Rusya — Ukrayna: Kitaba bağlı kalmak

Rusya’nın Ukrayna’ya başlattığı işgal girişimi reel-politik ezberlerin hala geçerli olduğunu dünyaya tekrar hatırlatsa da Zelenski’nin uluslararası kamuoyunu harekete geçirmedeki becerisi bu savaşın sonunda en çok akıllarda kalacak mesele olabilir.

Turgut Erol
Te kalemi
Published in
6 min readMar 4, 2022

--

Ukrayna, 41 milyonluk nüfusa ve Avrupa’nın en büyük yüzölçümüne sahip ülkesi olmasına rağmen ekonomik olarak kıtanın zayıf ülkelerinden biri. 1991’de gelen bağımsızlıktan bu yana ülkede Batı’ya ve Rusya’ya olan eşit eğilim sebebiyle bir türlü beklenen siyasal istikrar gelmedi. Öyle ki 2004 yılında yaşanan Turuncu Devrim (Orange Revolution) iç siyasetteki çizgilerin ne kadar derin olduğunu gösteren ilk büyük mesele görülüyor. 2004 Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde Rus yanlısı aday Viktor Yanukovic’in seçimlere hile karıştırdığı iddiasıyla (Donetsk ve Luhansk’ta) Batı yanlısı aday Viktor Yuşçenko taraftarları Kiev’de büyük çaplı protestolar düzenledi ve seçimler tekrar edildi. Yeni seçimde Batı yanlısı Yuşçenko sandıktan galip çıktı ve cumhurbaşkanı oldu. 2010 yılına kadar Batı odaklı dış politika izleyen Ukrayna’nın hem NATO’yla hem de AB ile ilişkilerini ilerletmişken Yanukovic’in Şubat 2010'daki Cumhurbaşkanlığı seçiminde rövanşı almasıyla Ukrayna’nın yönü de tekrar eskiye dönmüş oldu. Devamında Yanukovic’in 2013 yılında beklemede olan AB ile “Ortaklık ve Serbest Ticaret Anlaşması”nı imzalamaması Ukrayna’da büyük şok yarattı ve muhalefet taraftarları ile Ukrayna polisi arasında Bağımsızlık Meydanı’ndaki “Euromaidan” olarak adlandırılan gösteriler ülkeyi iç savaşın eşiğine getirdi ve bu olayların sonucunda Rusya Kırım’ı ilhak etti.

O yıllarda benzer durumlar sadece Ukrayna’da yaşanmadı. Kasım 2003’te Gürcistan’da yapılan devlet başkanlığı seçimlerinde Eduard Şevardnadze’nin (SSCB’nin son Dışişleri Bakanı) seçimlere hile karıştırdığı iddiasıyla başlayan kitlesel gösteriler Gül Devrimi’yle sonuçlandı ve Şevardnadze yerine muhalefetten ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin de desteklediği Miheil Saakaşvili devlet başkanı oldu.

Yine Gürcistan ve Ukrayna’dakine benzer Lale Devrimi olarak anılan hadise 2005 yılında Kırgızistan’da gerçekleşti. Ülkede Cumhurbaşkanı Askar Akayev’in yaptığı yolsuzluk ve otoriterlik yüzünden başlayan protestolar sonucunda Akayev, Moskova’ya kaçıp istifa etti ve renkli devrimlere bir yenisi daha eklenmiş oldu.

Buradan görüyoruz ki Samuel Huntington’un “Üçüncü Demokrasi Dalgası” olarak adlandırdığı, Sovyet sonrası cumhuriyetlerde gerçekleşen renkli devrimlerin ortak yönü bu ülkelerin demokratik tabanlarının ısrarla Batı’ya eklemlenmek istemesi fakat Rusya’nın coğrafi hakimiyeti kaybetmemek adına Batılı ittifakları kendisine uzak tutmaya çalışması arasında gidip gelmiştir. Buradan kaynaklanan siyasal istikrarsızlıklar ülkelerin ekonomik olarak zayıflamasına, toplumsal olarak geriye gitmesine ve bazen de savaşla sonuçlanmasına yol açmıştır. Benzer sebepler yüzünden 2008 yılında Gürcistan’daki Güney Osetya’nın işgali bu konuyu anlamamıza yardımcı olacak örneklerden yalnızca bir tanesidir.

Ukrayna da yeni bir gelecek inşa etmek için attığı ilk adımda Rusya tarafından başlatılan işgal girişimiyle karşılaştı. Fakat bugün Ukrayna’nın karşısındaki ülke her ne kadar uluslararası güç odaklarından biri de olsa ona karşı savaşıyor ve en önemlisi bunu, Putin Rusya’sı gibi kılıfına uydurarak değil kitaba bağlı kalarak yapıyor. Çünkü Ruslar, Ukrayna ile aralarındaki sorunun tıpkı Hans Morgenthau’nun “realizmin çerçevesini belirlediği siyasal gerçeklik, çıkar ve güç gibi prensipler üzerinden şekillendiğini” düşünme tembelliğindeler. Bu reel-politik ezberlerin karşısında Zelenski önderliğindeki Ukrayna’nın uluslararası hukuka ve onun sorumluluklarına sadık kalarak hareket etmesi ve yine uluslararası kamuoyunu kendi lehine harekete geçirmedeki mahareti Putin’in yaptığı bütün hesapların değersizleşmesini sağlıyor.

Oysa bakıldığında ABD Başkanı Joe Biden’ın önce Afganistan’dan çekilme kararı ve sonra Ukrayna’ya işgal başlamadan “Amerikan askerleri Ukrayna’da savaşmayacak” diyerek ABD’nin net tutumunu göstermesiyle kendini pasifize etmeye çalıştığı baştan belli olmuştu.

Brexit’le İngiltere’yi kaybetmiş Avrupa Birliği, enerji yönünden Rusya’ya bağımlı olan Almanya’da istikrarlı Angela Merkel döneminin bitmesi ve Fransa’da Birleşmiş Milletler’in işlevsizleştiğini savunan, Avrupa Birliği’nin hantal kurumsal yapısından şikayetçi Emmanuel Macron’un bulunması, bütün göstergelerin Putin Rusya’sı lehine olduğunu gösteriyordu. Hatta bir dönem Macron, “NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini” ve yeni bir Avrupa idealinin: “Küreselleşmenin yaşandığı bir dönemde Avrupa’yı kendi içinden güçlendirmek ve stratejik olarak yeni bir dış rota belirmek yolundan geçtiğini” söylemişti. Kuşkusuz bu planın en dikkat çekici yanı kendisinin önderlik edeceği ve AB ülkelerine NATO’ya alternatif olarak sunabileceği “Ortak Müdahale Gücü” ve savunma alanında da “Ortak Doktrin” idi. Görülüyor ki ABD’nin, Avrupa’nın ve diğer komşu ülkelerin çekingen tutumu Putin’in Ukrayna’yı kısa sürede işgal edebilmesinin önündeki bütün engelleri kaldırmış ve ona gerekli morali vermişti.

İşgale giden süreçte Macron’un Putin ile yaptığı görüşmede kullanılan sembolik masa akıllara Eylül 1938’de İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain’in Münih’te Hitler ile yaptığı görüşmeyi getirdi. Hitler yeniden Birleşik Almanya hedefi çerçevesinde Çekoslovakya’daki yoğunluklu Alman nüfusunun yaşadığı Südet bölgesinin plebisit yoluyla Alman topraklarına katma gayreti içerisindeydi. Almanların Avrupa’nın geri kalanına yayılma endişesini taşıyan İngiltere ve Fransa Çekoslovakya’nın geri kalan bölümü için güvence vermeyi teklif ettiler. Münih’teki görüşmeden sonra muzaffer edasıyla karşılandığı Londra’ya dönen Chamberlain, Hitler’in Çekoslavakya’nın kalan bölümünü de işgale başladığını öğrendiğinde yaşadığı yıkım tahmin edilemez. Henry Kissenger bu anlaşmadan sonra yaşananları “Hayret edilecek husus, Hitler’in sınır tanımaz hareketlerinin önceki herhangi bir Avrupa sistemine göre kabul edilemez olan bir noktaya kadar gitmesine olanak tanıyan uluslararası ilişkilere Wilsoncu yaklaşım, belli bir noktadan sonra Büyük Britanya’nın çizgiyi, Realpolitik’e dayalı bir dünyada yapılmayacak ölçüde sert bir şekilde çizmesine neden oldu. Wilsonizm, Hitler’e karşı daha önce direnmeyi önlemiş ise, moral kriteri açıkça ihlal edildikten sonra, ona karşı amansız bir karşı koyma gerçekleştirilmesinin temelini de atmış oldu” şeklinde özetlemiştir.

Bugün yeniden aynı reel-politik ezberler hala geçerli görünüyor. 1938’de Hitler’e taviz veren Batı’yla Putin’e karşı tepkisiz kalan Batı’nın arasında hiçbir fark yok. Dünün Wilsoncu yaklaşımıyla bugünün kısık seslerinin, birkaç kınamadan öteye gidemeyenlerin arasında da hiçbir fark yok. Bugünü farklı kılan tek şey Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski’nin bir başına çıkıp bu işgal karşısında uyuyan bütün aktörleri ve organizasyonları tek tek uyandırması, savaşan ülkesi için ulusal moral inşa etmesi ve bütün vatandaşlarını bu mücadeleye inandırmasında yatıyor. Üstelik bunu yalnızca “kitaba bağlı kalarak” başardı. Savaş sürerken Rusya’ya yaptığı barış çağrıları, inanmamasına rağmen geride eksik tek bir nokta bırakmamak adına müzakere masasına oturması, diplomasi bilmenin reel-politik ezberler karşısında işleyen bir maharet olduğunu dünyaya göstermiştir. Diplomasinin bütün kanallarından, uluslararası hukukun bütün imkanlarından mümkün olan en ahlaki şekilde yararlanarak ülkesini Rusya gibi emperyal bir güce karşı savunuyor ve şimdiye dek ulaştığı noktada neredeyse bütün uluslararası kamuoyunun desteğini almış görünüyor.

2 Mart Salı günü yapılan BM Genel Kurulu Rusya’yı kınama kararında tam 141 ülke Ukrayna’nın yanında olduğunu belirtirken yalnızca 5 ülkenin Rusya lehine oy kullanması bunun en somut delillerinden. 141 ülke içerisinde listenin en başında bulunan Afganistan’a çok özel bir parantez açarak Ukrayna’nın işgaline karşı çıkan en değerli sesin kendilerine ait olacağı belliydi. Yerel medyamızda ne yazık ki alay konusu olsa da savaşın trajedisini 40 yıldan fazladır çeken bir ülkenin henüz daha kimsenin sesi bile çıkmamışken işgalin karşısında tarafları sükunete ve diyaloğa çağırması hem çok onurlu hem de çok saygı duyulması gereken bir hareketti.

Savaşın ilerideki seyrinin bundan sonra yalnızca Ukrayna ve Rusya arasında olan mücadele değil 140 ülkenin yanında olduğu Ukrayna ve Rusya arasında geçecek mücadele belirleyecek. Ukrayna’nın uluslararası toplumdaki konumu diğer ülkelerce daha görünür hale geldikçe daha saldırgan bir Rusya’yla karşılaşmak güçlü olasılıklardan birisi. Gelinen noktada Putin’in sonuç alıncaya kadar reel-politik ezberlerin peşinden gitmeye devam edeceği görülüyor. Şu anda savaş içerisinde olduğu Ukrayna haricinde herhangi bir ülkeyle yaşayacağı en ufak sürtüşme “casus belli” (savaş nedeni) olarak algılanabilir. İsveç ve Finlandiya’nın bir anda gündeme gelen olası NATO üyeliği ihtimali de buna dahil. Her ne kadar İsveç Başbakanı Mangdalene Andersson, “İsveç’in güvenlik politikalarına kendilerinin karar vereceğini belirterek NATO’ya girmeyi düşünmediklerini” söylese de Finlandiya Başbakanı Sanna Marin NATO üyeliği konusundaki tartışmaların “Ukrayna’daki savaşın başlamasının ardından değiştiğini” söyledi.

Tarih de değişiyor. Binlerce yıllık yolculuğunda, ülkesine ve ulusuna ihanet edip kaçan Şah Pehlevileri, Zeynel Abidinleri, Yanukovicleri, Eşref Ganileri, ve Akayevleri nasıl sönüp giden bir mum gibi hatırlayacaksa Metternichleri, Churchillleri, Mandelaları, Muhammed Mursileri ve Zelenskileri hem ülkeleri için birer rehber hem de uluslarını aydınlatan birer meşale olarak hatırlayacaktır.

--

--