Varoluşun İki Boyutu Çerçevesinde Frances Ha

Nagihan Demirsu
Türkçe Yayın
Published in
5 min readOct 24, 2019

Frances Ha’yı ilk izlediğimde yirmilerin başındaydım. Bende nasıl bir his bıraktığını inanın hatırlamıyorum. Tek hatırladığım; standart filmlerin dışında filmleri izleyerek kendine sinemasever cool bir kimlik yaratma derdinde olan, İstanbul’a yeni gelmiş, Sex and The City delisi olmuş, ‘neyi deneyimlesem de kendime hikaye yaratsam’ diye ortalıkta dolaşan, bir son ergenlik dönemi bireyi olduğum.

Şimdi çetrefilli ve yaşıtlarımla benzer mutsuzlukları paylaştığımız bu yirmili yaşların ikinci yarısında debelenirken yeniden karşılaştım Frances ile. Ve filmi, son günlerimi oldukça meşgul eden varoluşun iki boyutu çerçevesinde izlerken buldum kendimi: Sosyal Boyut ( Mitwell) ve Kişisel Boyut (Eigenwelt).

Varoluşsal psikoterapi ekolünün beni en çok çeken yanı, insanı iyi, kötü, çirkin gibi herhangi bir sıfatla sınırlandıran bir bakış açısı taşımaması olmuştu.

Varoluşçu psikoterapi, insanı tüm sıfatlarından bağımsız, varoluşun dört boyutunu karşılamaya çağırır. Fiziksel boyut, sosyal boyut, kişisel boyut ve tinsel boyut. Bu boyutların her birinin çatışması, temelde çözülemezdir. Biraz sarsıcı ve kaygı verici oluyor böyle söylediğimde farkındayım ama bu korkutucu bir şey değil inanın.

Bu kaygıları karşılama şeklimiz ile “dünyada olma” deneyimini nasıl yaşayacağımızı seçeriz. Yüzleşerek özgürleşebilir ya da direnerek/yok sayarak kaygı seviyesi arşa yükselen bir yaşam içinde olabiliriz. Yüzleşin ya da yüzleşmeyin, bu dört boyut insanın dünyaya fırlatılışı ile üzerimizde yerini bulan ve insanlığın yok oluşuna kadar kalacak olan gerçeklerdir. Ben sadece iki boyut üzerinde duracağım bu yazımda.

Frances tüm bunlarla nasıl yüzleşiyor?

Filme kısaca dönecek olursam; film 27 yaşında, dansçı olmak isteyen Frances’ın hayatından doksan dakikalık bir kesit sunuyor bize. Frances, üniversiteden beri en yakın arkadaşı olan Sophie ile New York’da yaşayan, hayallerini ulaşabilmek için profesyonel bir dans şirketinde “şimdilik” stajyer olarak çalışan genç bir kadın. Film Sophie ve Frances’ın günlük rutinlerini içeren ve dostluklarını bize sunan sekanslarla başlıyor. Sonrasında Frances’ın “uzun bir süredir zaten iyi gitmeyen” ilişkisine bir göz kırpıyoruz. Filmin kırılma noktası ve varoluşsal boyutların zihnimde devreye girmesini sağlayan an ise; Frances Sophie’yi yarı yolda bırakmamak için erkek arkadaşına taşınmayı reddeder ve ondan ayrılırken, Sophie’nin ‘daha iyi bir yerde yaşama’ isteğiyle erkek arkadaşıyla ev tutacağını metroda Frances’a söylemesi oluyor. Film burada pik yapıyor bir anlamda ve sonra Frances’ın uğradığı hayal kırıklığı ile kendi Mitwelt ini ve Eigenwelt ini nasıl karşıladığını izlemeye başlıyoruz.

Eigenwelt;

Yani Kişisel Boyut; kendimizle olan ilişkilerimiz, geçmiş ve gelecekteki deneyimlerimize dair görüşlerimizi içeren bir çerçeveyi tanımlar.

Bu boyutta incinebilir oluşumuz ile karşı karşıya kalırız. Seçimler yaparız ve bu seçimler zaman zaman bizi yaralar. İnsan olmanın kırılganlığı üzerimize yapışır, “ne olacak şimdi?” , “neden böyle davrandım?” “ah kafam ah” tarzı cümlelerle aynada yakınırken, bizi bu kaygıdan kurtaracak kelime ile karşılaşırız: Sorumluluk!

Güçsüzlüğümüzü görmek, seçimlerin sorumluluğunu almak Eigenwelt den dayanıklılığımızı ve içimizdeki gücü keşfederek çıkmamızı sağlar. Biliyorum bu çok zor bir durum, — ki unutmayın ki bunlar varoluşsal psikoterapide aylarca çalışılan konular — ama mümkün.

Danışanlarımdan biri seanslarımızın birinde, son günlerde yaşadığı deneyimi anlatan ve beni de çok etkileyen bir metafor kullanmıştı. Bir duvar olduğunuzu düşünün, sert, dimdik, gelen her acıya ya da hayal kırıklığına meydan okuyan sert mi sert bir duvar. Hayat ise bir pinpon topu. Her deneyiminiz ile o pinpon topu size çarpıyor, siz ise tüm sertliğiniz ve gücünüzle dimdik karşılıyorsunuz o topları. Siz de aynı kuvvetle zıt yönde bir tepki geliştiriyorsunuz topa karşı. Hızı azalmıyor topun ve size çarptıkça çarpıyor. Canınız da yandıkça yanıyor.

Şimdi ise daha esnek ve yumuşak bir duvar olduğunuzu ve o deneyimleri güçsüzlüğünüzle, tüm kırılganlığınızla, kendinizle savaşmadan karşıladığınızı düşünün.

Deneyimler yani pinpon topları ardı ardına size doğru büyük bir hızla geldiğinde onu bu esnekliğinizle nasıl daha acısız karşılayacağınızı düşünebiliyor musunuz?

Eingenwelt i bana hakkıyla yaşamayı hatırlatan bu metaforu o seanstan beri aklımdan çıkaramıyorum. Bu filmde de yine yeniden kafamın içinde belirdi.

Frances’a gelecek olursam; o, içinde büyütmediği çocukla kırılganlığını saklama derdinde olmayan bir kadın filmin en başından beri benim için. Hayatın getirdikleri içinde akan, hüznünü ve her zaman yorgun oluşunu saklamayan bir kadın. Yaptığı seçimlerin kavgasını kendiyle yapmak yerine otantikliği içinde taşıyan ve sokaklarda kalem eteğiyle dans eden bir kadın. Film Eigenwelt den öte Mitwelt yüzleşmesi barındırıyor bence ama yine de Franses’ın hüznünü, acısını ve kırılganlığını karşılama şekline hayran kaldığımı söylemeden ve bu boyuta değinmeden geçemedim.

Mitwelt;

Ya da kişisel yalıtımımız gerçeği.

Sosyal boyut (mitwelt) çervemizdekilerle ilişkilenme şeklimizde kendini gösterir. Varoluşçu psikoterapiyi anlamlandırmamda bana çok yardımcı olan Aletheia Yayınları’ndan çıkan Varoluşçu Danışmanlıkta ve Psikoterapide Beceriler kitabında, Mitwelt i anlattığı bölümde beni çok etkileyen bir cümle geçiyor:

“Eninde sonunda hepimiz tek başınalığımızla ve hiç kimsenin ben olmanın nasıl olduğunu bilemeyeceği gerçeği ile yüzleşiriz.”

Frances’ın Sophie’den sıyrılma çabası bana bunu hatırlattı izlerken. Yirmili yaşların ikinci yarısı — benim kişisel tecrübemde — kendi yalnızlığının ve yalıtımının gerçeğini keşfetme teması etrafında şekilleniyor. Bir sürü insan giriyor hayatıma, arkadaşlık ya da aşk…yetişkinim desem değilim, çocuk desem değilim, gerçekten anlamsız ve kendini tanımlama derdine düşülen bir dönem... Ve bu çaba içinde kalabalıkların ortasında buluyorum kendimi bir süredir. Bir sürü insan, iş arkadaşları, dostlar, kahvelik arkadaşlar, biralık arkadaşlar, erkekler, insanlar, insanlar, insanlar…

Tüm bunların yukarısından kendinize baktığınızda, — ki eğer bakabilirseniz — kendi yalnızlığınızı ve herkesten ayrı oluşunuzu fark ediyorsunuz. En azından ben bir süredir bunu fark ediyorum. Bir hayal kırıklığı, bir ayrılık ya da Yalom’un “uyanış deneyimleri” dediği ölümle yüzleşmemizi sağlayan deneyimlerin önderliğinde…

Frances için de bu Sophie tarafından yalnız bırakışıyla yüzüne çarpan bir gerçek oldu filmde. Yirminci dakikalardan itibaren onun değişen arkadaş çevresini, bu süreçler içinde yaşadığı yalıtımı ve bunu nasıl karşıladığını izliyoruz.

Frances bu yalıtımı vazgeçmeden sokaklarda dans ederek karşılıyor.

Kendi duvarına çarpan bu deneyimi “yaşayarak” yumuşatıyor; tüm deneyimlerini onların gözlerinin taa içine bakarak, onu görerek, devam ederek, rutinlerini ve inancını koruyarak karşılıyor.

Hayatın içinde kalarak, zamanda akmaya devam ederek karşılıyor.

Çevresine verdiği değeri sorgulamayarak, seçimleri için kendine kızmayarak karşılıyor.

Ve son.

Frances müthiş güçlü, ‘wuhuuuw’ bir kadın falan değil, gerçek biri sadece benim gözümde. Tüm film boyunca hakikaten bana “dünyada olma” deneyimi hissettiren ve yaşayan bir kadın karakter. Yirmili yaşların çatışmalarının da sadece içinde olarak, yaşayarak üstesinden gelen bir karakter. Uçakta da olsa ağır kitapları okumayı ve hata gibi görünen şeyleri yapmayı seven, hayatta ‘çok da şey yapmayan’ bir karakter benim gözümde.

İnsan işte ya, tatlı biri valla.

Yaşayan bir kadının hayatına bir buçuk saat de olsa ortak olmak isterseniz diye yazdım bende.

Bu ara benim gibi kendi yalıtımı ile yüzleşme derdine düşen dünyalılara öneririm. Filmin afişini bulan ve bana hediye etmek isteyen olursa da kabul günümde olduğumu belirtirim.

Yine az önce bahsettiğim kitaptan bir alıntı ile bitirmek istiyorum bu yazıyı:

Yaşam, yaşanılacak bir gizemdir; çözülecek bir problem değil.

--

--

Nagihan Demirsu
Türkçe Yayın

Bozulan psikolojilere aç-kapa etkisi tadında iki çift lafım var!