YOLCULUK

Gözde Sayınsoy
Türkçe Yayın

--

Güneş, çok katlı binaların arasından yüzünü göstermeye çalışıyordu. Araba, uzun sürecek yolculuk için Mennan Dayı’nın evinin önünde durdu. İhsan, yolcusunu yerleştirmek ve rahat ettirmek için arabadan çevik hareketlerle atladı. Dikkatlice koydular dayıyı arka tarafa. İhsan da, direksiyona geçip çalıştırdı emektarını. Yolculuk başlamıştı…

“Eee, dayı, rahatsın inşallah, ha?”

“…”

“Sen de pek sessizsin. Benim yolcular böyledir hep, ben konuşurum; onlar dinlerler. Bu yol bitmez başka türlü. Konuşacaksın ki vakit geçsin, yol aksın gitsin. Senin memleket de soğuktur şimdi, he mi?”

“…”

“Soğuktur ya, hem de o biçim. Birkaç kere gittim ben, oradan bilirim. Hanım dediydi sabah, kalın giyin diye, dört kat giydirmeden de salmadı beni. Aha, yün fanila, gömlek, kazak, bir de mont... Arabada anlaşılmaz ama, molada rüzgar bir üfürür, anlamazsın nasıl hasta olduğunu, yatırıverir kaç günlerce. Geçen benim küçük oğlan -ellerinden öper-, kapmış da gelmiş şifayı okuldan. Görsen, bir damla zati. Anası yidirir yidirmesine de, nereye gider onca yemek, ben de bilmem. Ne diyordum, hah, bizimki kapmış da gelmiş hastalığı. Bir öksürük, bir öksürük sabaha kadar nefes alamadı yavrucak. Ateşlerde yandı; anası bir yandan sirke, ben bir yandan kolonya, düşürdük çok şükür. Düşürdük düşürmesine de, bu meret eve bir girdi mi herkesi dolanmadan çıkmaz. Büyük oğlan, küçük kız, anası, ben, sırayla kırıldık hastalıktan. Yeni yeni atlattık, buna da şükür elbet. İnsan sağlığını kaybedince anlıyor değerini. Küçük kız dedim; büyüğü de olmalı diyeceksin. Var elbet; var amma everdik geçen yaz. Senin anlayacağın torun sevme yakındır; bakalım, hayırlısı.”

Kısacık bir an da olsa gözleri sulanıverdi İhsan’ın. Kolunun yeniyle sildi çabucak. Alışamamıştı kızının, Güllü’sünün evdeki yokluğuna. Küçükken bıcır bıcır ayaklarına dolanan, akşamları eve geldiğinde terliğini vermek için kardeşleriyle kavga eden, sırtından yastığını, elinden çayını eksik etmeyen gül kokulu kızı…

“Eee dayı, kız vermek zordur derlerdi de, güler geçerdim eşe dosta. Şöyle davullu zurnalı düğün yapacağım, telli duvaklı gelin olacak kızlarım, ben de halayın en başı olacağım derdim göğsümü gere gere. Başa gelince anlıyormuş insan, o evden bembeyaz gelinliği, kırmızı kurdelesiyle çıktığı an, benim kalbimin de bir parçasını götürüverdi. Öyle sulugöz bir adam değilim ben, ama iyi severim be dayı. Hani derler ya bu şehrin taşı toprağı altın diye, ben ondan gelmedim buralara misal, sevdadan geldim. Bizim Döndü’yü kaçırdım taaa buralara, mecbur kaldım. Bizim köyde duramadık; bir gün daha dursak Döndü’m varacaktı istemeden ellere. Sevmişim be dayı, durur muyum? Elde yok, avuçta yok; iki otobüs bileti ve kocaman sevdaylan geldik biz bu koca şehre. Dün gibi hatırlarım, otobüs hareket etti; ben ona baktım, o da bana. Düşün, eli elime değerken utandı, ama öyle bir gülümsedi ki; gönlüme ay doğdu ay! Varınca ne yaparız, nerede kalırız, ne yer ne içeriz; uçtu gitti aklımdan. Ertesi sabah otobüs terminale varasıya bir deli oldum ben. Ben sokakta da yatarım ama ya Döndü’m? Askerlik arkadaşım geldi aklıma, güç bela bulduk adresini, kapıda bizi görünce anladı her şeyi devrem. Sağ olsun, evini, ocağını açtı bize.”

İhsan, şehre ilk geldiği günlere dönüvermişti birden. Gençlik, diye düşündü; aklımız beş karış havada. Geçim sıkıntısı, çocukların sorumluluğu daha üzerine binmemişken nasıl da gamsız, tasasız duruyor dünya. Gamsız mıydı gerçekten? Halbuki bir köşebaşından ansızın Döndü’nün akrabaları çıkıp onları vuruverecek sokağın ortasında diye az mı kabus görmüştü geceleri? Dışarı çıkarken belki döndüğünde Döndü’sünü bulamayacak diye az mı korkmuştu? Eve varır varmaz daha kapıda ayakkabılarını çıkarırken seslenirdi karısına. Cevap beklerken geçen o birkaç saniye

nefesini tutardı. Ne olurdu izin verselerdi evlenmelerine? Köyde kalsalardı; bu şehir onları yutmaya çalışmasaydı…

Bu düşüncelere dalmışken arkasındaki araç İhsan’ı geçmek için hızla çıktı. Karşıdan gelen kamyonla kafa kafaya çarpışmasına ramak kalmışken son anda sollayıp önüne geçti. Kamyonun acı kornası yankılanarak kulağından uzaklaşırken, İhsan sunturlu bir küfür etmemek için kendini zor tuttu.

“Tabakhaneye mi gidiyorsun bre zındık? Ahh dayı olmayaydı yanımda, yemiştin kalayı benden! Nereden alırlar ehliyeti bilmem ki? Biz az mı uğraştık? Devrem olmayaydı halimiz haraptı. Tuttu kolumdan, yazdırdı beni kursa. Şoförlükte iyi para var dediler, bismillah dedik. Ehh, aileler biz kaçınca yumuşamış, dönün gelin diyorlar ama Döndü’m korktu bir kere. Ölürüm de gitmem köye deyip duruyor. Nikahımız var olmasına var da, resmisinden değil. Yaşını bekledik, mecbur. Ben de hamallık yaptım; pazarcılık yaptım, senin anlayacağın dayı, ne iş olursa yaptım. Amma düzenli iş olmayınca olmuyor. İşte bu devrem benim, yazdırdı beni kursa. Aldık ehliyeti çok şükür. O zamanlar Döndü’m yüklü, büyük oğlan geliyor. Ben uzun yol işine başladım; kazancı iyiydi de, hasretlik kötü be dayı. Bir çıkarsın bir hafta, bazen iki, yoksun. Şimdi bile birkaç gün ayrı kalayım özlerim hepiciğini. Göstermem ama özlerim.”

Yol tek düze, yol biteviye. Her mevsim farklı hallerine şahit olduğu köylerin, kasabaların içinden geçti İhsan. Ağaçlar, diye düşündü; tek canlı şey bu ıssızlıkta, renksizlikte… Yanında bir yoldaşın yoksa, bu yollar bıksan da bakmak zorunda olduğun önündeki ufacık camdan ibaret. Yazın daha cümbüşlü, ama kışın… Kış demek bu taraflarda çaresizlik demek, yola revan olan için yokuşta kalmamak için dua etmek demek.

Radyoya uzandı eli, son anda çekti geriye. Yolun değişmezliğinden kaynaklı can sıkıntısı ve uyku hali hasıl olmuştu. Bozuk radyatörden yükselen ısı, sadece camları buğulamakla kalmıyor; nefes almayı bile imkansız hale getiriyordu. Sabah erkenden yediği peynir ekmekten geriye bir şey kalmamıştı. Bunca yıllık alışkanlığının yoksunluğu da iyiden iyiye hissettiriyordu kendini.

“Dayı, şu mola yerinde duralım azıcık. Biraz hava alıp ayaklarımı açayım, bir de kursağa birkaç lokma…”

Mola yerinin kuytusunda durdu İhsan. Cebinden buruşuk sigara paketini çıkarttı. Kibritiyle yakmaya uğraştı bir süre. Rüzgar izin vermedi. Dayıya saygımdan arabada içemedim. Şimdi de rüzgarı ortak edeceğiz iki gram zevke, diye geçirdi içinden. Normalden çok daha kısa sürede biten sigarasını ayağıyla ezdi; sıcak bir çorba içmek için içeri yöneldi.

Güç bela boş bir masa buldu kendine. Yemeğini beklerken etrafındakilere baktı. Herkesin kaderi aynıydı işte. Bir yerden bir yere varabilmek. Çabuk çabuk kaşıklanan yemekler, telaştan yere düşen çatallar, doymak için büyük büyük koparılan ekmekler… O da önüne gelen çorbasını oyalanmadan bitirdi, koşar adım arabasının yanına döndü.

“Merak etme dayı, vaktinde orada olacağız. Yetiştireceğim seni. Bilirim, beklerler. Beni de evde beklerler ya, dönüp gelmem gece yarısını bulacak. Ne yaparsın, ekmek parası… Hep hasretliğiz biz, ahan da dikiz aynasına koyduğum resimle avunur dururum. Bir de yolda iki kelam konuşunca iyi gelir işte. Sen de bir ses versen ne iyi olurdu, ha?”

“…”

Aynadaki resimde Döndü ortada, anaç tavuk gibi, iki yanında civcivleri, sanki kanatlarının altında. Güneş vurmuş, gülmek istemişler de kırış kırış olmuş yüzleri. Kaç sene öncenin fotoğrafı bu? Küçük oğlan daha ilkokula başlamamıştı. Ne çabuk büyüdüler? Ne çabuk gelin gitti Güllü, gül kokulu yavrusu… Diğerleri de ha uçtu ha uçacak yuvadan. Bak, saçının yarısına ak düştü bile İhsan Efendi… Döndü de erken kocadı. Hayat şartları… Demezsin şimdi kırk yaşında diye, koy üzerine en az yirmi-yirmi beş…

Ağaçlar seyreldi. Artık iç tarafların bozkır iklimi hakimdi yollara da. Kar ha yağdı, ha yağacak. Uzaktaki dağların tepeleri dolmuş çoktan. Bembeyaz… Köydeki dağlar da giymiştir beyaz entarilerini. Sahi, ne çok zaman oldu köye varmayalı…

“Dayı, sen ne zamandır gitmiyorsun köyüne kimbilir. Büyük şehir insana her şeyi unutturuyor değil mi? Sabah ola hayrola diyorsun, akşama hallederim diyorsun; bir bakmışın aylar geçmiş aradan. Köydekiler arar; sen varırsın köye anca ya düğüne, ya cenazeye. İzin zamanı değil köye gitmek, kahveye gidemiyorsun. Uzat ayağını, boş boş otur. En güzel tatil bu işte. Sonra yıllar geçiyor; köyünü unutuyorsun yavaş yavaş. Evin nasıldı, çeşme ne tarafa düşerdi, sabah kalktın mı ne yapardın, hepsini unutuyorsun. Pederin homurdanmaları, ananın sıcacık bazlaması, kardeşlerinin koşuşmaları bir bir çıkıyor aklından. Fena, çok fena…”

Mennan Dayı’nın köyüne giren dar yola saptı İhsan. Araba, bozuk yoldan dolayı yalpalıyordu. Mezarlığa gelince yavaşladı, köyün meydanına girmek üzereydi. Etraftaki çocuklar kafalarını oyunlarından kaldırıp baktılar yeni gelen arabaya. Saygıyla karışık bir merakla önlerinden geçip gitmesini beklediler, hiçbiri koşmadı ardından.

“Yetiştik dayı, son durak! Ucu ucuna amma, yetiştirdim seni.”

Müezzin, minarenin merdivenlerinden acele etmeden çıktı. Cemaat, ikindi namazı için caminin önüne gelmeye başlamıştı. İhsan, arabayı gasilhanenin önünde durdurdu. Yolculuk bitmişti…

En aktif Türkçe Yayına bekleriz | Podcast| Facebook | Twitter | Slack

--

--