Olabildiğine süregelen bu denizin öbür kıyısında ki adada küçük bir ülke vardı. İnsanları mutlu, güler yüzlü ve anlayışlı bir ülke. Bu ülkede kimse kapısını kilitlemez, parasını saklamaz, komşusu açsa tok yatmazdı. Zengiler zenginlikleriyle övünmez; fakirler köle değildi.
Kimsenin bu ülkeye bir isim takma ihtiyacı olmazdı. Bu ülkeden sadece “vatan” olarak bahsederle ve Ada’nın iki farklı köşesinde yaşayan insanlar birbirlerini garipsemeden, küçük düşürmeden; birbirlerinden kormadan birlikte yaşarlardı.
Bu ülkenin tam merkezinde, nokta şeklinde bir bilim yuvası vardı. Burada vatandaşlar özgürce bilim yaparlardı. Kimse dışlanmazdı.
Kimse putlaştırılmaz; kimse puta tapmaz; puta tapanları da kimse garipsemezdi. Burası özgür bir ülkeydi.
Bir kolluk kuvvetine ihtiyacı yoktu bu ülkenin. Kimse geceleri kapısını kilitlemezdi. Üstelik kilit diye birşeyin varlığından haberleri olmadan da oldukça mutlu yaşıyorlardı.
Bu ülkede o güne kadar gerçekleşen en adi şuç; birinin kalbini çalmaktı. Bu şuç işlendiğimde ise taraflar anlaşır ve bir kutlama olurdu.
*
Bir gün vatandaşların birisi; kapısına kilit taktı. Herkes şaşırdı ona; ama olsundu bu ülke özgürdü. Onu kucakladılar.
Başka bir gün; başka birisi daha kilitledi evini…
*
Bu ülkede herkes kapısını kilitlediği zaman; kıskaçlık ortaya çıktı. Sonra birisi ilk rüşveti aldı. Bir başkası ilk hırsızlığı yaptı. İlk savaş çıktı. İlk bölünme…
Mavi’nin kalbini anlatıyorum; Kırmızının vurduğu kilidi…