Laiklik çıkmazı

Laiklik, kuşkusuz Türkiye’nin en çok tartıştığı kavramlardan birisi. Onu bu kadar tartışılır yapan ise henüz net bir tanıma sahip olamamasından geliyor. Kimileri için tanrılaşmış bir değer, kimileri için politik bir araç, kimileri içinse sihirli bir kavram.

Turgut Erol
Te kalemi
Published in
10 min readJul 27, 2022

--

Eski Yunan’da toplum, kilise ve devlet olarak iki temel düzeyden oluşmaktaydı. Dini iktidarın temsilcisi olan kilise ile siyasi iktidarın temsilcisi devlet arasında bütünleşik hatta hiyerarşik bir ilişki söz konusuydu. Kilise, en yüce kurum olarak gücünün kaynağını Tanrı’dan referans alırken devletin referans noktası ise kiliseydi. Her ne kadar kilise, dini ve dünyevi iki ayrı iktidar alanı olduğunu söylese de kendi iktidar alanını devletin iktidar alanından üstün görüyor ve onu kendi buyruğu altında kabul ediyordu. Dolayısıyla kilise devletle olan ilişkisinde etken taraftayken devlet edilgen olan taraftı.

Eski Yunan’da kilise ve devlet arasındaki bu farklılıkları bilmek ise laikliğin tanımını ve etimolojisini anlamamızda bu yazıyı okuyanların referans noktası olacaktır.

Laiklik, esasen Yunancada “ruhban sınıfına mensup olmayan, halktan olan” anlamındaki ‘laikos’ kelimesinden türemiştir. Batı dillerine ‘laïque’ olarak geçen kelime Fransızcada “kilisenin kamu yönetiminden uzaklaştırılmasını savunan” anlamına gelir. İngiltere ve Almanya’da ise laiklikten türetilmiş bir kavram olmadığı için ona yakın bir anlam taşıyan ‘secular’ kelimesi kullanılır. Seküler ise ‘çağa ait, çağdaş veya dünyevi’ anlamlarını taşır.

Almanya’da laiklik yerine seküler ifadesinin kullanılmasındaki sebep Reform hareketlerinden bu yana Katolik inancına karşı Protestan muhalefetin etkin olmasından kaynaklanmaktadır. 16. yüzyılda Katolik kilisesi, Alman prensliklerinin parçalı yapısını fırsat bilerek toplumu siyasi, dini, ekonomik ve sosyal yönden baskı altına almaya çalışıyordu. Kilisenin giderek artan bu yozlaşmasına karşı 1517 yılında Martin Luther adlı Katolik bir rahip, Wittenberg Kalesi’nin kilise kapısına 95 maddelik bildiri asarak protest bir hareket başlattı. Bu bildiriyle birlikte Katolisizme karşı örgütlenen Protestan cemaatler, Martin Luther’in etrafında toplandılar ve Avrupa’daki Reform hareketlerinin başlamasına öncülük ettiler. Bu protest hareket sonucunda Protestanlar, Katoliklerle girdiği savaşı kaybetmesine rağmen 1555 yılında imzalanan Augsburg Barışı’yla papalık kontrolündeki Katolik kilisesinden resmen ayrılarak yeni bir mezhep olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlaşmayla birlikte Protestan doktrin, Avrupa’da Katolik güdümünden kurtulmak isteyen Hristiyanların yeni çatısı olmuştur. Günümüzde ülkede kendini Hristiyan tanımlayanların %27'si Katolik mezhebine mensupken Evanjelik Protestanların oranı %24’tür. Katolisizme olan Protestan muhalefetin en az Katolikler kadar güçlü olduğu tıpkı tarihte olduğu gibi bugün de çok net bir biçimde görülmektedir.

Laikliğin sekülerizm olarak tanımlandığı bir diğer ülke olan İngiltere’nin serüveni, Kral VIII. Henry’nin Aragonlu Catherine ile olan evliliğini sonlandırmak istemesiyle başlar. Boşanma isteğinin kilise tarafından Katolik değerlere aykırı olduğu gerekçesiyle reddedilmesi üzerine VIII. Henry, İngiltere’nin Vatikan’a olan bağlılığına son vererek Katoliklik ve Protestanlıktan ayrı bir üçüncü yol icat edip Anglikan kilisesini kurar. Böylelikle, hem papalığın İngiltere üzerinde kurmuş olduğu imtiyazlar ortadan kalkar hem de milli monarşinin çıkarlarına sahip çıkılmış olur. O tarihten bu yana Anglikanizm, İngiltere’nin resmi kilisesi olan İngiltere Kilisesi tarafından ülkenin resmi doktrini ve mezhebi olarak kabul edilmiştir.

Ali Fuat Başgil’in de seküler tanımında ifade edildiği gibi, “Kilise içinde seküler güçlerin doğması ile sonuçlanan bu yaklaşım, bir yandan dini sekülerize ederken, öte yandan seküler kavramını da Hristiyanlaştırdı. Dini sekülerize etmek ise hiyerarşik din anlayışına karşı, sivil bir Hristiyanlık geleneğinin doğmasına yol açtı ki, günümüzde açılan bu çığırdan yola çıkan çok sayıda bağımsız kilise bulunmaktadır ve bunlar Roma’nın denetiminde değildir.”

Tarihsel olarak Martin Luther’in başlattığı Reform hareketleri Fransız Devrimi’ne gelinceye kadar yalnızca kilise egemenliğinin sivil iktidarla paylaşılması olarak kalmadı. Devrim fikrini ateşleyen diğer bütün fikirlerle birleşip yeni iktidar kurumları oluşturmasının da önünü açtı. Devrimle birlikte ise dini hiyerarşide kilise artık etkin bir kurum olmaktan çıkacak ve sivil iktidarın tanrılaşmasının yolu açılacaktı. Bu yeni iktidar biçimindeki yeni referans noktaları artık Tanrı, Papa, Kral ya da Vatikan değil, onun yerine pozitivizm, pragmatizm, determinizm ve rasyonalite olmuştur.

Görüleceği üzere laiklik, Katolik kültürün egemen olduğu toplumlarda geçerli bir kavramken kendini Protestan ve Anglikan olarak tanımlayan toplumlar kilise — devlet ilişkisini sekülerizm üzerinden tanımlamışlardır. Çünkü laiklik yalnızca Katolik toplumlarda söz konusu olabilirdi.

Peki nasıl olur da laiklik yalnızca Katolik toplumlarda söz konusu olabiliyorken tarihinin hiçbir döneminde ruhani konsülde temsil edilmemesine rağmen, toplumunun tamamına yakını Müslüman olan Türkiye kendisini laik tanımlayabilir?

El-cevap: Tanımlayamaz. Çünkü tarihsel ve etimolojik olarak mümkün değildir. Eski Yunan’dan ortaçağ Avrupası’na kadar ve hatta oradan Fransız Devrimi’ne kadar hiçbir laik — seküler tartışmasının içinde bırakın Türkiye’yi, ekseriyet Müslüman herhangi bir ülkeyi görme şansımız yoktur. Daha başından Müslüman birisinin laik olma şansı da yoktur. Müslüman birisinin ya da ekseriyet Müslüman bir ülkenin laik olamaması bir itirazı değil aksine bir gerçekliği temsil etmektedir. Bu durum dini referanslarla sabit olduğu gibi pozitivizm ve rasyonalizmle de sabittir.

Türkiye Cumhuriyeti de kurulurken laik bir devlet olarak kurulmadı. 29 Ekim 1923 tarihli cumhuriyet rejiminin kabulü ile ilgili anayasa hükmündeki Teşkilatı Esasi’nin 2. maddesinde “Türkiye devletinin dini, din-i İslam’dır” ibaresi yer alıyordu. Hatta cumhuriyet, kuruluş sürecine doğru giderken 25 Nisan 1920'de İstanbul Hükümeti’ne karşı kurulan Ankara Hükümeti’nin bakanlıkları arasında Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti (Şeriat ve Vakıflar Bakanlığı) bulunmaktaydı. Aynı kabinenin içindeki bir diğer bakanlık Adliye ve Mezahib Vekaleti (Adalet ve Mezhebler Bakanlığı) idi. Abdurrahman Dilipak, Laisizm kitabında bu bakanlığın görevini, “Adalet mekanizmasının şeriat hükümlerine göre yürütülmesi” olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla devletin dininin İslam olduğu ibaresi anayasayla sabitken, yeni kurulan cumhuriyet rejimi, dini hassasiyetleri oluşturan ilkeleri eski rejimden referans almıştır. Nitekim devletin dininin İslam olduğu ibaresi 1928 yılına kadar anayasada yaşamıştır. Fakat 1928'den sonra Anayasa’nın 26. maddesi değiştirilerek, TBMM’nin görev ve yetkileri arasında sayılan, “Şeriat hükümlerinin yerine getirilmesi” ile ilgili “Ahkam-ı şer’iyyenin tenfizi” ibaresi anayasadan çıkartılmış ve böylelikle TBMM, dini görev ve sorumluluklarından kendisini soyutlamıştır. 1931'e gelindiğinde ise Cumhuriyet Halk Partisi, partinin 6 ilkesini; devrimcilik, cumhuriyetçilik, devletçilik, halkçılık, milliyetçilik ve laiklik olarak belirleyecek ve laik kurumsallaşmayı fiiilen partide yerleşik hale getirecekti. Daha sonra 5 Şubat 1937'de anayasada yapılan değişiklikle beraber devletin resmi dininin İslam olduğu ibaresi kaldırılıp, “Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkilapçıdır. Resmi dili Türkçe’dir ve makamı Ankara şehridir.” şeklinde düzenlenecektir. Böylelikle Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurumsallaştırdığı ilkeler dizesi artık Türkiye Devleti’nin anayasasında bağlayıcı birer hüküm haline gelmiştir.

Bu ilkeler dizesinde demokrasi ilkesinin yer almaması ise muhtemelen Kemalist rejimin tek parti iktidarı döneminde asla istemeyeceği bir durumu oluşturacaktı. Her ne kadar cumhuriyetçilik ilkesi demokrasiyle birlikte anılan hatta onu kapsayan bir ilke olarak görülse de politik gerçeklik açısından durum çok daha farklıdır. Çünkü demokrasinin ilke olarak sunulması yeni bir muhalefetin doğmasının önünü açacağından hem laiklik karşıtlarına resmiyet verecek hem de Cumhuriyet Halk Partisi’nin laiklik adına atacağı adımların sonuçsuz kalma tehlikesini doğuracaktı.

Yine de bu durum parti içinde yeni bir muhalefetin doğmasına engel olamadı. Adnan Menderes’in önderlik ettiği ve içlerinde kendisiyle birlikte CHP’den ihraç edilen Celal Bayar, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan’dan oluşan grup bir araya gelerek 7 Aralık 1945'te Demokrat Parti’yi kurdular. Yeni kurulan partinin Demokrat Parti adıyla kurulması ise kuşkusuz hem siyasetin bir cilvesini temsil ediyor hem de parti ilkelerini (özellikle laikliği) bir türlü benimseyememiş vatandaşlara yeni bir seçenek sunuyordu. Nitekim Türk siyasal hayatında ilk defa çift partili hayata geçişi temsil edecek 1946 seçimleri bu iki partiyi karşı karşıya getirecekti. Esasında 1947 sonbaharında yapılması planlanan seçimlerin erkene çekilerek 21 Temmuz 1946'ya alınması henüz örgütlenme aşamasındaki Demokrat Parti’yi zor durumda bırakacak ve çift partili hayata geçişimizi simgeleyecek ilk seçimler bir baskının gölgesinde gerçekleşecekti. Seçimlerde uygulanacak olan açık oy — gizli sayım ilkesi ise Türk siyasetini ilk demokrasi deneyimi karşısında sınıfta bırakacaktı.

Yine de bütün baskınlara ve engellemelere rağmen 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti yalnızca CHP’nin 27 yıllık tek parti rejimine son vermekle kalmamış aynı zamanda demokrasi ilkesinin laikliğin önünde olduğunu toplum ve siyaset nezdinde ispat etmiştir. Demokrat Parti, iktidarı boyunca Arapça ezan okunmasının önünü tekrar açmış, Devlet Radyosu’nda Kur’an yayınına başlanmış ve imam hatiplerin sayısında ciddi artış gözlemlenmiştir. Ardından peş peşe 1954 ve 1957 seçimlerini kazanan partinin yolu 27 Mayıs 1960 darbesiyle kesilmiştir. 27 Mayıs bundan sonra ordu tarafından laiklik esasına bağlılığın bir miladı olarak kabul edilecek ve laiklik ilkesinin tehlikeye girdiği her durumda yeni darbe ihtimalinin bir seçenek olarak hep kapıda bekleyeceğine dair işareti oluşturacaktı. 12 Mart 1971 muhtırası ve 12 Eylül 1980 darbesi bu konunu diğer örnekleri olmuştur.

Bu örneklere istinaden 28 Şubat Süreci Türkiye’de laiklik üzerine yapılmış en hararetli tartışmaların zirvesini simgelemektedir. 1995 yılındaki genel seçimler sonrası kurulan ve Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin koalisyon ortağı olduğu REFAHYOL hükümeti esasında muhafazakar ve laik olmak üzere iki ayrı kanadı temsil etmekteydi. Koalisyonun kurulmasından sonra sokaklarda Atatürkçülük ve laiklik karşıtı eylemler hız kazanmıştı. Başbakan Necmettin Erbakan’ın ilk yurtdışı ziyaretini şeriatla yönetilen İran’a yapması da kamuoyunun dikkatini çekmişti. Refah Partisi’nin Rize milletvekili Şevki Yılmaz’ın, “Sana savaş açan; sağcılık, solculuk, Kemalizm, kapitalizm, laiklik ve bütün şeytani düzenleri boykot ederek nöbete geliyoruz. Refah için, Millî Görüş için!”, “Türk Ceza Kanunu İncil’e göredir, Türk Medeni Kanunu İncil’e göredir!” ve “Ben Hizbullah’ım ve Hizbullah olmaktan da şeref duyuyorum!” sözleri televizyon kanallarında yayılınca toplumda büyük infial uyandı. 1997 yılına gelindiğinde Erbakan’ın Başbakanlık resmi konutunda tarikat liderleri ve şeyhlere verdiği iftar yemeği Türk Silahlı Kuvvetleri’nde tepkiye neden oldu ve komuta kademesi, Başbakan Erbakan ve Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’i eleştirdi. Yüksek rütbeli subaylar 22 Ocak 1997 tarihinde Gölcük’te toplanarak irticanın iktidarda olduğunu tartıştılar. 30 Ocak 1997'de Sincan Belediyesi’nin düzenlediği Kudüs Gecesi’nde, salona Hamas ve Hizbullah liderlerinin fotoğraflarının asılması ve İran Büyükelçisi’nin yaptığı konuşma, Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız tutuklanmasına ve İran Büyükelçisi’nin ülkeyi terk etmesine neden olmuştu. Bu hadise sonrasında dönemin Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral Çevik Bir, 4 Şubat 1997'de Sincan’dan 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş düzenlemiş ve geçişten sonra “Sincan’da demokrasiye balans ayarı yaptık” demiştir.

Bunca yoğun gelişmelerden sonra 28 Şubat’ta toplanan MGK’dan çıkan kararlar ise şöyleydi;

Kur’an kursları Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanmalı, kaçak kurslar önlenmeli.

Tarikatların faaliyetlerine son verilmeli.

Kılık kıyafet yasası ödünsüz olarak uygulanmalı.

Yeşil sermayeye kısıtlama getirilmeli.

İrtica nedeniyle ordudan atılanları savunan ve orduyu din düşmanıymış gibi gösteren medya kontrol altına alınmalı.

Tevhid-i Tedrisat uygulanmalı.

Kurban derileri derneklere verilmemeli.

Atatürk aleyhindeki eylemler cezalandırılmalı.”

İrtica, cumhuriyet, laiklik ve Atatürkçülük tartışmaları sonucunda, “postmodern darbe” olarak adlandırılan 28 Şubat süreci ile Erbakan istifa etmeye zorlansa da bu teşebbüs ilk etapta başarıya ulaşamadı. Koalisyon 30 Haziran 1997'ye kadar devam etti. 21 Mayıs 1997 tarihinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, “yasa dışı bazı eylemlerin odağı olmaya başladığı ve bazı üyelerinin laik rejimi hedef alan girişimleri” nedeniyle Refah Partisinin kapatılması için Anayasa Mahkemesine dava açtı. Başsavcı Vural Savaş, dava ile ilgili yaptığı açıklamada partinin “laikliğe aykırı eylemlerin odağı hâline geldiğini ve ülkeyi giderek bir iç savaş ortamına sürüklediğini” belirtti. Dava devam ederken Erbakan, 18 Haziran 1997'de istifa ederek Başbakanlıktan çekildi.

Son olarak 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimlerinine giderken Ak Parti’nin adayı olarak Abdullah Gül’ün öne çıkması sonrasında Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt “Cumhuriyetin temel değerlerine, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti idealine, devletin üniter yapısına bağlı ama sözde değil özde, bunu davranışlarına yansıtacak bir kişinin seçilmesini umuyorum” açıklaması ve seçimlerin yapıldığı gece Genel Kurmay’ın internet sitesinden yayınlanan “Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.” şeklindeki açıklama, Türkiye’de bitmek tükenmek bilmeyen laiklik tartışmalarının son örneğini oluşturmuştur.

Dilipak, özellikle cumhuriyetten beri süre gelen bütün laiklik tartışmalarının içinde ordunun olmasını şöyle özetlemiştir: “Laiklik her zaman darbe­lerin ideolojisi olmuş ve halka kasdeden cuntacılar laikliği bir sıçrama tahtası, bir truva atı, halka karşı başlattıkları sa­vaşta rejimin bir kalkanı olarak kullanmışlardır.”

Görüleceği üzere Türkiye’deki laiklik tartışmaları o veya bu sebeple hep canlı kalmıştır. Kimi zaman anayasal bir hüküm, kimi zaman toplumu yönlendiren bir ilke, kimi zaman ise ordu hassasiyeti. Neresinden bakarsanız bakın Türkiye’de laiklik hep çok güçlü bir mefhum olarak var olmuştur.

Özet, sonuç ve temenni

Türkiye’de laiklik asla anlaşılamamaktan öte sürekli farklı anlamlar kazanarak büyüyen bir ilke olmuştur. Herhangi birinin doğruluğu veya yanlışlığı üzerine tespit yapmaya çalışmak yanlış bir tutum olacaktır. Çünkü kavramın bizatihi kendisi Türk toplumunun kültürel kodlarıyla uyumlu değildir. Tanzimattan beri istikrarlı bir şekilde Batılılaşma eğilimindeki Türkiye’nin hayal ettiği muasır medeniyetler seviyesine çıkması Batı modellerin bir bu kadar zaman daha taklit edilmesiyle bile asla mümkün olmayacaktır. Fransız laikliği, İsviçre Medeni Kanunu, Finlandiya eğitim sistemi gibi ezberler daha başından yalnızca kendilerini kapsayacak şekilde düzenlendikleri için bizlerin bunlara uyum sağlamaya çalışması ancak beyhude bir çaba olacaktır.

Bir kere başlı başına medeniyet etimolojik olarak Medine’den gelir. M. Nakib El — Attas’ın, İslam, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi isimli kitabında yaptığı medeniyet tanımlamasına göre; Medine, “meddene” fiilinden türemiştir. Meddene fiili; şehirler kurmak, medenileşmek, arınmak ve insanlaşmak anlamlarına gelir. Bu fiil ise aynı zamanda din kelimesinden kökü olan “dane”den türemiştir. Dane ise borçlu olmak anlamına gelen bir fiildir. Borç altında olan kimsenin aynı zamanda bir yükümlülük altında olduğu söylenir. Borçlu oluş ve yükümlü oluş doğal olarak (hüküm)=deynuneh ve (mahkum)=idaneh ilişkisini işin içine sokar. Dane’nin içerdiği zıt anlamlar da dahil bütün anlamlar sadece, mudün ya da medain diye karşılanan kasaba ve şehirlerde cari ticari hayata iştirak eden örgütlü toplumlarda geçerli olabilecek şekillerdir. Bir kasaba ya da bir şehir (bir medine), bir hakime, yöneticiye yani deyyan’a sahiptir. Bütün bunları söyledikten sonra, yalnızca dane fiilinin çeşitli çekim ve kullanışlarıyla dahi gözümüzün önünde medeni bir yaşam tarzının, yasanın, düzenin, adaletin, ve otoritenin toplumsal çehresinin bir tablosunun yükselmekte olduğu görülecektir.

İşte Türkiye’nin yüz yıldan fazladır tartıştığı ve henüz bir sonuca ulaşamadığı aksine, ithal bir kavramdan öteye gidemeyen laiklik kavramıyla fazlaca zaman ve çaba kaybettiği yaşadığı tecrübelerle sabittir. İkilemleri, belirsizlikleri ve karmaşası yüzünden üzerini toz bulutu kaplayan bu kavramı tartışmak yerine çareyi Türkiye’nin esas medenileşmesinin önünü açacak kavramlarda aramak gerekir. O halde yazımıza Üstad Necip Fazıl’ın şu sözleriyle veda edelim;

“Biz ne lâikiz diyoruz, ne lâik değiliz diyoruz. Birinden biri, ama söylemiyoruz. Lâiklik, ne iyidir, ne kötüdür diyoruz. Dikkat edin onu da söylemiyoruz. Ama diyoruz ki, lâiklik dünya hükmü olan bir din hakkında kabil-i tatbik değildir. Evet, sevgili gençler, daima benim gibi konuşmaya çalışın. Çünkü davamız çeşm-i bülbül kadar naziktir, yere düşürüp kırmayalım.” vesselam.

--

--