Habermas, 1969'da Frankfurt Üniversitesi’nde öğrencileriyle. Foreign Policy

Kamusal alan bir ekrana sığar mı?

Kamusal alan, bireylerin, kendilerini ilgilendiren ortak meseleler hakkında akıl yürüttükleri ve rasyonel bir tartışma içine girdikleri yaşam alanıdır. Ayrıca tartışmanın sonucunda, o sorun hakkında ortak kanıların, kamuoyunu oluşturan araç, süreç ve mekânların tanımlanmasını içerir. Nitekim bu yaşam alanı, aile ve devletin yani özel alan ile kamu otoritesinin egemenlik alanlarından bağımsız düşünülmüş, herkesin yalnızca birey olarak kabul gördüğü ve çeşitli düzeylerde ilişkilerin kurulabildiği bir çeşit özgül bir yeri ifade eder. Jürgen Habermas’ın kendi kavramsallaştırdığı bu kamusal alanın var olabilmesi erişime ve katılıma açık tutulmasıyla mümkündür. Dolayısıyla bu kamusal alan içerisinde bireyler, kolektif anlamda örgütlenmek suretiyle kendi fikir ve düşüncelerini ifade ederek kamuoyu oluşturma çabası gösterirler. Böylelikle kamusal alanın içinden doğacak kamuoyunun daha nitelikli ve demokratik olacağı yönünde baskın inanç vardır.

Turgut Erol
Published in
8 min readAug 11, 2023

--

Kamusal Alanın Öncesi ve Sonrası

Ortaçağ Avrupası özü itibariyle feodaliter yönetim anlayışına sahip olduğundan feodal lordlar kamu otoritesinin bizatihi kendileriydiler. Sosyal, siyasal ve ekonomik yaşantının tümüne yalnızca belirli bir zümre hakim olduğundan özel alanın varlığından söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla kamusal alanın oluşması için yeterli kriterleri Ortaçağ Avrupası karşılayamamaktadır.

Kamusal alan ve kamuoyu kavramlarından bahsedebilmek, 18. yüzyılda yaşanan burjuva demokratik devrimleri ölçüsünde gerçekleşmiştir. Bu sayede toplumlar katılımcılığın ve kapsayıcılığın daha çok tartışılır hale geldiği zeminleri kendisine yaratmıştır. Kamusal alanın kendine sınır belirleyebilmesi için iki kriter gerçekleşmiş, aynı anda hem özel alan hem de kamusal alan var olmuştur. Yalnız Aydınlanma çağıyla birlikte kendisine vücut bulan kamusal alan kapitalizmin öngörülemez yükselişi sebebiyle bir patlamaya uğramış ve zaman içerisinde kazandığı anlam yeniden farklılaşmıştır. Burjuva demokratik devrimlerinin gerçekleştiği çok uluslu imparatorluklarda, 19. yüzyılın başları itibariyle çözülmeler başlamış ve yerlerini ulusdevlet formunda daha içine kapanık politik organizasyonlara bırakmıştır. Senneth’a göre “19. yüzyıl kamusal alanın kriz yaşamaya başladığı dönemdir” (Senneth, 2002:33). Çünkü kamusal alanın o zaman için kendisini en iyi ifade edebilecek yer olan basın-yayın araçları artık sermayenin tekeline girmiş ve yalnızca ona hizmet etmeye başlamıştır. Habermas bu yozlaşmanın sebeplerini kapitalizmin burjuva sınıf çıkarlarına yoğunlaşmasına ve kamusal alana kurumsallaşmış evrensel ulaşılabilirlik sözünün çiğnenmesine bağlar.

Habermas’a göre kitle iletişim araçlarının (basının/gazetenin) 17. yüzyılda ortaya çıkması ile birlikte, burjuva kendi fikirlerini özgürce ifade edebileceği bir mecraya kavuşmuş ve siyasi iktidardan bağımsız tartışma alanları ve haber dolaşımı ortaya çıkmıştır. Önceleri kamusal alanda canlı bir tartışma olanağı yaratan gazeteler zamanla ticari kaygıları olan sınıfların sözcülüğünü yapmıştır. Kitle iletişim araçlarının kamusal olanı yönlendirmesi, örgütlerin piyasalardaki hakimiyetini iletişim araçları vasıtasıyla sürdürmeleri, “kamusal alanın yeniden feodalleştirilmesi” şeklinde kavramsallaştırılmıştır. Kamusal alanın kendisini siyasal ve toplumsal sorumluluklarından arındırıp yalnızca ekonomik ilişkilere hizmet eder hale gelmesi onun etkinliğini hatta varlığını sorgulatır hale getirmiştir.

Sosyal Medyanın Temel Aktörü: Birey

Tarihsel arka planını göz ardı etmemekle birlikte kanaatimce 21. yüzyıl, insanın kendisini “gerçekleştirdiği” yüzyıldır. Yalnız bu tek taraflı bir ilişki biçimi değildir. Geldiği nokta itibariyle 21. yüzyılın kendisi de bir bakıma insanı “gerçekleştirmiştir”.

Küreselleşmenin hızı, internet teknolojilerinin geldiği nokta ve piyasaların baş döndüren trafiği mal ve hizmet üretirken bu yüzyılla birlikte muhatap belirlediği öznelerde çok radikal değişikliklere gitmiş ve artık kendilerine pazar olarak insanı seçmişlerdir. Üretilen mal ve hizmetler geçmiş zamanlarda aile, toplum, kesim, bölge gibi daha kapsayıcı daha kolektif topluluklara hizmet ederken bugün bireysel persfektiften yorumlanarak yeniden üretilir hale gelmiştir. Ekonomik ve siyasal hayatta alışık olduğumuz kavramlar artık bireysel öznelerle birlikte kullanılmaya başlanmış ve ona göre şekillendirilmeye çalışılmıştır. Örneğin önceden bilgisayarlar “computer” adı altında satılırken bugün PC (personal computer) adı altında satılmaktadır. Yine önceleri mimaride büyük ihtişamlı, kapsayıcı yapılara yer verilirken bugün estetik ve zevkten uzak anlayışla küçük, dar ve kalabalık yaşamaya müsaade etmeyen yapılar ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla çağ, üretim ve tüketim ilişkilerini kurgularken bireyselliğin ön planda olduğu bir yapıda insanın insan olarak değil de birey olarak kendisini gerçekleştirebilmesi için bütün imkanlarını seferber etmiştir.

Bu sistem içerisinde insanlar kendisine sunulan imkanlar doğrultusunda yeni kimlikler edinme fırsatı bulmuştur. Çünkü sosyal olduğunu sandığımız ekranlar bizlere kendimizi istediğimiz gibi biçimlendirme fırsatı veriyor ve birçoğumuz kendi varlığımızı soyutlaştırıp hayatımızın en azından bir kısmını anonim olarak geçirebiliyoruz. Eğer ten rengimiz dolayısıyla yadırganıyorsak kendimizi farklı bir hale getirebilme imkanımız var. Cinsiyetimizle, dinimizle, dilimizle kendi toplumumuzda kendimizi gerçekleştirme imkanına kavuşamadıysak veya bu zor geliyorsa yer bulamadığımız toplumda kaybolup kendimizi bir ekranda yeniden var etmeye çabası içerisindeyiz.

Bu söylem şu sıralar çokça tartışılan ve post-truth olarak bilinen kavramsallaştırmadır. Sosyal medya ise bugün bu kavramsallaştırmanın kendisini yaşattığı ortamdır. Gerçekliği, hakikati yok sayarak algıya, soyuta olan güven dolayısıyla günümüz insanı epey farklı bir noktaya ulaşmış durumda.

Sosyal Medya, Devlet ve Egemenlik

Uluslararası ilişkilerin idealistler ve realistler tarafından ortaklaşa kabul gördükleri ve belirleyiciliği itibariyle en temel aktörü devlettir. Egemenlik ise bu devletin varoluşunu aldığı ruhu temsil etmektedir. Devletler için vazgeçilmez bir unsur olmakla birlikte aynı zamanda devletin temel dinamiklerinden birini temsil eden egemenlik ile ilgili Aquinumlu Thomas, Jean Bodin ve Niccolo Machiavelli çeşitli teorik kavramsallaştırmalara katkıda bulunmuşlardır.

Özellikle Machiavelli egemenliği onun temsilcisi olarak gördüğü hükümdar üzerinden tanımlarken Bodin’e göre “Egemenlikten söz edilmedikçe devletten de söz edilemez. Bu da egemenliğin tamamen devletin ürettiği bir kavram olduğu anlamına gelmektedir” (Mairet, 2005: 234).

20. yüzyılla birlikte Kissenger’in Amerikan ahlaki reçeteleri olarak tanımladığı demokrasi, serbest pazar ekonomisi ve uluslararası hukukun belirleyici normlar haline gelmesi, beraberinde egemenlik kavramını tartışmaya açmıştır. Bunun sebebi ise devletlerin iç ve dış politikaların, karşılıklı bağımlılık ilişkilerin ve uluslararası örgütlerin uluslararası ilişkilerde yaygın hale gelmesiyle açıklanabilir. Post-modern olarak adlandırdığımız devlet tiplerinin egemenlik alanları daha geçirgen olmuş ve üretilen iç ve dış politikalar birbirleri olmadan okunamaz hale gelmiştir. İnternet teknolojilerinin gelişmesi haberleşmenin de zaman, mekan ve bağlamdan bağımsız bir şekilde gerçekleştirilmesine imkanlar sağlamıştır. Kitlelerin katılımıyla dünyadaki bütün insanlarla kontak kurmanın önünü açan haberleşme sistemleri kendi kendine bir dil türetmiş ve Amerikan ahlaki reçetelerinin ötesinde bir yerde kendisini konumlandırmıştır. Böylesi bir kapsayıcılığı içerisinde barındıran internet teknolojilerinin en temel türevlerinden birisi de muhtemelen sosyal medyadır. Sosyal medyayı bir çeşit uzaya benzetebiliriz. Sonunun veya sınırının ne olduğuna dair kestirilemez bir gücü içerisinde barındırmaktadır. Bütün normları, bütün söylemleri, bütün teamülleri dönüştürebilme kabiliyetine sahiptir. Gerçeklik ötesi bir alan olmakla birlikte egemenlik kavramı dahi burada dönüşmüştür. Çünkü bizim için geleneksel anlamda egemenliğin belirleyici sembolleri olan teller, duvarlar, sınırlar burada yoktur. Sosyal medya egemenliğini kendisi kurmuş ama kendisi belirlememiştir. Çünkü sosyal medyanın egemenlik alanı yine kendi kullanıcıları tarafından her gün ve her gün yeniden çizilmektedir.

Bugün, egemenlik alanlarının en temel aktörü olan devletler, sosyal medyanın egemenlik alanlarını kendisine tehdit olarak görmüş olmalı ki bu alanı sıkı bir denetim altına almaya çalışmaktadırlar. Kapsayıcılığıyla ve vaat ettikleriyle herhangi bir devletten daha fazla insanı kendi bünyesinde barındırabilme kapasitesine sahip sosyal medya, belki gelecek yüzyılda devletin antitezi dahi olabilir. Öyle ki totaliter rejimlerin hakim olduğu devletlerde sosyal medyaya olan erişimin kısıtlanmak hatta engellenmek suretiyle denetim altında tutulduğu bir sır değildir. Üstüne üstün sosyal medya geleneksel medyadan farklı olarak daha efektif gündem yaratabilme becerisine sahiptir.

Kamusal Alanı Yeniden Düşünmek

Jürgen Habermas’a göre kamusal alanın oluşabilmesi, kamunun özel alan ve siyasal otoriteden bağımsız bir bağlama sahip olmasıyla ölçülmektedir. 2000’lerin başında yaşanan renkli devrimler ve sonrasındaki Arap Baharı, siyasal iktidarların daha otoriter eğilimler benimsemesine sebep olmuştur. Bu otoriter eğilimler kamusal alanların önemini yitirmesine sebep olmuş, özellikle gelişmekte olan ülkeler ve 3. dünya ülkelerinde gittikçe yozlaşır hale gelmiştir. Sosyal medya ise kendisine has egemenlik alanları çerçevesinde bir siyasal otoriteden yoksun ve tamamen özel alanlardan oluşan çoklu bir yapıyı temsil etmektedir. Her ne kadar günümüzde devletler bu alanları tahakkümleri altına almaya çalışsalar da zaman içerisinde sosyal medyanın ve internetin kullanımına ilişkin hak talepleri yakın zamanda kanunlaşacak ve yaşamsal bir fonksiyon haline gelecektir. Bu sürecin gelişimiyle ilgili belirli bir mesafe şimdiden katedilmiştir. İngiltere’de Lortlar Kamarası aldığı bir kararla interneti elektrik, su gibi bir kamu hizmeti olarak tanımlarken, Fransa Anayasa Konseyi; ifade özgürlüğünün internete erişim hakkını da kapsadığını, belirtmiştir. Estonya bir adım daha ileri giderek internet erişimini bir insan hakkı olarak tanımlayan ilk ülke olarak tarihe geçmiştir. Öte yandan Avrupa Parlamentosu 26 Mart 2009’da aldığı bir tavsiye kararıyla(2008/2160 INI), devletlerin tam ve güvenli internete erişimi sağlayarak e-demokrasinin önünü açması gerektiğini belirtmiştir. Son olarak internet erişimi 4 Haziran 2011’de Birleşmiş Milletler tarafından alınan bir kararla “Temel bir insani hak” olarak tanımlanırken İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne de “Üçüncü Kuşak İnsan Hakkı” olarak dahil edilmiştir.

Görüldüğü üzere internete erişim hakkı bazı devletler ve uluslararası örgütler nezdinde hak olarak görülmeye başlamıştır. Bunun bir diğer sebebi siyasal otoriterlerin bu alanların kullanımına düzenleme getirmek istemeleridir. Çünkü bu alanlara ilişkin temel prensiple bir hak olarak görülürse o hakkın koruyucusu ve kaynağı olan devlet bu hakka ilişkin çeşitli düzenlemeleri de inisiyatifine alma imtiyazına kavuşabilir. Çin, Kuzey Kore, Suudi Arabistan ve İran birçok sosyal medya platformlarını kendi vatandaşlarına yasakladılar bile. Bu devletler kendi meşruiyetlerinin sorgulamasını doğaları gereği hoş karşılamayacağı için sosyal medyada dahi otorite oluşturmuş durumdalar. Dolayısıyla sosyal medyanın bir kamusal alan oluşturabilme potansiyeli her ülkede aynı etkiyi yaratamayabilir. Diğer yandan ise Batı merkezli devletler sosyal medyanın ve internet teknolojilerinin laboratuvarı işlevini gördüğünden bu alanlara hatırı sayılır bütçeler ayırmaktalar. Bu sarmal ilişki 2016 yılındaki ABD başkanlık seçimlerinde gündemde uzun süre yer almış olan Rusya’nın sosyal medya üzerinden ABD seçmenini manipüle ederek seçim sonuçlarına doğrudan etki ettiği haberleriyle ne kadar ciddi bir mesele olduğunu dünyaya göstermiştir.

Anlamı, kapasitesi ve derinliği göz önünde bulundurulunca sosyal medya, bugün pek çok devletin yaratamadığı imajı yaratma potansiyeline sahip gerçeklik ötesi bir ruhu temsil etmektedir. Bu ruh, politik bir aktör olmamakla birlikte politik aktörleri kamuoyundan aldığı güç ölçüsünde yeri geldiğinde dengelemekte yeri geldiğinde ona baskı kurma işlevine sahiptir. Etkili kullanıldığında toplumları dönüştürebilen ve onlara sanal kimlikler kazandıran bir çeşit uzaydır. Kavram karmaşası yaşamamak adına sonuca varmadan bir noktaya açıklık getirmek getirmekte fayda var. Kamusal alan gelenekselleşmiş bir kavram olduğundan idealize edildiğinden beri hep kamusal otorite ve özel alan kavramlarıyla birlikte anılmıştır. Dolayısıyla sosyal medyada bir kamusal alan kurulabilmesi için sosyal medyanın egemenlik haklarının tamamımın devletlere ait olması gerekir ve bu durum şimdilik söz konusu değildir. Yalnız sosyal medya kendi dinamikleri çerçevesinde kamusal alanın gördüğü işleve farklı bir boyut katmıştır. Özetle sosyal medyanın kendine özgü bir “kamusal alan fikri” vardır. Sadece sosyal medyanın içinde devletlerle örtüşen belirli bir kamusallıktan bahsedemediğimiz için sosyal medyada insanların bir araya gelip eşitlikçi tartışma ortamları hazırlaması ve fikirlerini paylaşabilmelerine kamusal bir aktivite olarak bakmamak gerekir. Bu karmaşayı aşabilmek için sosyal medyanın içerisinde oluşan bu kamusal alana “evrensel alan” veya “e-alan” gibi yeni kavramsallaştırmalara ihtiyacımız vardır. Böylelikle devletle özdeşleşen kamusal alan ile sosyal medya ile özdeşleşen e-alan birbirinden ayrılmış olur.

Seçim kampanyası boyunca medyanın kendisine yeterince yer vermediğini hatta medyanın kendisini öteki olarak gördüğünü düşünen Trump, başkan seçildiğinden beri kendisine alternatif olarak sosyal medyayı seçmiş ve ekseriyetle mesajlarını paylaşmak için burayı kullanmıştır. Bir diğer yandan geçtiğimiz haftalarda yine ABD’de meydana gelen, polisin Afro-Amerikalı bir vatandaşı boynuna bastırması sonucu öldürmesiyle sosyal medyada büyük yankı uyanmış ve insanlar buradan örgütlenerek sokaklarda prostesto gösterileri yapmıştır. Yine aynı Trump’ın sosyal medya üzerinden paylaştığı olayla ilgili bir mesajı Twitter, “şiddeti yücelttiği” gerekçesiyle paylaşımı sınırlandırmış ve bu büyük infiale neden olmuştur. Trump ise başkanlık kararnamesiyle Twitter’ı erişime kapatma tehdidinde bulunmuştur. Sonuç olarak sosyal medya ve devlet arasında egemenlik algılarının farklılığı gittikçe keskinleşeceği mesajlarını vermektedir. Yakın geleceğe kadar hala egemenlik alanlarının tanınmış gücü olan devletin, sosyal medyaya tahakkümü şeklinde bu ikili ilişki devam edecektir. Teorik olarak yeni kavramsallaştırmalara olan ihtiyaç bu konu özelinde kendisini iyiden iyiyi hissettirmektedir. Bazı devletler sosyal medya ile olan ilişkilerinde epey anlaşılır noktalara gelse de bazıları hala birbirleriyle iletişim kurmamakta ısrarcı olmaktadır. Uluslararası ilişkilere yeni bir diplomasi türü de kazandıran sosyal medya, efektif kullanıldığında devletlerin kendi egemenliklerinin sağlamasını yaptığı bir yer olurken onunla özdeşleşmeyen devlere de hep “yabancı” kalacaktır.

--

--