Zihnimizin Sargasso Denizi

Münire Bozdemir
Türkçe Yayın
Published in
5 min readJul 30, 2022
Photo by ırmak aydın on Unsplash

Sargasso Denizi, dünyanın en ilginç denizlerinden biri. Ege ya da Marmara Denizleri gibi bir kara parçasından diğerine uzanmıyor. Atlas Okyanusu’nun sularıyla çevrili bir “okyanus akıntı dairesi” olarak tanımlanıyor. Yüzeyi Sargassum denen kahverengi yosunlarla dolu ve yüzey akımları nedeniyle yüksek miktarda plastik atık biriktiriyor içinde bu tuhaf deniz. Çöp biriktiriyor dedim diye aklınıza pis, bulanık bir deniz gelmesin. Denizler ve okyanuslar konusunda hiçbir uzmanlığım yok ama suyun berrak olduğunu ve hatta su altı görünürlüğünün 61 metre olduğunu yazıyor internetten bulup göz attığım bazı kaynak ve gazeteler. Smithsonian Dergisi’nde 1998 yılında yayınlanmış bir makaleye göre ise Columbus yüzeydeki yosundan halıyı görünce kıyıya çok yaklaştıklarını düşünmüş. Ama, beraberindeki denizciler, gemileri bu yosunlara dolanıp denizin dibini boylayacak diye korkmuşlar.

Sargasso Denizi bana gördüğüm, bildiğim, duyduğum ama kabul etmekte ve anlamlandırmakta çok zorlandığım, istesem de hemen tepki veremediğim, söyleyecek söz bulamadığım ve içimin sıkıştığını hissettiğim bazı “an”ları anımsattı.

E sular berrak ve dibi görmek de zor değil. Dalgıç takımlarınız hazırsa başlayalım bazı “an”ları gözden geçirmeye.

Mesela şu Gebze’den Yalova’ya giden feribottaki tuvalet kuyruğundan başlayabiliriz:

Yirmili yaşlarımın ilk yarısındayım. Kuyrukta üçüncü sıradayım. Arkamda beş- altı kadın ve yedi — sekiz yaşlarında bir erkek çocuğu var sıra bekleyen. Kadınlar arkadaşça bir sohbete tutuşuyorlar hiç zaman kaybetmeden: Siz nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Ne kadar güzel, siz okuyorsunuz demek!… Kısa süre zarfında herkes herkesin kim olduğunu, nereye gittiğini, neyle meşgul olduğunu öğreniveriyor. Meğerse kuyruktaki yedi — sekiz yaşlarındaki oğlanla on altı yaşındaki genç kız, yirmi sekiz yaşındaki hanım efendinin çocuklarıymış. “Anlamadım…” diyor başka bir hanımefendi. “Siz yirmi sekiz yaşındaysanız, kızınız da on altı yaşındaysa….” Cümlesini bitirmiyor. Matematik ortada. Genç kadının utanmasını istemeyen başka bir kadın atılıyor derin ve tuhaf sessizliği bozmak ve durumu “normalleştirmek” için: “Olsun canım!” diyor, “bu kardeşimiz de genç evlenmiş.” “Tabii, tabii evet, bak genç yaşta boyunla bir kızın var işte.” diyor öteki kadınlar da neredeyse can havliyle. Yüzleri ifadesiz. Bense hem yüz yüze olduğumuz gerçeğin hem de bu yalancıktan sunulmuş sahte tesellilere “tabii tabii” diyerek onay vermek istemiyor olmamın verdiği ağırlıkla kocaman bir kaya gibi hissediyorum kendimi. Neyse ki tam o anda sıra bana geliyor ve hiçbir şey söylememe gerek kalmadan atıyorum kendimi içeri. Çıktığımda kadınları başları öne eğik, derin bir sessizlik içinde buluyorum. Herkese iyi akşamlar dileyip feribotun ikinci katına çıkıyorum. On bir yaşında evlendirilmiş, on iki yaşında anne olmuş bu genç kadının hikayesi karşısında boynunu büken ve sessizleşen diğer kadınları, yani bizleri, düşünüp öfkeleniyorum. Öfkem feribotun sesinden daha gürültülü…

Biraz daha derinlere inelim…

Şirin bir ofisteyim. Anlı şanlısından bir üniversite burası. Karşımda bir bölüm başkanı var. O koltuğunda oturuyor, ben ise ayaktayım. Verdiğim dersin parasını alamamışım — konumuz bu. Almış olmam gereken miktarla bana ödenmiş olan miktarı karşılaştırıyoruz. Hesaplar tutmuyor. Bana söz verilmiş olan ücret de öyle atla deve değil zaten. Hatta daha ziyade tırtılla sinek. “Ama o sana yeter.” diyor Başkan Hanım, “senin ailen zaten öyle varlıklı bir aile değildi yanılmıyorsam. İdareli yaşamasını bilirsin sen.” “Evet,” diyorum kendisine “Bilirim az parayla yaşamasını. Yasal haklarımı aramasını da bilirim. İyi günler.” O şirin ofisten çıkınca sekreter abla ve kantin görevlisi abi ile burun buruna geliyorum. Bütün konuşmayı duymuş olduklarını anlıyorum yüzlerindeki ifadeden. Tek kelime etmesek de duygularımızın benzer olduğunu biliyorum. Maaşlarımızı yaptığımız işe göre değil zengin olmaya ne kadar alışık olduğumuza göre aldığımız aşikâr. Ama dilimizde henüz zengin olana- yapılan iş aynı da olsa — ayıp olmasın diye daha çok ücret ödemeyi ifade eden bir terim yok. Adaletsiz ve utanılacak bir durum olduğundan olsa gerek.

Bir yıl sonra New York’a taşındığımda, sekreter abla ve kantin görevlisi abinin beni merak edip arkadaşlarıma nasıl olduğumu sorduklarını öğreniyorum. Çok eski dostlarımdan haber almışçasına seviniyorum. Ofisteki konuşmayı Sargasso Denizi’ne atmış olsam da benden haber soran insanların gösterdiği sıcaklığı adım attığım her kıyıya kendimle bir taşımış olduğumu belirtmek isterim.

Şimdi de hem mekân hem de zaman değiştirelim.

Bu kez de bizim evin salonundayım. Orta üçüncü sınıfta olmalıyım. Üzerimde okul üniformam var. Belli ki okuldan yeni gelmişim. Annem ve mahalleden arkadaşları bizim evde toplanmışlar. Çaylar, börekler, çörekler, keyifli muhabbetler kapıdan taşıyor. “Hoş geldiniz.” diyorum. “Sen de hoş geldin.” diyor kadınlar, “okul nasıl gidiyor?”. Benim yanıtımdan sonra hemen hepsi kendi çocuklarını ve onların okulla olan ilişkisini anlatmaya başlıyor. Örneğin ilk okula giden kızını anlatıyor bir tanesi. “Bizim kız deneme sınavında birinci olmuş. Babası kutlamak için pasta aldı. Kız çocuğu da olsa babası başarısını kutlamak istedi.” diyor. Annemle göz göze geliyoruz. “Misafire laf söylenmez. Çok ayıp.” bakışı atıyor bana. Annemi arkadaşına karşı utandırmamak adına sessiz kalıyorum. Konu da zaten hemen değişir diye umut ediyorum, ancak kadın susmuyor… Küçük oğlunun haylazlıklarına nasıl göz yumduğunu- erkek çocuğu dediğin öyle olurmuş- kızının başarılarını nasıl önemsemediğini anlatıyor da anlatıyor. İçimdeki alevlerin dışarı sızmak üzere olduğunu hissedip terk ediyorum salonu. Keşke diyorum bir çeşit silgi olsa da silebilsem o lafları hem kendi zihnimden hem de komşu kadınınkinden: kız çocuğu ne de olsa… kız çocuğu ne de olsa… kız çocuğu ne de olsa…

Bakın tam şurada gene bir üniversite anısı takıldı gözüme:

Tersane işçilerini çağırmışız bir panele. Tersanelerde olan kazalar sonucu gerçekleşen işçi ölümlerinin detaylarını anlatıyorlar bize. Panel bitiminde konuşmacı isçilerden biriyle sohbet ederken babamın da işçi olduğundan bahsediyorum. İsçi Amca kulağıma eğiliyor: “Yanlış anlama evladım ama …” diyor, “sen buraya nasıl geldin?”. Gülümsüyorum. “Burslu öğrenciyim ben.” diye yanıt veriyorum. “Peki” diyor, “buraya kadarnasıl geldin?”

Nereden geldiğimden konu açılmışken, buyurun bir anı daha:

Anne-Babamın Balıkesir’deki yemyeşil köyündeyiz. Yaz tatili için Amerika’dan yeni gelmişim. Cıvıl cıvıl iki kız çocuğu yakalıyor beni sokakta. “Abla, bizi hatırlıyor musun? Sen bize geçen sene boya kalemleri vermiştin.” diye soruyorlar. “Tabii hatırlıyorum sizi!” diyorum neşeyle. Bir tanesi “ben o boyaları kullanmaya kıyamadım. Ya biterse?!” diyor.

Bakın burada da hiç bitmesini istemediğim derslerimden birindeyim:

Çin’deyiz. Dersimiz Kültürlerarası İletişim, konumuz ırkçılık.

“Sırf Çinli, Vietnamlı, Amerikalı, Türk ya da Japon’sunuz diye ya da teniniz siyah, beyaz ya da kahverengi diye bir restoranda yemek yemenize izin vermediklerini hayal edin.” diyorum. Bir öğrencim “Hocam, etmesek olur mu?” diye soruyor; gözleri yaşlarla dolu.

Hiç beklenmedik bazı hayal kalıntıları da birikmiş Sargasso Denizi’nde:

State College’dayız bu sefer de. Büyük bir ders salonunda proje danışmanlarımdan biriyle konuşuyorum. “Bazen” diyor, “merak ediyorum sen gerçek misin yoksa seni hayalimde ben mi kurguladım diye.” Şaşırıyorum böyle düşünmesine. “Hayal gücünüzün de bir katkısı vardır muhakkak, ama size farklı gelmemin nedeni bilmediğiniz, görmediğiniz çok başka bir yerden gelmiş olmamdır sanırım. Geldiğim yerde benden yüzlercesi var.” diye cevap veriyorum.

Sanırım kendime verdiğim sözlerde ve çizdiğim yollarda hep zihnimdeki Sargasso Denizi’nden izler var. Bu manada Columbus’dan çok beraberindeki denizciler gibi hareket ettiğimi söyleyebilirim. Yani gerçek benliğimin, düşüncelerimin, inançlarımın, hayallerimin herhangi bir kara parçasına varamadan yosunlara dolanıp dibe çökeceği korkusuyla…

Sizin Sargasso Denizi’nizde neler birikmiş? Hiç göz attığınız oluyor mu?

Münire Bozdemir

Temmuz 2022, Türkiye

Not: Bu yazı 08.01.2022 tarihinde https://cagdasedebiyatsayfasi.com edebiyat yayınında da yayınlanacaktır.

--

--