 28 Ocak’ta trenle yola çıkarılmışlardır. 38 kişilik ikinci kafile 12 Şubat’ta yola çıkarılmıştır. Zamanla gönderilenlerin sayısı, 1400'ü bulacaktır.

Moda otellerinde ağırlama,bir defaya mahsus uygulanmıştır. Bundan sonrası için önce Anadolu yakasında sonra Sirkeci Demirkapı civarında toplama kampı oluşturulmuştur.

(M) grubuna çalışma mükellefiyeti hükmü uygulanmamıştır. Bunlarla ilgili yapılan uygulama, birkaç kişinin kampa alınıp salıverilmesinden ibarettir (s. 154).

Çalışma kamplarına alınanların inşaat işlerinde, taş kırma ve kar temizleme gibi işlerde çalıştıkları bilinmektedir. Kanundaki ifadesiyle, askerî mahiyeti haiz olmayan umumî hizmetlerde veya belediye işlerinde çalışmışlardır.

(Solda) Moda’daki Toplama Yerlerine Sevk Edilen 17 Kişi Hakkındaki 21 Ocak Tarihli Haber, (Sağda) İlk Kafilenin Aşkale’ye Gönderilmesine Dair 28 Ocak Tarihli Gazete Haberi, (Ortada) Karikatür, İkincikânun 1943, C. 15, Yıl 8, S. 28, s. 3.

Çalışma yerleri ve şartları yıllarca konuşulmuştur. Ökte bunlar hakkında şu tespiti yapar: “…çalışma kampında hayat, zannedildiği gibi, meşakkatli ve güç olmamıştır. Aşkale’ye gidenler iklim dolayisiyle senenin mühim bir kısmını evlerinde, kahvehanelerde tavla, iskambil oynamakla geçirmişlerdir. Mütemadî tazyiklere rağmen alâkadarlar hususi havale yolu ile oraya para getirtmek ve rahat yaşamak yolunu bulmuşlardır. O kadar ki bu seyahat, şehir hayatı ve ticarî mücadeleler dolayisiyle bozulan sıhhatleri düzeltmiş, gidenler -ailelerini şaşırtacak kadar- kanlı, canlı, neş’eli olarak geri gelmişlerdir (s. 159).”

Varlık vergisi gibi ciddi uygulanması gereken bir vergide müdahale ve suistimal olması da beklenen bir gerçektir. Ökte’ye göre, bu konuda birkaç önemsiz vaka bir yana bırakılırsa müdahalelere pek yer verilmemiştir (s. 189). Bunun başlıca sebebi, önceden belirtildiği gibi işin yürütmesinin maliye müfettişlerine bırakılmış olmasıdır. “Verginin tatbikinde hatıra gelen ve gelmiyen her çeşit nüfuzdan istifadeye kalkanlar oldu. Bunlar bu işte çalıştırılan müfettişlerin huzur ve rahatını bozdular. Zaman oldu ki, en yakın dostlarımızdan selamı kesmek mecburiyetinde kaldık. Bu vergi bize dostlarımızın en az yarısını kaybettirdi… (s. 190)”… “Verginin tatbikinde beni en çok korkutan davalardan biri de kadındı. Genç, cevval arkadaşlarla çalışıyorduk. Safımızı buradan bozabilirlerdi. Nitekim ilk günlerde bazı denemeler olmadı değil. Fakat müfettişler bir havari edasiyle yukardan bakıp geçtiler. Sonraları icra ekiplerinin daha evvelden tertiplenen neşeli içki sofralariyle karşılaştığı oldu. Memurlarımızı budvarlarına davet eden güzel kadınlar, sütyenlerinin haczedilip edilmiyeceğini gençlerimize soran nazeninler görüldü. Bizimkiler bir Buda heykeli gibi, sessiz ve ciddi durdular (s. 192).”

(Solda) Aşkale Tren İstasyonu; (Sağ Üstte) Vergisini Ödemeyenlerin Mallarının Satışı; (Sağ Altta) Kanunla Vergisi Silinenler Hakkındaki Haber

Başbakan Saraçoğlu, 17 Mart 1943'te hükûmet programını sunuş konuşmasında vergi hakkında o ana kadar gelinen noktayı da anlatır:

Bu vergi bugüne kadar Hazineye 225 milyon lira verdi. Bu vergi sayesinde ufuktaki bulutlar dağıldı. Bu vergi sayesinde maliyemiz genişledi. Hesapsız ve zararlı sarfolunan birçok para, yerinde olarak, pazardan çıkarıldı. Emisyon miktarı arttırılmadı. Hattâ bu miktar 767 milyondan 720 milyona düştüğü gibi Merkez bankamız, mühim kısmı son aylarda olmak üzere 35 ton da altın aldı. Bununla merkez bankasındaki altınlar bildiğiniz altınlardan 15 milyona varmıştır. Dikkatinizi celbederim, banka bunlardan maada son bir kaç ay içinde 35.000 (12) milyon İngiliz lirası biriktirdi. Böylece Türk parası hiçbir zaman bu kadar sağlam olmadı ve böylece paramız çok memlekette gıbda uyandıracak bir duruma yükseldi. Dünya muharebesi dördüncü yılını yaşarken bu vaziyette bulunmanın çok memnuniyet verici olduğunda şüphe edilemez.

Bu konuşmadan kısa bir süre sonra Varlık Vergisi’ne bir kardeş gelir: Toprak Mahsülleri Vergisi. Saraçoğlu’nun ısrarıyla ve “vergiyi eski aşara benzetmemek için elden gelen bütün gayreti sarfetmiş bulunuyoruz” savunmasıyla çıkartılmıştır. Tasarı, mayıs ayında meclise sevk edilir ve kanun, 7 Haziran’da yürürlüğe girer. Bu vergi de Varlık Vergisi gibi takdire dayanmaktadır. Geniş bir mükellef kitlesine sahip olsa da “diğerlerinin aksine” bunların sesleri, hiçbir zaman çıkmamıştır. Ökte, mahsul üzerinden alınan bu verginin mükellefleri için “Senelerin cefakeşi Anadolu ise her derdi sineye çekmesini bilen bir rinddir.”demektedir. (s. 201–203) İlk fırsatta kaldırılacağı vaad edilse de en son 1948'de tahsilatı yapılmıştır.

Zamanla Varlık Vergisi’ne içerden ve dışardan yükselen itirazlar, dünya savaşında dengenin değişmesiyle birlikte karşılık bulmaya başlar. Hükûmet, bu seslere daha fazla kayıtsız kalamaz. Öncelikle Aşkale’dekilerden 900'ü Eskişehir Sivrihisar’daki kampa nakledilir.

Dönemin sonlarına gelindiğini gösteren ilk kanunî adım 17.9.1943'te atılır ve 4501 sayılı Kanun çıkarılır. Buna göre, seyyar mükelleflerin ve hizmet erbabı mükelleflerin, varlık vergisi borçları terkin edilir. Bu da toplamda 23,610 mükelleften alınacak 12,266,966 TL’ nin silinmesi demektir (s. 196).

Diğer bir adım, 3 Aralık 1943 tarihini taşıyan Başbakanlık yazısıdır:

Dâhiliye, Maliye, Nafia Vekâletlerine,

Varlık Vergisi borçlarını kanunun tayin ettiği müddet içinde ödemediklerinden dolayı çalışma mükellefiyetine tabi tutulmuş olan vatandaşların, aile ve iş muhitlerinde çalışarak bakiye borçlarını ödeyebilmek imkânlarını bulabilmeleri için aileleri nezdine iadeleri tensip olunur.

Arzederim. Dâhiliye, Maliye, Nafıa Vekâletlerine yazılmıştır. (Başvekil)

Kamptan dönenlerden oluşan bir grupla o sırada avdan dönen Faik Ökte’nin yolu, bir vapur iskelesinde kesişir ve aynı vapura binerler. Gruptakiler, Ökte’yi tanıdıklarından, vapurun üst güvertesinden ona doğru eğilerek hep bir ağızdan “Yaşasın Cumhuriyet!” diye bağırırlar. Ökte bunun üzerine şu yorumu yapar: “Bu uğultu ne zamandır cefa çeken bedbaht bir kitlenin alabileceği en büyük intikamdı…” (s. 159)

Verginin Geneline İlişkin Toplam Rakamlar (s. 197)

Varlık Vergisi’ni ortadan kaldıran asıl kanun, 15.3.1944 tarihli 4530 sayılı Kanun’dur. Tarh edilip de tahsil edilmemiş vergi bakayasının terkin edilmesi suretiyle devlet, toplamda 112,612,167 TL’nin tahsilinden vazgeçmiştir (s. 196, 236). Bunun büyük yekûnu, 96,663,203 TL’ si, İstanbul’a aittir. Bunu daha küçük rakamlarla İzmir, Bursa ve Seyhan (Adana) takip etmektedir.

Ökte’ye göre “Varlık Vergisini koyan hükûmetle bu tasfiyeyi yapan hükûmetin aynı olması Demokrasi tarihinin bir garibesidir. Gerçek Demokraside vergi ile beraber onu koyan hükûmetin tasfiyesi, sahneden çekilmesi icap ederdi. Fakat o günler meclisin hükûmeti düşürmeyi aklından geçiremeyeceği günlerdi (s. 200).”

Ökte, eserin sonlarında, vergi adaletine ve vergi ahlakına ciddi zarar verdiğini düşündüğü bu vergi hakkında kendisine sorduğu ve cevapsız bıraktığı soruları da sıralamaktadır (s. 207):

1) Vergiyi tahakkuk ettirmek için bize neden 15 gün verdiler? İşi bu kadar aceleye getirmekte ne mana vardı?…

2) …neden mükellefleri mal beyanına davet etmedik?…

3) …neden itiraz kapıları kapatıldı?…

4) …Vergiyi taksitlere ayırmak, hatta birkaç senede tahsil etmek icap etmez miydi?

5) Vergiyi vermeyenler hakkında tatbik edilen çalışma mükellefiyeti nedir? Nereden çıkarılmıştır?…

6) Varına yoğuna el koyduğumuz mükelleflere ait eşyanın satış bedeli vergiyi karşılamadığı zamanlarda mükellefi ne hakla bir de çalışma mükellefiyetine tabi tuttuk?…

Mehmet Faik Ökte (1902–1982)

Malî dönemde bu vergi ile kaybettiğimiz en kıymetli döviz, vatandaşın devlete olan itimadının sarsılmasıdır…Cumhuriyetten, bilhassa 1926 yılından sonra, vergi reformu yavaş, fakat emin adımlarla inkişaf etmekte idi. Varlık Vergisi bu reformun grafiğine düşen bir mürekkep lekesidir (s. 210). Verginin bu karakteri Lozan’dan sonra yavaş yavaş kazanmaya başladığımız ekalliyetleri (azınlıkları) bizden soğutmuştur (s. 211).”

Kitap basıldıktan sonra beklendiği gibi büyük ses getirir. Yazarı, yükselen eleştiriler karşısında tabii olarak kendisini savunmak için gazetelere mektup göndermek zorunda kalır. Aşağıda bu mektubun başlıca kısımlarına atıf yapılan bir gazete haberi görünmektedir:

Vatan Gazetesi, 26 Mayıs 1951 Cumartesi
Dönem Karikatürleri

Diğer ilgili yazıya bakmak isterseniz:

İLAVE OKUMALAR

Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün Varlık Vergisi hakkındaki bir beyanı: “Bu vergiyi getirmekle iş adamlarına, ticaret erbabına ve azınlık mensuplarına zulüm yaptığımız söyleniyormuş. Hangi zulümden bahsediyorsunuz dedim. Köylü, kasabalı gençlerimiz, birçok yetişmiş vatandaşımız, yıllardır kar kış demeden dağda bayırda sınırları bekliyorlar, dünyanın sıkıntısını çekiyorlar, hiç sesleri çıkmıyor. Şimdi onlara destek olmak üzere, şehirlerimizde rahat evlerinde oturarak, her zamanki işlerini yaparak bol para kazanmış olanlardan biraz fedakârlık bekliyoruz. Bu mu zulüm? Onlardan istediğimiz katkı sınırları bekleyenlerin zahmetleri, sıkıntıları yanında pek küçük kalır.” (Erdal İnönü, Anılar ve Düşünceler, Cilt 2, Yorum Kitapları, İstanbul 1998, s. 144)

Başbakan Saraçoğlu’nun, 5 Ağustos 1942'de ilk hükûmetini kurarken yaptığı program sunuş konuşmasından: “Arkadaşlar, Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız. Dünkü Türk gençleri müstakil ve hür bir vatana malik olmak şuurlu ve mütecanis bir millete mensup olmak, memleketi müspet ilimlerle idare etmek ve vatanın hayat ve servet membalarını memleketin elinde görmek istiyorlardı. Bugün bütün bu idealler birer birer tahakkuk etti. Vaktiyle İzmir’in atlarla çekilen tenekeden tramvayları bile yabancı bir şirketin imtiyaz mevzuu sayılmıştı. Bugün vatanın dört bucağında muntazaman işliyen trenler, yer yer kurulan fabrikalar sadece Türk bilgisi tarafından yaratılmıştır. (…) İktisadi ve siyasi sahalarda Devletçilik, fertçilik ve kooperatifçiliğe bırakılan sahalar o kadar geniştir ki bunlar arasında bir menfaat çarpışması asla olmıyacak ve ileride de olmaması için de daima dikkatli ve hesaplı yürüyeceğiz. Bizde imtiyazlar ve sınıflar asla mevcut olmadı. Demokratlık Türk tarihinin derinliklerinden yuvarlanıp gelen büyük bir hakikattir. Biz halkçı idik, halkçıyız ve daima da halkçı kalacağız. Tek Partili bir Devlet kurmuş olmamız başlıca bu büyük hakikate dayanıyor. Biz ne sarayın ne sermayenin ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hâkimiyetidir.”

Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun kanun yürürlüğe girmeden önce parti kuruluna yaptığı (9 Kasım 1942) basına kapalı konuşmasından: “Bu kanun, aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.” (Faik Ahmet Barutçu, Siyasi Anılar 1939–1954, Milliyet Yayınları, s. 263)

Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır.” (Cumhuriyet Gazetesi, 21.1.1943)

Vergi mükelleflerinden Leon Bahar’ın İstanbul Valiliği’ne hitaben yazdığı hak arama dilekçesi (Bahar Tamam Arşivi)

Ökte, verginin aleyhinde yazıları nedeniyle Bakanlar Kurulu kararıyla iki defa gazetesi kapatılan ve adı (D) grubu mükellefler içinde yer alan Ahmet Emin Yalman’dan da bahseder (s. 195).

İlk zamanlar kendisi böyle bir verginin taraftarlığını yapar. 29 Mayıs 1942 günü Vatan gazetesindeki köşe yazısında: “Bize kalırsa bir defalık olan bu verginin tahakkuk ettirilmesi için başlıca büyük şehirlerde fevkalade heyetler kurulmalı ve banka erkânı, ticaret odaları erkânı, her türlü ticari sahanın temsil kudretine haiz dürüst adamları bu heyetlerde vatanî vazife almalıdır. Bunlar defterler filanlar ile beraber bir takım kıyas ve karinelerle iş görmeli ve asıl vurgunculara vatan borcunu ödetmeye imkân hazırlamalıdır. Zaten asıl vurguncular yüzlerle sayılacak kadar az olduğu için çıkar yollar bulunabilir.” demektedir.

Yalman’ın vergiyle ilgili düşünceleri, uygulamayı görünce değişir. Anılarında şu tespitler yer alır: “Harbin sonuna yaklaştığı devirde tek parti iktidarı akla sığmaz derecede hatalı bir yol tuttu. Varlık vergisi adı altında çıkarılan bir kanun memleketin şeref ve itibarina karşı büyük bir tehlike halini aldı. Varlık Vergisi kanunu hiçbir ölçü tanımıyordu. Belli ki Nazi usullerini taklit yoluyla azınlıkları ezmek, siyasi düşmanlara meydan okumak ve siyasi dostları korumak maksadıyla meydana gelmişti. Gizli çalışan bir komisyonun bir adama biçtiği vergi borcu, bütün varlığının beş, on misli olsa bile buna karşı hiçbir itiraz ve şikâyet kapısı yoktu. Aynı idarede çalışan bir azınlık mensubu, ona benzer mevkide bulunan bir Türkten kat kat fazla ve takatinin dışında bir vergiye tabii oluyor ve ırkçı bir hedefi göz göre göre gerçekleştirmek inadıyla perişan ediyordu.” (Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, Cilt 3, Rey Yayınları, İstanbul 1970, 375–376)

Vurgunculuğun tarihine ilişkin 1939'da kaleme alınmış bir yazı

Bernard Lewis bir eserinde bu vergiye de yer ayırır ve şu yorumu yapar: “…Türkiye’nin dış itibarı üzerindeki etki daha da kötüydü. Türkiye Cumhuriyeti’nin, kuruluşundan beri mali politikasının dürüstlüğü, dini hoşgörüsü dolayısiyle kazanmış olduğu iyi ün tahrip edilmişti. Onu yeniden kurmak kolay değildi.

Türk vatanseveri için, Varlık Vergisi’nin en affedilmez yanı, Türkiye’nin egemenliğini ve vekarını düşürmesiydi. Ecnebi vatandaşlarına haksız ve ayrıcalı vergiler koymak suretiyle, Türkiye diğer devletlerin kendi iç işlerine müdahalesini davet etti; sonra yabancı baskısıyla bu vergileri düzeltmekle de Atatürk cumhuriyetinin hükûmeti, çok önce kaldırılmış olan Kapitülasyonların en utanç verici ve küçültücü durumlarına yeniden düştü.” (Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 5. Baskı, Ankara 1993, s. 300)

İstanbul’daki İngiliz Ticaret Odası’nın (1943) yıllık raporlarından:

Her hangi bir fevkalâde vaziyeti karşılamak üzere munzam bir vergi ihdasına hiç kimse itiraz edemez, fakat mükelleflere vergi tahmil edilirken hiçbir sabit vahidi kıyasî gözetilmemiştir. Bu kanun, mükelleflere temyiz hakkı vermemekte ve icapları ifa edilmediği takdirde de mükelleflerin şiddetle cezalandırılmalarını, hatta mecburî ameleliğe alınmalarını istilzam eylemektedir. Sermaye üzerine konulmuş çok ağır bir vergiden başka bir şey olmayan bu verginin yalnız münferid tâcirlerin değil, aynı zamanda bütün piyasanın istikrarını haleldar ettiğini tebarüz ettirmek lüzumunu hissetmekteyiz. Bu vaziyet karşısında Birleşik Krallıktaki ihracatçıların; yeni teklifleri nazarı itibara alırken en geniş manasında ihtiyatlı bir hareket serbestîsini muhafaza etmeleri iktiza etmektedir.”

Kemancı: Ne emrediyorsunuz bayım, çalalım? Vurguncu: Bana n’oldu da ben bilemem? (Amcabey, 5 Aralık 1942, Cilt:1, Sayı:1)

“-Galanti Efendi, dedim, siz tarihçisiniz, işi şöyle almalısınız: Biz Türkler asırlardan beri bin bir harpte, bin bir cephede kan dökmekten, askerlik etmekten, ticarete, sanayie, para ve sermaye biriktirmeye vakit bulamadık. Sizler, yani bütün azınlıklar ise bunları yaptınız. Biz sizi savaşlardan koruduk. Siz orduya asker vermediniz. Hatta bir takım yollarla vergi de vermediniz. Ticareti, sanayii, ithalat ve ihracatı, para ve sermayeyi ellerinizde topladınız. Bu işler, bizim asırlarca döktüğümüz kanlar pahasına ve hele Tanzimat’tan sonra münhasıran siz azınlıkların ellerinde toplanan imkânları korumak için oldu. Tanzimat Fermanı bile, bizleri bu savaşlardan kurtarmak için değil, sizlerin ‘mal, can emniyetinizi’ korumak gerekçesiyle ilan olundu. Bu bizim asırlarca dökülen kanımızla sizin bu sefer vereceğiniz bir iki yüz milyon kâğıt liralık varlık verginizi karşılaştırırsak ve buna hatta bir kan vergisi dersek, hesaplaşmamız acaba çok zalimane olur mu ne dersiniz? İsterseniz bizim dökülen kanlarımız ve sonu gelmez askerlik emeklerimizle sizin şu bir avuç vergi fazlanızı karşılaştıracağımıza, sizin biriken servetlerinizle bizim biriken kan ve askerlik haklarımızı teraziye koyarak hesaplaşalım. Eğer biz haksız çıkarsak, vergileriniz silinsin. Ne dersiniz?…

-Galanti Efendi şöyle konuştu: “Asla! Böyle bir hesaplaşmaya gidemeyiz! Çünkü o zaman yalnız bütün malımızı, mülkümüzü değil, cemaatlerimizin bütün fertlerinin canlarını da teraziye koyarsak, biz sizin asırlık kan ve askerlik haklarınızı ödeyemeyiz. Aldığınız vergi helâl olsun. Bu vergi, senin dediğin işler teraziye dökülünce, bizim ödememiz lâzım gelenin, bir zerresi bile değildir.” (Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Cilt 2, 6. Basım, İstanbul 1991, s. 235–236)

Prof. Dr. Fritz Neumark (1900–1991)

Hitler Almanya’sından kaçarak ülkemize sığınan çok sayıda bilim insanından biri, İktisat ve Maliye alanlarında çalışmış Prof. Dr. Fritz Neumark, anılarında bu konuya yer verir: “…Savaşın yol açtığı kısıtlama her şeyden evvel, geniş halk kitlesi için en önemli gıda maddesi olan ekmeğin yanında kömürü ve ayrıca çay, kahve, şeker ve bazı giyecek maddelerini kapsıyordu. Fakat biz gene de aç kalmıyorduk ve eğer ara sıra üşüsek bile, yakıt genellikle en azından bir odayı ısıtmaya yetiyordu… Savaş sırasında lüks madde haline gelen dikiş iğnesi, mektup kağıdı, jilet, pamuklu eşyalar ve buna benzer şeyler de karaborsaya düşmüştü. Düzensiz aralıklarla bu tür eşyaları seyyar satıcıların elinde görünce, bütün ulaşım zorluklarına rağmen bu tür eşyalarla yüklü bir geminin daha İstanbul limanına vardığını anlıyorduk….Bir tarafta enflasyon yüzünden giderek büyüyen açlık ve sefalete mahkum edilen veya alışılagelmiş mütevazi tüketim alışkanlıkları şiddetle kısıtlanmış büyük bir halk kitlesi, diğer tarafta ise kesinlikle barış zamanından kötü olmayan, hatta belki daha iyi bir hayat süren ufak bir zengin tabakası vardı. Bunların arasında ‘nouveaux riches’ler (yeni zenginler) az değildi… Böyle bir ortamda Türk Hükûmeti ekonomik ve mali politika sahasında en esaslı ve müessif tedbirlerden birisi, varlık vergisini yürürlüğe koymuştur. Ancak seçilen bu vergi biçiminin mali ve sosyal yönden doğru olup olmadığı ise şüpheliydi…Olağanüstü zamanlarda böyle bir tedbir bir defaya mahsus olmak üzere, bazı şartlar çerçevesinde mazur görülebilirdi. Bu şartların en mühimi, her şeyden evvel maliyenin böylesine teknik ve ekonomik problemlerle yüklü bir vergiyi, oldukça titiz ve adaletli bir şekilde tahsil edebilme yeteneğine sahip olmasıdır. O sıralar ise Türkiye’de böyle bir durumun bahsi bile edilemezdi. Zira her şeyden evvel ne yürürlükte olan genel bir varlık vergisi, ne de daha ötesi, bütün gelirleri kapsayan modern bir gelir vergisi mevcut idi ki, ancak bu iki vergi, varlık vergisinin gerekli enformasyon kaynağını oluşturabilirdi. Bu eksiğin yanı sıra, Varlık Vergisi Kanunu’nun şeklen bir tarifesi bile yoktu. Bu inanılması güç gerçek açısından bakılırsa, vergi uygulamasının insafsız, haksız ve daha doğrusu keyfi bir işlem olmaktan öteye gidememiş olduğu kolayca anlaşılır. Kanunun amaçladığı ve fiili olarak büyük ölçüde ulaştığı, azınlıkları, özellikle Ermeni, Rum ve Yahudileri, ama büyük bir ölçüde yabancı ülke vatandaşlarını da aynı şartlarda yaşayan öz Türklere nazaran çok daha vergiye tabi tutmak idi. Benim bilgim olan ve istisnasız azınlık mensuplarıyla ilgili birçok hallerde, istenilen vergi mükellefin bütün servetini kat be kat aşmakta idi ve mükellef bunun sonucu olarak ya iş yerini uygunsuz fiyata satmaya ya da çok borçlanmaya mecbur kalmıştır. Bunun izleri, uzun zaman ve yoğun bir şekilde Türk ekonomik hayatına yerleşti ve özellikle mükelleflerin zaten pek yüksek olmayan vergi ahlakını son derece düşmesine sebep oldu... Varlık vergisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin maliye tarihinde üzücü bir bölümdür. Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün memleket içinde ve dışında oluşturmuş olduğu itimadı önemli ölçüde ve uzun bir süre için sarsmıştır.” (Fritz Neumark, Boğaziçine Sığınanlar, Çev.: Şefik Alp Bahadır, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1982, s. 142-146 arası seçmeler).

Vergi Borcunun Ödendiğine Dair Bir Makbuz Şerhi

Aşkale’ye 1942'nin Aralık ayında gitti babam.

Bir yıl olmuş neredeyse…

1943'ün Aralık ayındayız, yine bir kış günü (…) Kapı çalmış, çocuklardan biri koşup açmış, farkında değilim. İçeriye, oturma odasına bir dilenci giriyor. Beyaz saçlı, saç sakal karışık ihtiyar bir adam (…) Bu adam kim diyoruz, neden geldi acaba, dilencinin evin içinde ne işi var. Annem de şaşkın, biraz da korkuyor.

Ve adam konuşmaya başlıyor. O konuşmaya başlayınca sesinden tanıyoruz ki bu adam benim babam. Bir yıl önce saçları simsiyahtı, şimdi saçlar bembeyaz olmuş. Aşkale’de saçları tam siyahtan, tam beyaza dönüşmüş, biraz da dökülmüş…

Çok fena kokuyordu, çünkü dört günlük bir yolculuktan geliyor, üstelik giderken yaptıkları gibi yine vagonlara doldurmuşlar…

Annemin ilk isteği, “Aman gel, şu üstündekileri çıkar ve yıkan!” oldu (…)

Öyle ayakta beklerken evi süzdü, ev bıraktığı gibi değildi, çok yabancı geldi ona. Boş, eşyasız bir ev… Evine dönmenin, ailesine kavuşmanın mutluluğu varsa da yüzündeki ifade çok donuk. Benim hatırladığım derin bir hüznün devamı… (İshak Alaton, Lüzumlu Adam, Alfa Yayınları, 3. Basım, İstanbul, 2012, s. 33 vd.)

Babamın, birincisi Barzilay Adato (Burhan Haker) ve ikincisi Yako Adato (Aykut Haker) olmak üzere, kendilerine ait işleri olan iki kardeşi vardı. İkisine de servetlerinin yaklaşık üçte biri oranında vergi geldi. Bu o kadar hafif bir miktar değildi, ama ödeyebilecekleri ve yine de ayakta kalabilecekleri bir meblağdı. İkisi de vergilerini beklemeden ödediler ve mesele kapandı. Tahakkuk memurları, adlarına bakarak iki amcamın Müslüman olduklarını sanmış olmalı. Dini kimliklerini kontrol etselerdi Musevi olduklarını öğreneceklerdi (…)

Ferdi vergi miktarlarının gazetelerde yayınlandığı gün, aralığın ilk cumasıydı. Robert Kolej’de yatılı bir öğrenci olduğumdan normalde okulda olmam gerekirdi, ama nedense evdeydim. Sabah gazeteyi açtım. Gazetede, özellikle yüksek vergi miktarlı vergilere çarptırılan mükelleflerin adları ve ödemeleri gereken vergi miktarları yazıyordu.

Çok kaygılandık ve sabırsızlıkla akşam babamın gelişini beklemeye başladık. Babam her zamanki gibi yedide geldi. Zil çaldı ve kapıya seğirttik. Annem kapıyı açtı, hepimiz beklenti dolu yüzlerle babama bakıyorduk. Bize kederli bir ifadeyle baktı ve “Vergi 60.000 TL, ama servetimiz 90.000 TL” dedi. (Günümüzün parasıyla sırasıyla yaklaşık 256.000 dolar ve 384.000 dolar) Bize bir şeyler bırakıldığından, rahat bir nefes aldık. Haker-Salinas ortaklığı bir Müslüman ve bir Yahudiden oluşurdu. Bu tür “karma” ortaklıkların nasıl vergilendirileceğine dair kurallar yoktu (…)

Vergiyi ödemek için işyerindeki malların büyük ölçüde tasfiye edilmesi gerekti. O anda bu kolay bir iş değildi. Envanter yalnızca bazı kayıplar sineye çekilerek tasfiye edilebilirdi, başka seçenek yoktu. Vergi ağır ağır ödendi, ama iki ay içinde işletme, 40.000 TL’yi ya da verginin üçte ikisini ödemişti. Bu noktada daha sonraki bir taksit ödemesi vesilesiyle babamın yetkililere Müslüman olduğunu bildirmesi için bir fırsat doğdu ve hak ettiği muameleyi görmediğinden yakındı.

Babam bunları konuştuğu memuru gafil avlamıştı. Memur neredeyse özür dileyerek, Müslüman olduğunu bilselerdi yetkililerin onu farklı bir değerlendirmeye tabi tutacaklarını söyledi. Bu noktadan sonra Mösyö Naim yerine Naim Bey diye hitap etmeye başladı (…)

Memur, babama ayrıca onu vergilerinin tümünü ödeyemeyen yükümlülerin zorunlu hizmet için gönderildiği, İstanbul’un bin kilometre kadar doğusunda ve Kafkasya sınırının yakınlarında Tanrı’nın unuttuğu bir yer olan Aşkale’ye gitmekten kurtarabileceğini söyledi (…) (Erol Haker, İstanbul’dan Kudüs’e Bir Kimlik Arayışı, Kitap Yayınevi, 1. Basım, İstanbul 2004, s. 59 vd.)

MERAKLISI İÇİN ÖNERİLEN OKUMA-İZLEME LİSTESİ

Ali Sait Çetinoğlu, Varlık Vergisi 1942–1944, Belge Yayınları

Arslan Başer Kafaoğlu, Varlık Vergisi Gerçeği, Kaynak Yayınları

Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İletişim Yayınları

Ayhan Aktar, Yorgo Hacıdimitriadis’in Aşkale-Erzurum Günlüğü (1943), İletişim Yayınları

Cahit Kayra, Savaş Türkiye Varlık Vergisi, Tarihçi Kitabevi

Hüseyin Perviz Nur, Varlık Vergisi ve Azınlıklar, Eren Yayıncılık

Nurten Yalçın Erüs, Leon Bahar’ı Takdimimdir, Kırmızı Kedi Yayınevi

Rıdvan Akar, Aşkale Yolcuları & Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, Doğan Kitap

Rifat Bali, Varlık Vergisi: Hatıralar — Tanıklıklar, Libra Kitapçılık

Varlık Vergisi’nin uygulandığı dönemde İstanbul’da görevli olan Cahit Kayra’nın 18.1.2009, 3.3.2011 ve 14.6.2014 tarihli canlı yayın kayıtları

--

--