Van Gölü Ekspresi — Nisan 2019

Ben merkezine yolculuk

Daha başından, ne yazacağım hakkında hiçbir fikrim olmayan bu yazıdaki motivasyonum sadece “yazmak” ihtiyacından geliyor. Fakat bu yazmak, kuru manasıyla bilinen kalem oynatmak veya satır karalamaktan öte, geride bıraktığım zamanımı, bugünümü ve arzularımı bir kutuda muhafaza edip hatırlanmaya değer bir zamanda onlarla tekrar buluşmak ümidini simgeliyor. Tıpkı bir miras gibi…

Turgut Erol
Published in
4 min readDec 25, 2022

--

Başlamak ne meşakkatli iş! Şu yazma meselesinde bile düşünme çabanızın bir suçlu gibi muamele gördüğü ve elindeki kabarık dosyasıyla, bağıra çağıra, yüzünüze karşı düşünmenizin yasak olduğunu söyleyen görünmez sesler, siz başlayana kadar alacaklı gibi tepenizde bekliyor. Sessiz geçirdiğiniz her an için daha fazla tedirgin oluyorsunuz. Bir mânâ, iz, işaret ya da mesaj için kendinizi, zihnin en arkada kalmış yosun dolu tabakasında bir şeyler ararken buluyorsunuz. Terk edip gitmek yerine sırf aşinasınız diye geldiğiniz yolu geri yürümek yazgınızın size verdiği bir tür ceza.

Ben de zamanın en kadim ölçüsünü hep geçmişte aradım. Geride bırakmanın ağırlığı sırtımdan bir türlü inmese de hem büyük bir özlem hem de büyük bir merakla gözlerimi oradan hiç ayıramadım. Öylesine bakakalmışım ki artık değişmeyecek yazgımı peşimde sürüklemekten, mecburmuşum gibi gizlenmekten, acıyı yeniden hatırlamaktan ve nefret çöplüğünü karıştırmaktan burada saplanıp kaldım. Yetmedi, buralı oldum. Sınırları senelere uzanan bu ıssız cumhuriyetin üstelik hiç bilmediğim yerinde kendimi pekala bir yabancıdan farksız görmüyorum. Oysa sorsanız burası benim. Bundan iftihar mı duymalıyım yoksa şikayet mi etmeliyim ikilemi, bu yalnızlığın ortasında durup bana bakıyor ve cevaplanmayı bekliyor.

Biraz nefes aldıktan sonra geçen zamanın muhakemesini yapmak için meşhur bir yolculuğa çıkıyorum. Bu yolculuk esasında meşhur falan değil. Hatta benden başka bileni bile yoktur. Günün birinde belki ismiyle müsemma olur diye ben koydum. Yoksa, bu soğukta yolculuğa çıkmak meşhurların bildiği bir şey değildir. Yılmaz Erdoğan’ın Anladım kitabında geçen “Bir kış günüydü. Üzgündüm. Yenilmiştim. Herkesle selamı sabahı kesmiş bir sabahtı. Kahvaltısız. Yola çıktım ağzımda bakır alaşımlı bir tat. Efkar gibi yağıyordu kar.” manzarası gibi.

Evet, o bakır alaşımlı tat, soğuk yüzünden evlerin sıcaklığı gitmesin diye balkonlarda sigara içmek zorunda kaldığım zamanların tadı. Bir bütün kasılmışken hızlı hızlı dumanı çekip efkar gibi o beyaz taneleri seyrediyor ve oradan ileriyi görmeye çalışıyordum. Çoğu bir mermer gibi soğuk sorular aklımdan geçip gidiyordu. “Bir bilge edası ile yaptığımız şu düşünme çabası bizleri nereye kadar sürükler? Gizli bahçemizde onca uğraş verip büyüttüğümüz sevmelerimiz bir felaketi daha kaldırır mı? Yoksa ömrümüz boyunca mecburiyetlerimiz yüzünden törpülenip duracak mıyız?” Eminim o sıra kendini mutlu atfeden insanları kıskanmışımdır.

Kaçıp geldiğim bu meşhur yolculukta beni rahatsız edecek ne arabaların gürültüsü var ne de tepemin tasından uçup giden kuşlar… Yalnız ben varım. Pusulasız. Tedariksiz. Gördüğüm manzara alabildiğine benim. Mavi önlüklü fotoğraflarım ve bana hiç bakmayan kız burada mesela. Gizlice elime ulaşan vesikalığı kim bilir o önlüğün cebindedir. Çocuk aklımla bile bir kareye iki fotoğraf sığdırmışım… Sonra büyüyüp yalan söylemişim, kulağımdan tutup Kur’an öğretmişler. Çalışıp kazandığım paralarla kendime suni heyecanlar satın almışım. Ka harfini söylemeye dilim dönmüyor diye ayrılmışım rengi benden daha beyaz olanlardan. Yetmemiş, kravat takmışım bir manzaraya eş değer gözlerine bakmak için. Bakamadım diye de küfredip günaha girmişim. Yahya Kemallerle, Cemil Meriçlerle, Charles Dickenslarla tanışmışım. Toprağın altında yatanların başında beklemişim uyanırsa iyi haberi ilk ben vereyim diye. Sanki büyümüş gibi boydan boya çatlak aynaların karşısında yüzüme sürmüşüm kör jiletleri. Alabildiğine koşmuşum bir sevinç uğruna ayaklarım su toplayana kadar. Ne çok susmuşum, görenler sabır sanmış. Gurbet vakti geldiğinde anne-babanın elini öpüp ayrılmışım bir türlü alışamadığım bu yaban memleketten. Maddi imkansızlıklar yüzünden çay içememişim. Üstelik bir davet üzerine. Efendi olmaya yemin etmişim, etmeme kalmadan tokadı yemem bir olmuş. Kurtuluşu gizlenmekte görmüşüm büyük tersanelerdeki gemilerin arkasında. Gün biterken, ısınması için emir gelmeyen bir koğuşun üst ranzasında, mühürlü defterime son kez yazı yazmışım henüz daha boş sayfaları varken. Veda vakti kendini iyiden iyiye hissettirdiğinde yalnız başıma ayrılmışım oradan. Pusulasız. Tedariksiz.

Tuhaf bir dönem başladı sonra. Tutsak değildim belki ama dağ gibi birikmiş sisli geçmişimden özgürlüğümün kokusunu alamıyordum. Vardığım yer benden daha yalnız ve uzakmış meğer. Yakınlarda bir tabela görsem eminim üstünde Çernobil yazardı. Nereden öğrendiysem şu Kiril alfabesini! Israrla bu hiçliğin içerisinde kendime bir yer edinmeye çalışıyorum. Acınası görünürüm utancı yüzünden sürekli durup dinlenmeye hakkımın olmadığını kendime hatırlatıyorum. Kulağımda isyan sesleri çınlıyor savaş meydanındakine benzer. Kimdir bilmem, “Bu yalnızlık sana mahsus değil!” diye bağırıyor. Silahıyla göğsüme vuruyor uyanayım diye. Oysa uyuyamazdım bile ben. Yıllar önce bir dava dosyasına şerh düşmüştü meseleye hakim biri. “Bütün gece kırpmasın gözünü. Gündüzü haram zıkkım edin” diye. Bütün günahlarımı gece işledim deseydim sinirinden herhalde adalet terazisini fırlatırdı bana. Terazi bende kalırdı zinciri de köpekte. Sonrasında özel şoförüyle evine gider ve televizyondan kapitalizm açardı kendisine. Malum… Terazi meselesi. Suratında devlet yazan insanlar ne acayip. Çoğunun meymenetsiz sıfatına sığmamış bile devlet yazısı. “Devle” yazıp alt satıra geçmişler. T’si benimkinden küçük… Böyle böyle kırıldı kabuğum.

Büyüyünce de bırakamadım küfretmeyi. Fakat unutmadım teşekkür etmeyi ve özür dilemeyi. Ağzımda kalan son bakır alaşımlı tadı da tükürdüm ama ihmal etmedim yerine ferah bir nefesi almayı. Kömürlükte kalan bütün fotokopi ödevlerimi sobada yaktılar ama derdine düştüm evladına mont alamayan babanın. Şimdi artık azılı bir düşmanın ruhunu elimle büküp kan görmek istiyorum. Tembel bedenim, hala korkmadığıma ve cenk etmekten geri durmadığıma şahit olsun. Ne kadar bağırabiliyorsam bağırayım. Sarp kayalara çarpıp geri döner sesim. İsyan yankısı tekrar çınlar ve oradan hafızalara ilişir. Gerekirse meçhul olurum. Artık yorulduğumu itiraf ederim. Öfkemden saçımda bir tel bile kalmaz. Bırakırım yaşama telaşını. Yalnız bir çift göz gelip büksün bileğimi.

--

--