Türk Futbolu ve Status Quo* —

Özgür Kılıç
Topsuz Alan
Published in
8 min readJan 7, 2019

Yönetim

*Latince kökenli bir sözcük. En kısa şekilde tanımlamak gerekirse TDK tanımı “Süregelen düzenin korunması durumu, sürer durum” şeklinde yapmış.

Spor dünyasının medya ayağı ile başladığımız yazı serimizin 2. Yazısının konusu Türk Futbol kulüplerinin yönetim yapısı ve yönetimleri olacak.

2018–2019 sezonu itibariyle futbol kulüplerimizin toplam borcu 10 milyar lira civarında. Bu bilgiyi ana verimiz olarak alabiliriz. İşin daha ilginç tarafı ise bu devasa ve içinden çıkılması imkansız görünen borcun son 20 senede oluşmuş olması.

Maalesef gerek Milli Takım gerek Kulüp düzeyinde son 10 yılda tarihe geçmiş herhangi bir başarımız bulunmamakta. Ondan öncesindeki başarılarımızı da bir çırpıda sayabiliriz: Galatasaray 2000 UEFA Kupası ve Süper Kupa, 2002 Dünya Kupası 3.lüğü ve 2008 Avrupa Şampiyonası yarı finali. Demek ki bu paraların sonucunda bir başarı da elde edememişiz.

Bu borcun sebebini ve bu kadar paranın nereye gittiğini anlamak için öncelikle futbolun içinde bulunduğu durumu tespit etmemiz lazım. Bu değerlendirmeyi genel olarak şampiyon olmuş takımlar üzerinden yapacağız ama zaten diğer takımların da aşağı kalır yanı yok. Borçsuz olarak gösterebileceğimiz kulüpler bir elin parmağını geçmeyecektir. Şimdiki durumdan haberi olmayan bir kişiye yalnızca kulüplerce bu kadar para harcanan bir futbol dünyasında neler olduğunu sorduğumuzda bize vereceği cevap tahmin edebiliriz ki modern statlar, son teknoloji ve çağın ötesinde tesisler, mükemmel altyapı tesisleri, futbol tarihine damgasını vurmuş yıldız oyuncular ve dünya futbolunda tarihe geçmiş başarılar olacaktır. Ancak durum böyle değil. Bu paranın ne kadar yanlış harcanarak hiç edildiğini de taraftarın Türk futbolundan bahsederken kullandığı ifadelerden anlayabiliriz. Harcanan miktarın büyüklüğünü de yalnızca borç hanesinde yazan 10 milyar lira olarak düşünmemek lazım ki bu para sektör içinde dönerek aslında kendini tekrar tekrar üretti ancak sonunda deniz bitti.

Modern statlara sahip olduğumuz doğru ancak bu statlardan bir tek Şükrü Saraçoğlu Stadyumu kulüp bütçesinden yapıldığını söylemek yanlış olmaz. Anadolu takımları olmak üzere bütün takımlarımız son derece modern statlarda hatta şehir ve taraftar kapasitelerinin üzerinde statlarda maçlarını oynamaktalar. Ancak bu statların tamamı devlet tarafından kulüplerin kullanma hakkını elinde bulundurduğu eski stat arazilerine karşılık yapıldı ve kulüplere özgülendi. Bu noktada devletin futbola olan bu katkısına teşekkür etmek gerekirdi lakin bütün bu stat kalkınmasının devasa bir rant projesi olduğu ve şehir merkezinde bulunan statların şehir dışına taşınarak bu araziler üzerinden devlet kasasının doldurulduğu ve yapılan yeni stat ihalelerinin de nasıl paylaştırıldığı hakkında oluşan şüphelerden dolayı bu teşekkür hakkımı saklı tutunuyorum. Bunun en büyük örneği ise Galatasaray’ın 49 yıllığına kiraladığı Mecidiyeköy’deki Ali Sami Yen arazisi Seyrantepe’de yapılacak yeni stat karşılığında Galatasaray’ın elinden alındı ve daha sonra bu arazi 1 Milyar dolardan fazla bir meblağa satıldı, devletin bu takastan karı yüzlerce milyon dolar oldu. Özellikle Anadolu’da yapılan bu devasa stat kalkınması kılıfı olarak da Euro 2024 adaylığı kullanıldı ancak yalnızca statlarla turnuvaya ev sahipliği yapma hakkını elde edilemeyeceğinin farkında değildik galiba. Sonuç olarak bu statlar ve maliyetleri şu anki toplam borca dahil edilemez.

Ülkenin antreman tesisleri rezalet durumda hatta en acı örneği Galatasaray’ın Dursun Özbek yönetimi döneminde şeffaflık ilkelerini ezip geçen bir anlayışla ve yanlış beyanlarla Genel Kuruldan yetki alması sonrası borç sorununu bitirmek için Riva ve Florya arazilerinin satılması neticesinde Galatasaray yeni antreman tesislerini yapacak araziyi halen bulamamış olup bulduğu Kemerburgaz arazisinden maden çıkması sebebiyle şu an için Florya’yı boşaltıp orada inşaata başlanamıyor. Fenerbahçe ise Topuk Yaylası’na kendi kamp tesisini yaptı ancak yoğun sis sebebiyle verimli kullanılamıyor ve hali hazırda otel olarak kullanıldığı iddiası var. Avrupa’nın önde gelen kulüplerine değil de başaltı kulüplerinin bile tesislerine baktığımız zaman futbola yaklaşımın oldukça farklı olduğu rahatlıkla anlaşılabiliyor ve kimin yaklaşımının doğru olduğunu tahmin etmek de zor olmasa gerek.

Ülkedeki altyapı sorunu herkesin malumu Altınordu harici bu işi layıkıyla yapan yok, kurumsallaşmış bir örnek olarak Galatasaray Akademisi gösterilebilir o da uzun yıllar sonra 2000 jenerasyonu ile birlikte ilk defa kıpırdanmaya başladı. Ancak halen Türk futbolunun kaynağı Almanya asıllı futbolcular. Bu borç batağından kurtulmak için altyapı topyekün bir hareket olarak kullanılabilir ancak bu da statükolaşmış ilişkiler, kar odakları ve günü kurtarma ihtiyacı sebebiyle maalesef yönetimlerin yanaşmadığı fikirlerden yoksa kurtuluşun burada olduğunu anlamak zor olmasa gerek.Yani anlaşılacağı üzere paranın izine tesislerde ve altyapılarda da denk gelemedik.

Yıldız futbolcular. Çok büyük futbolcular geldi bu ülkeye, adı, kariyeri, başarıları dolu dolu futbolcular. Ancak bunların hepsinin ortak özellikleri vardı. Hepsi büyük umutlarla geldi, hepsi kurtarıcıydı aynı zamanda hepsi yaşlı, son kontratlarını yapan, yüksek maliyetli ve oynadıkları dönemde beklentileri karşılayamayıp gitmesi için gün sayılan oyuncular haline geldi. Örnek vermeye çalışmayacağım çünkü bu özellikleri okuduğunuzda kendi örneğinizi bulmakta zorlanmayacaksınız, herkesin aklına çokça farklı isim gelecek. Menajerlerle işbirliği içinde olan “gözü kara” kulüp yöneticilerimiz, taraftarın transfer döneminde yükselen heyecanını da fırsat bilerek transferde öne atılmaktan hiçbir zaman geri durmadılar!

Galiba paranın nereye gittiğini bulduk. Para transfere harcandı. Bunun tek bir cümlede ifade edilebilmesi çok üzücü ama durum bu. Maalesef ülkemizde transfer bir yatırım aracı olarak görülmeye son yıllarda başlandı. Bundan önce transfer tükenen bir şeydi. Bir oyuncu alınırdı ve ondan sonradan gelir elde etmek düşünülmezdi bile. Kar demiyorum gelir diyorum. Kendinize sorun en son hangi oyuncunun transferinde ileride elde ediceğiniz kar aklınıza geldi. Transfer süreçlerinin geriye dönüp bakıldığında ne kadar plansız programsız yapıldığı her sene sil baştan kadroların kurulduğunu gördükçe içinde bulunduğumuz hal daha kolay anlaşılmakta. Transfer hiç bir zaman gelir getirici bir proje olarak görülmedi, bonservis getiren futbolcular da tesadüf eseriydi. Avrupa’nın diğer ülkeleri ile makasın açıldığı yer de burası zaten. Avrupa’nın ekonomik olarak İstanbul takımlarıyla yarışamayacak kulüplerinin nasıl bonservis bedeli olarak bizim çok üstümüzde ücretler ödediğini düşünmek sorunun tespitine bizi yaklaştıracak. Kulüp bütçelerinin transfer ve kadroya bölünmesinde ana iki kalem vardır: Maaş bütçesi ve transfer bütçesi. Avrupa bu kısımda maaş bütçesini kısıp transfer bütçesinde bu miktarı kullanırken, biz tam tersini uyguladık. Bu da gene yaklaşım farkını ortaya koyan bir veri.

Şu an için Avrupa kulüpleri bir futbolcu için onlarca milyon euroyu rahatlıkla verebilirken, yıllarca gelir anlamında Avrupa’nın ilk 20 takımı içine giren kulüplerimiz bonservis bedeli ödemekten aciz. Bunun sebebi olarak FFP’yi göstermek kolaya kaçmak olur ki Türk futbol tarihinde en fazla ödenen bonservis ücreti Mario Jardel 17 milyon euro onu takip eden isim de 14 milyon Euro ile Daniel Güiza. Biz küçük küçük çok harcadık ve onlar planlı programlı bir şekilde doğru harcayarak büyüme gerçekleştirdi. Onlar harcadıkları paranın karşılığını aldı biz alamadık. Başarısız transferler konusunda tek suçlu yönetimler değil tabiki de Türk Futbolunu yönetmesi gereken TFF sürekli karar değiştirmesinden ötürü son 20 yılda çokça defa yabancı kuralı değişti. Bu değişikliklerin kulüplere faturası oldukça ağır oldu. Yabancı sayısı azaltıldığında oyuncular yok pahasına elden çıkarıldı, sözleşmeler feshedildi, maliyetli oyuncular kadro dışı kaldı verim alınamadı. Çatı yapının gerçekleştirdiği tutarsız davranışların altında futbol kulüplerinin ne kadar doğru yönetilebileceği şüphesiz büyük bir soru işareti. Hepimizin bildiği gibi balık baştan kokar.

20 yıldır harcanan paralarla oluşturulan dev borç yığını kimse görmezden gelemiyor artık. Devlet ve TFF de bu sebeple 2016 yılında bu borç için çözüm arayışı içine girdi. Buldukları çözüm ise şuydu: Devlet kurumu olan Ziraat Bankası futbola ait bütün borçları kulüpler lehine üstüne alacak ve üstüne aldığı bu borç karşılığında kulüplere uzun vadeli ve oldukça düşük faizli kredi sağlayacaktı. Bu işlemle beraber kulüpler önünü görebilecekti. Düzgün bir Kulüpler Yasası ve kulüplerin yönetimini denetleyen katı regülasyonlarla bu çözüm başarıya ulaşabilirdi belki de. Bugünler de tekrar bu konu gündeme geldi. Türkiye Bankalar Birliği ile TFF’nin ortak bir çalışma başlattığı söyleniyor. Ancak bu sürecin ne kadar şeffaf yürütüleceğini tahmin etmek ve nasıl sonuçlarının olacağını öngörmek ülkemizde imkansız?

Peki bu paralar nasıl harcandı?

Mevcut durumda kulüpler dernek statüsüne haizler ve faaliyetlerini dernekler kanunu hükümlerine göre gerçekleştirmekteler ancak uzun zamandır bu kulüpler bir dernekten çok bir şirket gibi yönetilmekteler daha doğrusu yönetilememekteler. Bu dernek statüsünün mali açıdan çok önemli avantajları olmasına rağmen, bu kadar büyük paraların döndüğü bir sektörde uygulanması gereken kurumsal yönetim ilkelerine aykırılığa sebep olmakta. Şeffaflık, hesap verebilirlik ve denetim konularında olması gereken kriterler yerine getirilememekteler. Bu dernek yapısı sayesinde yıllardır yönetimler kulüp gelirlerini ve daha fazlasını har vurup harman savurdular, gelirlerinin yetmediği yerde bankalara gittiler, bankaların bile kredi vermez hale geldiği zamanlarda da artık çareyi faktoring şirketlerinde yani tefecilerde buldular. Ve aynı yöneticiler işleri bittiğinde ceketlerini alıp çıktılar. Peki bu nasıl oldu? Zengin kulüp başkanları ve yöneticiler görevi olan kaynak yaratma konusunda başarısız olunca bir kahraman edasıyla ortaya çıkıp taraftarların gözünü boyadı, herkes çok etkileniyordu kulüp için ortaya dökülen servetler ve kişisel banka hesaplarının ortaya konulmasıyla başkanların ve yönetimlerin büyük fedakarlıkları anlatılınca. Ancak bu sadece buzdağının görünen kısmıydı. Gönül verdikleri kulüpe yaklaştıkça sevgileri azalıyor ve fedakarlıklar yerini kendini koruma içgüdüsüne bırakıyor olmalı ki daha sonra yöneticiler bu cebinden verdiğini söyleyip aslında borç olarak yazdırdığı paraları geri alıp kulüp hakkında takip başlatacağı tehdidini kullandılar. Bunun neticesinde de kulüp üyeleri bu saygıdeğer başkanları ve yönetimleri dernek yapısının tek denetim mekanizması olan ibra müessesinden de sorunsuzca kurtardılar ve geride devasa borç yığınları kaldı.

Dernek statüsüne sahip olup ticari şirket gibi hareket etmek temelinde barındırdığı çelişki sebebiyle şu an içinde bulunduğumuz kırılmanın yaşanması sürpriz değildi. Belki de yapılması gereken en temel kavramların dahi tekrardan tartışılması ve buna yönelik hareket planı hazırlamaktır. Ancak bu şansın tekrar elimizden alındığını düşünmekteyim. Derinlenmesine incelenerek, zamana yayılacak çalışmalar ve sektöre yönelik paydaşların hepsinin görüşlerine başvurarak hazırlanacak bir plan yerine şu an için önümüze konan 1 aylık süre içerisinde — 31 Ocak 2019 tarihine kadar — kulüplerin borçlarını bildirmesi halinde Ziraat Bankası’nın bu borçları üstleneceği ve kulüplerin borçlarını da yapılandıracağı bir plan oldu. Türk futbolunu en büyük problemi olan borçlar konusuna yönelik yaklaşımın kimlerin katılımıyla oluşturulduğu bilinmeyen ve alelacele bir şekilde sorunların tespiti ve nasıl bu hale gelindiği hakkında kapsamlı bir tartışma dahi yürütülmeden bir nevi kulüplerin hatalarını affedici bir çözüm bulunmasının gerçek çözüm olacağı ve tekrar benzer durumlarlar karşı karşıya kalmayacağımıza dair açıkçası benim soru işaretlerim var.

Maalesef içinde bulunduğumuz bu karanlık futbol ortamından kurtulmak için tek çarenin kulüplerin yabancı yatırımcılara satılması yani sahiplik modeli olduğu medyada sıkça dile getirilmeye başlandı. Bunun ilk örneğinin ise Medipol Başakşehir A.Ş. olması bekleniyor. Halihazırda 7 ortaklı bir anonim şirket olan Başakşehir futbol takımının Süper Lig’de şampiyon olup Şampiyonlar Ligi’ne katılması durumunda Katarlı ve Çinli yatırımcılardan teklif alacağı iddiası ara ara Türk spor medyasında yer buluyor. Ancak Türk futbolunun borç yükünü karşılamak adına yurtdışından sıcak para getirerek “parası olanın düdüğü çalacağı” bir düzen kurmak gerçekten çözüm olacak mı? Futbol kültürünün ve tarihinin temeli olan aidiyet duygusunun, yeri geldiğinde mantık dışı davranışlarla takımının yanında olan ve onunla birlikte gözyaşı döken taraftarın sevgisinin bedeli bu ticarette nasıl belirlenecek? Milyonlarca insanın tutkunu olduğu bu sporun ana öznesi olan takımları bulundukları bağlamdan koparıp zengin iş adamlarının oyuncağı haline getirip sıkılmalarını beklemek getirilecek sıcak paranın kısa vadede sorunların çözüldüğünü illüzyonunu yaratmasından daha mı değerli gerçekten bunun tartışılması gerekir. Tartışılan sahiplik modeli şu an için yalnızca ilk akla gelen fikir ve tek kelime ile açıklamak gerekirse kolaycılık. Doğru yönetim ilkelerinden nasibini almamış insanlar için tekrar çözüm olabildiğince basite indirgenmiş durumda: Paraya. Bunun yerine yapılması gereken ise belli; uluslararası düzeyde uygulamaya konup başarılı olan sistemlerin derinlemesine incelenerek Türk Futbol sistemine uygun modellemeleri yapılarak sabırla uygulanması. Yakın zamanda göreceğimiz tablonun da bu olacağını düşünmekteyim, ülke futbolunda yaşanacak dönüşüme ayak uydurabilenler ayakta kalacak ve hatta bu ilkeler ile yükseleceklerdir, uyduramayanlar ise her kim olursa olsun dibe batacaktır. Eğer ki kulüpler kendi hallerine bırakılmayıp ilkel yöntemler ile zorla ayakta tutulmaya çalışılır ise topyekün bir çöküş ile karşı karşıya kalacağımızdan şüphe yok.

--

--