6 yanlış 1 doğruyu götürür mü?

Türkiye’de gelecek yıl yapılacak olan genel seçimler öncesinde iktidar ve muhalefet arasındaki rekabet gittikçe kızışırken muhalefet partileri, Türk siyasetinin son 20 yılını tek başına domine eden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısına bu kez 6’lı bir ittifakla çıkacak. Seçmenin sandıktaki tercihini belirleyecek gündemlerin başında ise yüksek enflasyon, işsizlik ve mülteci meseleleri geliyor.

Turgut Erol
Te kalemi
Published in
9 min readJul 17, 2022

--

3 Kasım 2002’den beri girdiği bütün seçimleri kazanan AKP, hem lokomotif parti iddiasını sürdürmek hem de kaybettiği prestijini yeniden kazanabilmek için seçmen karşısındaki en zorlu sınavına çıkacak.

Daha önce Ahmet Davutoğlu önderliğinde Haziran 2015’te yapılan seçimlerde ilk kez sendeleyen ve tek başına iktidar olmak için gerekli 276 sandalyeye ulaşamayan AKP, koalisyon (istikşafi olarak da bilinir) görüşmelerinden de sonuç alamayınca partiler için 1 Kasım erken seçim tarihi olarak belirlenmişti. Yapılan yeni seçimle birlikte AKP, kaybettiği %9’luk oyu geri toplayarak üst üste 4. kez iktidara gelmiş oldu. Ancak takip eden süreçte seçimlerdeki zafiyet ve Pelikan Dosyası sebebiyle Erdoğan — Davutoğlu ikilisinin arası açıldı ve Davutoğlu seçimi kazandıktan yalnızca 6 ay sonra Genel Başkanlık ve Başbakanlık görevlerinden istifa etti. İstifa konuşmasında: “4 yıllık sürenin daha kısa sürmesi benim tercihim değildir. Zarurettir.” şeklindeki açıklaması ikili arasındaki görüş ayrılığının Erdoğan kaynaklı olduğunu ortaya koyan noktalardan biri olmuştu.

Neticede AKP, Erdoğan’ın 2014’te Cumhurbaşkanı seçilmesiyle, fiilen kendisinden yoksun girdiği ilk sınavda başarısız olmuş oldu. Erdoğan’sız kan kaybeden, kurucu tabanından uzaklaşan ve hatta içeriden bölünen parti yıpranmaya başlamışken Türkiye’de yeniden, başkanlık sistemi tartışmaları ve dolayısıyla kaptanın gemiye dönmesinin yolları tartışılmaya başlandı. Çok geçmeden, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin yaşanması artık Erdoğan için siyasette yeniden etkin bir rolde olma zorunluluğunu çok net bir biçimde ortaya koyan hadise oldu. Zaten ülkenin su altındaki gündemlerinden biri olan başkanlık sistemine geçiş tartışmaları başlangıçta daha yumuşak bir geçiş olarak düşünülse de 15 Temmuz’un boyutu, trajedisi ve ciddiyeti itibariyle bu geçişin çok sert bir biçimde yapılmasının önünü açtı. Önce Nisan 2017’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne yönelik yapılan halkoylamasında %51 oranında “evet” oyu çıkararak 15 Temmuz’da toplumdan gördüğü desteği tazeledi ve ardından ani bir kararla 24 Haziran 2018’de ülkeyi erken seçime götürdü. Bu seçimleri de kazanarak partisinin başına geçip hem ona ihtiyacı olan itici gücü verme pozisyonunu hem de yaşadığı kan kaybını önlemek için kendisine gereken geniş yetki alanını yaratmış oldu. Üstelik bunları yaparken cumhurbaşkanlığı koltuğundaki yeri de 5 yıl daha garanti altında kaldı.

Haziran seçimlerinin ana muhalefet partisi CHP’ye ise bilançosu ağır oldu. Muharrem İnce’nin 1977'den beri %30 barajını aşamayan partisiyle %31'e yakın oy almasına rağmen daha sonra CHP yönetimiyle yaşadığı fikir ayrılıkları sebebiyle partiden ayrılıp Memleket Partisi adında bir siyasi parti kurmasıyla sonuçlandı. Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’ın AKP’den, Meral Akşener’in ise MHP’den ayrılıp kendi siyasal hareketlerini başlatmak suretiyle parti içinde bölünmeye sebep olmalarının bir benzerini CHP, Muharrem İnce’yle yaşamış oldu. Böylelikle meclisin 3 lokomotif partisi olan AKP, CHP ve MHP kendi içlerindeki bölünmelere engel olamayarak hem kendilerine yeni muhalifler yarattılar hem de seçmen nezdinde partilerin oylarının bölünmesine sebep oldular.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakanken, Türk parlamenter tarihinin en istikrarlı ve en işlek zamanlarının onun iktidarında olmasına rağmen, parlamenter sistemi hep Türkiye’nin gelişiminin önündeki bir engel olarak görüyordu. Hakikaten de geçmiş zamanlardaki koalisyon tecrübelerinin birden fazla çıkar odağını bir arada bulundurması yüzünden hükümetlerin çok kısa zamanda işlevsiz kalmaları sistemin tıkanmasına sebep oluyor ve ülkede istikrarsızlıklar baş gösteriyordu. Özellikle 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Cumhuriyet gazetesinde yayınladığı bir makalede, “Meclisin cumhurbaşkanı seçebilmesi için Anayasa’da belirtilen 367'nin sadece karar yeter sayısı değil, aynı zamanda toplantı yeter sayısı olduğunu” görüşünü ortaya attı. Bu görüşe göre oylamalara en az 367 vekilin katılması gerektiği, aksi halde sonucun geçersiz olacağı iddia edildi. Nitekim CHP’li vekillerinin katılmadığı 27 Nisan’da yapılan ilk tur oylamasında AKP’nin cumhurbaşkanı adayı olan Abdullah Gül 361 oyun 357'sini almasına rağmen oylamanın hemen sonrasında CHP, 367 tezine dayanarak seçimi Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Aynı akşam Genelkurmay Başkanlığı kendi internet sitesinden bir açıklama yayınlayarak seçimlerdeki laiklik tartışmalarına karşın Genelkurmay’ın bir taraf olduğunu belirtti. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt daha sonra Mehmet Ali Birand’a o açıklamayı bizzat kendisinin yazdığını ancak açıklamanın bir muhtıra olmadığını açıklasa da o dönem büyük infial yaratan meselelerden birisiydi. Anayasa Mahkemesi ise 1 Mayıs’ta verdiği kararla Cumhurbaşkanlığı seçimini iptal etti ve yeter sayısı olan 367'nin bulunamayışı sebebiyle 11. Cumhurbaşkanı seçilemedi. Bu kararın ardından AKP erken seçim kararı alarak meclise bir dizi paket sundu. Meclisten kabul gören pakete göre artık Cumhurbaşkanı’nı seçme yetkisi meclisten alınıp halka verildi. Yapılan yeni seçimleri kazanan AKP meclisteki üstünlüğünü yeniden ve daha güçlü bir şekilde sağlamış oldu. İşte, tıpkı Ahmet Davutoğlu’nun istifasında kullandığı cümleler gibi: “Türkiye’nin de parlamentarizm deneyimlerinden elde ettiği çıkarım, Cumhurbaşkanı’nı seçme yetkisinin meclisten alınıp halka verilmesi bir tercih değil bir zaruret hali aldığı sonucunu doğurmuştur.”

Fakat bugün toplum olarak ihtiyacımız olan gündemler rejim tartışmaları değil; ülkedeki yüksek enflasyon, işsizlik, mülteci meselesi, adalet, eğitim kalitesi, sağlık sistemi ve değinmeden edemeyeceğimiz liyakat sorunlarıdır. 2001 krizinden sonra hızla yükselişe geçen, bazı yıllarda çift haneli büyüme rakamlarını yakalayan Türkiye, bugün o eski karanlık zamanlarından çok daha geriye gitmiş görünüyor. İktidarın ülkedeki kritik kurumlara sık sık yaptığı vasıfsız atamalar ve pek tabi bu kurumların kaçınılmaz olarak vasıfsızlaşması, atama yapılamayan diğer kurumları ise hedef göstermesi geldiğimiz noktanın yalnızca bir boyutu. Ekonomi politikası üretemeyen, onun yerine ısrarla yanlış ve icat politikaların uygulanması yönetici elitin iktidarda kurumsallaştığının işareti olabilir. Bunun maliyetinin ise esasen AKP’yi toplumsal tabanda destekleyen seçmene mâl edilmesi, partinin kendi muhafazakar değerlerinden ne kadar uzaklaştığını hatta, farklı fakat bilinmez bir kimliğe büründüğünü açıklayan önemli bir nokta olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer yandan 10 yılını geride bırakan mülteci meselesinde ileriye yönelik tek bir adım dahi atılamaması partinin sınıfta kaldığı noktalardan belki de en çok göze batanı. Bu mesele yüzünden toplumun artık kendi ülkesinde kendisini yabancı hissetmeye başlamasıyla gelecek seçimlerin en büyük bilinmezinin ülkedeki faşist hareketlerin karşılık bulup bulmayacağı olarak görülebilir. Öyle ki Optimar’ın yaptığı bir ankete göre “Suriyeli bir bireyle karşılaşınca ne hissediyorsunuz?” sorusuna, katılanların %21.3'ü ‘Nefret’, %17.3'ü ‘Mağduriyet’, %11.2'si ‘Hiddet’, %6.6'sı ‘Mazlumluk’, %6.2'si ‘Zalimlik’, %4.4'ü ‘Şefkat’ yanıtını verirken %33'lük bir orandan ‘Hiçbiri’ yanıtı alınmış. AKP ise 2019 yerel seçimlerinde kaybettiği illerde yaptırdığı “Ak Partiye Neden Kızgınsınız?” anketinden çıkan sonuçlarda sebep olarak Suriyeli sığınmacılar ilk sırada gösterilirken ekonomik meseleler ikinci sırada kaldı.

Bu kadar soruna ve gündeme karşı muhalefetteki partiler iktidar alternatifi olabilmek için ayrı ayrı politikalar üretmektense daha rasyonel davranıp bir masa etrafında ittifak kurdular. CHP, İYİ Parti, Gelecek Partisi, DEVA, Saadet Partisi ve Demokrat Parti liderlerinden oluşan, medyanın 6’lı masa olarak tanımladığı Millet İttifakı, seçmen karşısında “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”e geçmeyi ortak ve öncelikli hedef olarak belirledi. İlk etapta 6 siyasi partiyi bir arada iktidarda tutacak tek çözüm yolunun bu ittifaktan ve dolayısıyla parlamenter sistemden geçtiği 6’lı masa yöneticiler tarafından makul bir durum olarak görülse de seçmen nezdinde bunun ne bir anlamı ne de bir itibarı söz konusudur. Çünkü seçmenin esas önceliği rejim değişikliği için formüller üzerinde tartışmak değil temel hak ve özgürlükleridir. Bu çerçevenin içerisinde vatandaş; maaşların piyasayla doğru orantılı olmasını, adaletin, onun kişisel hak ve hürriyetlerini korumasını ve bilhassa varlığının, geleceğinin vaatlerle değil güvencelerle sabit kalmasını talep eder. Oysa Millet İttifakı seçimlere 1 seneden daha az bir süre kalmışken toplumun sorunlarına yönelik ortak ne bir politika geliştirebildi ne de ortak adayını belirleyebildi. Kayda değer tek gelişme CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” çağrısıydı ki bu açıklama Cumhuriyet Halk Partisi gibi laik değerler üstüne kurulu bir partinin liderinden pek sık duyamayacağımız bir çağrıydı. Yerleşik laik ve sosyal demokrat ideolojisinin dışına çıkıp CHP’nin toplum nezdinde daha kapsayıcı değerlere sahip olması farkındalığını kazanması, AKP’den uzaklaşan ve pasifleşen HDP’ye oy vermek istemeyen seçmen için atılmış çok değerli bir adımdı. Üstelik böylelikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın CHP’yi hedef göstererek geçmişteki “zihniyeti” hatırlatma çabasına da artık alan vermemiş olacaktı. Partinin söylemlerinde ve politikalarında da sosyal demokrasiden yeni sağa doğru bir değişim gözlemlenmekte hatta bir takım muhafazakar değerleri bile özümsemeye çalıştığı görülmektedir. Zaten Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi ideolojik bir dönüşümün içerisine sokmaya çalışması aynı anda hem bir istek hem de bir zorunluluk halini ifade etmektedir. Çünkü Türk siyasal hayatındaki geçmiş örneklerden de anlaşılacağı üzere toplumda ne vakit bir değişim rüzgarı belirse bu değişim isteği hep milli ve liberal değerlerden yana olmuştur. Nitekim Aralık 2021’de CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu Mersin mitinginde: “Türkiye’de değişim rüzgarları estiğini ve buna karşı durmanın mümkün olmadığını” söyledi. Benzer değişim rüzgarlarının CHP için de estiğinin ve buna da karşı durmanın mümkün olmayacağının altını bir kez daha çizmekte fayda var.

Millet İttifakı’nın öne çıkan diğer paydaşı ise Meral Akşener’in önderliğindeki İYİ Parti. Kasım 2015'teki seçimlerde MHP’nin oy kaybederek HDP’nin gerisinde kalması ve meclisteki dördüncü parti konumuna düşmesi sebebiyle parti içinde bir takım değişikliklere gidilmesini öne sürerek kurultay talebinde bulundu. Parti içindeki bu muhalefeti sebebiyle disiplin kurulu tarafından partiden ihracına karar verilen Meral Akşener, buradan ayrılarak kendi siyasi oluşumu olan İYİ Parti’yi 25 Ekim 2017'de kurdu. Özellikle AKP ve MHP sosyolojisinden ayrılıp milliyetçi ve muhafazakar değerleri benimseyen seçmenler için yeni referans noktası olma iddiası, partinin hemen kuruluşundaki konumunu sağlamlaştırmasına yardım etti. Diğer türlü MHP gibi yalnız ülkücü değerleri kendi bünyesinde barındırıp ona benzemeye çalışması seçmenin kafasında yalnızca büyük ikilemler ve belirsizlikler yaratırdı. Onun yerine daha pragmatik davranıp, iktidarın değişeceği inancıyla, kendisini liberal, ılımlı ve modern tanımlayarak merkez sağa yakın kalmayı tercih olarak belirdi. Çünkü Millet İttifakı’ndaki partilerin tamamı merkezle olan mücadelesinde, kendi öz değerleriyle rekabet edemeyeceğinin farkına vardılar. Eğer merkezle rekabet etmek istiyorlarsa merkeze yakın olmak zorundalardı. Nitekim geldiğimiz noktada Millet İttifakı’nın oy kapasitesinin Cumhur İttifakı’nın önünde olmasının sebebi “merkeze karşı merkezi bir alternatif olma” iddiasını sürdürmesinde yatar.

İttifakın diğer paydaşları olan DEVA Partisi ve Gelecek Partisi ise AKP’nin içinden çıkıp vücut bulmuş iki benzer siyasi oluşumu temsil etmektedir. Bu iki partinin Millet İttifakı için artısı ise AKP’ye oy vermeyi alışkanlık haline getirmiş ve diğer seçeneklerden çekinen seçmen için birer alternatif olmasıdır. Diğer yandan özellikle DEVA Partisi’nin yaptığı atılımlar ve ortaya sunduğu projeler itibariyle ilk defa oy kullanacak genç seçmen için yenilikçi birer oluşum olarak karşımıza çıkmaktalar. Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun da AKP’nin altın çağında en çok ön planda olan isimler arasında olması, ittifakın ihtiyacı olan tecrübe faktöründeki açığın kapanmasına yardımcı olan bir diğer önemli faktör.

2023 seçimlerine giderken hem partilerin hem de toplumumuzun nasıl konumladığını çok temel iki kavram haritasıyla daha net anlayabiliriz.

İlk harita, mevcut durumumuzu simgelemektedir. Buna göre iktidar elitlerinin toplum ve muhalefetle kurduğu ilişki hiyerarşik konumlanmıştır. İktidarın yeniden “zihniyet” kartına başvurarak toplum ve muhalefet arasındaki mesafeyi açma arzusu, muhalefetin “helalleşme” çağrısından sonra karşılık bulmayabilir. Onun yerine -ki toplumun da beklentisi budur- muhalefete sataşmak değil, kendisini yeniden topluma daha yakın bir yerde konumlandırması ve yeniden toplumu referans göstermesi hanesine artı yazdıracak seçeneklerin başında gelmektedir.

İkinci harita ise muhalefetin seçimlerden muhtemel zaferi sonrası oluşmasını beklediği konjonktürü ifade etmektedir. Toplumun her kesiminde yayılan değişim rüzgarları bir karşılık bulmuş ancak iktidar ve muhalefet yelpazede daha eşitlikçi dizilmişlerdir. Bu düzlem muhalefet için her ne kadar bir başarıyı temsil etse de gerçekte toplum hem saatleri geri almış hem de kendisini fabrika ayarlarına döndürmüştür. Dolayısıyla muhalefetin kendisi için başarıdan söz etmesi ancak tek başına iktidara gelmesiyle mümkün olacaktır. Bu ihtimalin gerçekleşmesi mevcut ve muhtemel senaryolarda bile mümkün görünmediğinden muhalefet cephesinin her zaman için ihtiyatlı davranması ve ona göre politikalar üretmesi kendi geleceği açısından tarihi önem taşımaktadır.

Sonuç

Bugün gelinen noktada 2023’te yapılacak olan genel seçimler yalnızca Cumhur İttifakı’yla Millet İttifakı’nı karşı karşıya getiren bir seçim değil, aynı zamanda demokratik değerlerle muhafazakar değerleri, karşı karşıya getirecek bir seçim olmasıyla da öne çıkıyor. 6’lı masa Türkiye’yi eski rejimine yeni adıyla (Güçlendirilmiş Parlementer Sistem) kavuşturmak isterken AKP önderliğindeki Cumhur İttifakı mevcut statükonun korunması için seçmen karşısında ter dökecek. Aynı zamanda seçimlerin cumhuriyetin 100. yılında yapılacak olması hikayeye inanılmaz bir boyut daha katıyor. CHP adına cumhuriyetin kurucu partisi olarak, bağlarından alacağı güçle, tam 100 yıl sonra tarihi tekerrür ettirirse muhtemelen siyasal hayatımızın en çok akıllarda kalacak hadisesi kendilerine ait olacaktır.

Toplum nezdinde ise tekrarlanan İstanbul seçimlerinden sonra apolitikleşen ve siyasete kayıtsız olan hatırı sayılır bir kesim mevcut. Bu kadar büyük değişim rüzgarlarının esmesine rağmen seçimlere olan katılımın beklenen düzeyde olmaması sürpriz olmayacaktır.

--

--