KİLLOLOGY — BEN NASIL GÖRDÜM?

Kübra Tıraş
3 min readNov 10, 2018

--

Devam edebilmek için iki şeye ihtiyaç var: Umut ve güç. Yarınlar yaşamaya değer görünsün diye umut, dünler atlatılabilir olsun diye güç… Peki; fazla değil yalnız kendimize yetecek kadar umudu ve gücü nereden edinebiliriz? Henüz küçükken birileri bize aşılamalı mı onları? En kuytu yerlerde, özlü kitapların içlerinde ya da bir başkasının peşinde biz mi ulaşmalıyız? Bu iki yaşam kaynağı insana nereden nasıl bağışlanır bilinmez de onları kaybetmenin kolay olduğu aşikârdır. Sevilmeye layık hissetmek ve kaybetme endişesine kapılmadan sevgiye erişmek var olma cesareti verir bizlere. Sevgiden mahrum kalmaksa kişinin güçlü hissetmesine ket vurur. Umuda gelince o, devamlı küçük şeylerle beslenir. İyi şeyler varlığını eksilttikçe kendini silikleştirir. Öyleyse şiddetin içine doğmuş bir çocuğun o sisli umudu görmesi ve şiddetten kaçması mümkün müdür? Ya da babası tarafından takdir edilmemiş bir adamın zayıflıklarına yenilmesi olağan değil midir? Tüm bu sarmalın içinde, eksik bırakılmış insanların arasından suçlu ve mağdurları belirlemenin bir yolu ya da anlamı var mıdır?

Killology, izlemesi zorlu diyebileceğimiz güçlü bir etkiyle geçtiğimiz sezondan beri sahneleniyor. Uzun bir hazırlık süreci geçirmiş. Serkan Altunorak, Ozan Dolunay ve Güven Murat Akpınar’ın başarılı oyunculuklarının yanında Kerem Çetinel tarafından hazırlanan şahane bir dekoru var. Oyun, İbrahim Çiçek’in Yutmak’ın ardından ikinci yönetmenliği. Bu iki başarılı oyunun ardından yeniden yönetmen olarak karşımıza çıkacağı provadaki oyunu Kalp için heyecan taşımamak da mümkün değil. Killology, üç karakterin hayat anlatılarından oluşuyor. Çoğunlukla monologlarla ilerleyen oyunda; Davey, Alan ve Paul’ü dinliyoruz. Paul, Killology adlı internet oyununun yaratıcısı. Bu oyun, kullanıcılara her tür işkencenin insanlara uygulandığı bir gerçeklik sunuyor. Paul’e göre oyun, insanların içlerinde sakladıkları öfkeyi dışa vurmanın müthiş(!) bir yolu. Ayrıca onlara seçimlerinin sonuçlarını da gösteriyor, işkencede verilen acı çığlıklarını gözlerini kaçırmadan izlemek onlara bonus puanlar kazandırıyor. Biz şiddetin sanal halini dinlerken Davey ise yoksulluk ve şiddetin olağan kesişmesine en gerçek haliyle tanık oluyor. Oyunun başında henüz 8 yaşında olan Davey, eve sağ salim dönmenin bir mucize olduğunu fark ediyor. Alan ise Davey’i korkularıyla baş başa bırakan babası. Sahnede verdiği seçimlerin- diğer bir deyişle yerine getirmediği sorumluluklarının ağır sonuçları arasında savrulup duruyor. Killology, Gary Owen’in On Killing kitabını okumasının ardından kafasında beliren sorgulamayı işliyor. On Killing, öldürme üzerine pratik yapmanın, ölümü gözlemlemenin bir insanın zarar verme yetisini geliştirme etkisi olabileceğini belirtirken Gary Owen verdiği bir röportajda şunu söylüyor: “ Eğer bu etkiden emin olsaydık, bunun hakkında ne yapardık? Şiddet üzerine kurulmuş şeylere karşı eyleme geçer miydik yoksa bazı insanlar şiddet figürü üzerinden büyük paralar kazandığı için sadece devam mı ederdik?” Bu sorgulama Killology gibi bir internet oyunu fikri ve yarattığı korkunç sonuçlarla seyirciye sunuluyor. Oyun boyunca hali hazırdaki halimizi düşünüyoruz. Şiddetin sebepleri -sevgisizlik, hissedilen eksiklik ve şiddetin fazlasıyla görünür olması- oyunda üstü çizilerek anlatılıyor. Bu sebepler büyük gizemlerden de değil. Yani; Gary Owen’in sorusunun cevabı görünürde: Şiddetin bilinen sebeplerine doğru büyük adımlar atmıyoruz. Ya çözecek kadar güçlü ya da bulaşmamız gerektiğini hissedecek kadar uzak hissediyoruz. Tam da bu noktada Şalom Gazetesi’nde yer alan Erdoğan Mitrani’nin Killology yazısında sorduğu soru değerli: Yanlış yetiştirilmenin masum kurbanları mıyız, yoksa yaşamanın değerini küçümseyerek şiddete karşı duyarsız bir toplum oluşturmakta işbirlikçilik mi yapıyoruz? Oyun boyunca acıyı hissederken şiddeti doğrudan gerçekleştirmeyen bizlerin de olan bitende sorumlu olduğunu görmek gerekiyor. Oyun, bize işkencenin ve zalimliğin uç noktalarını tüm ağırlığıyla hissettirse de şiddetin fiziksel boyutu sahneye taşınmıyor. Oyun boyunca kan akmıyor, yumruklar havada uçuşmuyor. Şiddetin psikolojik yıkımını izliyoruz. Belki de yaraların bir gün iyileşeceğini bildiğimizden böylesini izlemek çok daha zorlayıcı oluyor.

Yumruk yedikçe, korkularına gömüldükçe Davey, öfkeye boğuluyor. Bu, onun adil bulmadığı dünyaya karşı tepkisi. Başkalarının bir babaya ve güvenli bir alana sahip olması ona yalnızca bu eşitsizliği hatırlatıyor. Öfkesiyse korkmadığı, ona zarar vermeyeceğine inandığı insanlara sunuluyor. Düşünün ki uzunca bir iple karşılaşıyoruz. Bir ucundan tutup ipi takip ediyor, nereden başladığını öğrenmek istiyoruz. Kaynağına doğru ilerledikçe ip başka iplere karışıyor, her şey iç içe geçiyor ve onu diğerlerinden ayırt etmek imkânsız hale geliyor. Döngü bu şekilde kuruluyor. Killology, tanıttığı üç insanı karanlığa terk ederken bambaşka şeyler de yaşanabilirdi diyor. Bu, ümitle dolalım diye değil; hep beraber sebep olunan şeyi içimizi kemirerek hissedelim diye. Şiddet, yalnızca birimizin eylemi olmadığı gibi çözümü de uygulayıcısından kurtulmaktan geçmiyor. Ve şiddet çaresizlikten –çaresizlik de yalnızlıktan- beslenmeye devam ediyor. Bariz olan gerekliliğimiz, gün ışığındaki sebeplere karşı tepkisizliğimizin yitip gitmesi değil midir? Öyleyse sokakların çocuklara yalnızca oyundan ibaret göründüğü günler olsun!

İçten gelen not: Sohn-Rennen

Originally published at www.tiyatro101.com.

--

--

Kübra Tıraş

Tiyatro101 | BOUN “Sevip yaşayanlar oldu, sevdi yaşadılar.”