Vatan, bayrak ve Hocaefendi ile bir hatıra

Bekir Salim
Tr724
Published in
5 min readOct 18, 2019

YORUM | BEKİR SALİM

Gün geçmiyor ki, bir akrabam veya bir arkadaşım tarafından “vatan haini” ilân edilmiş olmayayım.

Artık, bu tür ithamlara, acı bir tebessümden başka verecek cevabım bulunmuyor. Ne yapalım; hesabımız ahirete kalsın…

“Barış Pınarı” hareketi başladığı gün çok üzülmüştüm. Gene onlarca şehit haberi, yerinden yurdundan edilmiş insanlar… Gözyaşı, feryat, figan…

“Savaş, vatanın müdafası mevzuu bahs olmadıkça bir cinayettir.”

Yahu! İyi kötü bu konuda eğitim almış emekli bir subay olarak, yani en azından, bir toplantıda Kıbrıs gündemini işlerken, kulağıma eğilip, “Bizim taraf neresi” diye KKTC’nin yerini benden soran bir başkomutandan fazla taktik ve strateji bilgisi olan biri sıfatıyla, rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu “Barış Pınarı” harekâtı ile asla ve kat’a vatanın müdafası düşünülmemiştir.

Sen yıllarca arı kovanına çomak sok, ortalığı karıştır, sonra da “vatanım tehlikede” diye git başkasının vatanında operasyon yap…

On binlerce sivil yerinden yurdundan oldu. Binlerce insan öldü ve yaralandı, sakat kaldı…

Kürdü, Türkü mü var bunun! İnsanız insan!

Ne oldu! Şimdi de muhatap almam, görüşmem dediği birinin emriyle ateşkes ilân etti. Olan, o gariban Kürt halkına, parası olamadığı için bedelli askerlik yapamayan, bir şahsın ve ailenin bekası uğruna hayatını kaybeden o gençlere olmadı mı! Şehitlik en yüce mertebe; amennâ! Ama, ne için! Hem, yaşamak ve yaşatmak değil mi esas olan!

Harekâtın başladığı ilk gün sosyal medyada düşüncemi özetlemek için,

“Bir ‘Barış Pınarı’ girdi araya,

Mehmetçik mezara, Bilâl saraya…” diye bir beyit yazdım.

Daha işitmediğim hakaret kalmadı.

“Anaya söver kendi anasından habersiz. Hem, vatan der, vatanın mânâsından habersiz.”

Bir çocukluk arkadaşım, beni anında vatan haini ilân etti. “Bir gün buraya döndüğünde yüzüme nasıl bakacaksın!” diye de ekledi.

Sevgili arkadaşım, ben kendi hesabıma konuşayım; o kadar kırıldım ki ülkemin insanından, “tek şey hariç”, bir daha asla dönmeyi düşünmüyorum. Çünkü, senin de buyurduğun gibi bir çoğunuzun yüzünüze bakamam. Midem o kadarını gerçekten kaldırmaz…

Bir başka dostum, çok sevdiğim ve saydığım büyük bir şair…

O da,

“Mesele Bilâl değil, Hilâl meselesi…” diyerek fikrini ortaya koydu.

Ağabeyim, fikirlerine saygım sonsuz…

Ama sevgili ağabeyim, mesele hakikaten Hilâl olsaydı — yukarıdaki “tek şey hariç” ifadesini de açıklamış olayım- şu anda, belki toz toprak içinde bir cephede, mataramızdan beraberce çay içiyor olurduk.

Vatan bizim için namustan da ötedir.

Bayrak hayatımızdaki en kutsal şey, en yüksek hakikattir…

Bir hatıramla açıklamama izin ver lütfen:

On sene önce Amerika’da resim ve nakış san’atımı icra etmek ve ekmeğimi kazanmak için bir resim atölyesi açmıştım.

Bir çok duvar resmi yapmış ve pek çok caminin tezyinatını nakkaş arkadaşlarımla birlikte üstlenmiştik. O sırada, bu müfteri havuz medyasının sık sık “saray” olarak tanıttığı Pensilvanya’daki Kültür Merkezi yeni inşa ediliyordu. Ben de, ana salon olarak düşünülen mekânın tavanındaki sekiz küçük bir büyük kubbeyi görünce ekibimle beraber bir tasarım hazırladım ve Hocaefendiye arz etmek istedim. Kendileri:

“Siz bu işin üstâdısınız, ne yaparsanız makbulümdür.” dedi. Ben de, itiraf edeyim, sırf Hocaefendiyle biraz daha fazla sohbet imkânı yakalamak, onun manevi iklimini daha çok soluklamak adına, belki hadsizce:

“Hocam, ben gene de size tasarımlarımızı arz etmek istiyorum. Duanızı almak isterim.” diye ısrar ettim.

Zarif insan… Benim, hâlâ, her türlü patavatsız, hadsiz konuşma ve tavırlarıma bir babanın evlâdına gösterdiği hoşgörüyle mukabele ediyor. O gün de, bu ısrarıma sevgi dolu bir tebessümle, “Peki” demişti.

Önce küçük kubbeler için hazırladığımız tasarımı detaylarıyla arz ettim. Klasik Osmanlı nakışları ve renkleri… Çok beğendi. Sıra ortadaki büyük kubbeye gelince:

“Hocam sekiz küçük kubbeden farklı olarak ortadaki kubbeye barok tarzı bir çalışma yapmayı düşünüyoruz.” dedim.

Hocaefendinin “barok” kelimesini duymasıyla birlikte yüzü bulutlandı… Ben gene patavatszıca:

“Hocam herhalde baroku sevmiyorsunuz!” deyiverdim.

Cevabından nezâket süzülüyordu: (Kelime kelime hatırlamıyorum, ama, bende bıraktığı duyguyu ifadelendirmeye çalışıyorum.)

“Sevmiyorum dersem o sanatı icra edenlere saygısızlık etmiş olurum. Bana Osmanlı nakışları kadar yakın gelmiyor diyebilirim.”

Ben ne kadar saygısızmışım! Kendi aklımca, Hocaefendinin baroka niye sıcak bakmadığını sanki anlamışım da ona karşı fikir öne sürüp, bakın ne dedim:

“Hocam, evet ama, Avrupalı barok anlayışını bizden kopyalamış. Barokun da temelinde gene biz varız.”

Hocaefendi merakla karışık bir tebessümle;

“Nasıl yani?” diye sordu.

“Hocam, Selçuklu eserlerine baktığımızda, en üst seviyede barok diyebileceğimiz bir anlayış var.” diye cevapladım.

Hocaefendi bu defa biraz daha belirgin bir tebessümle:

“Aslında bir yönüyle haklısınız…” dedi ve noktalı bir virgül koyup devam etti…

Barokla ilgili öyle detaylara girmeye başladı, rokoko, gotik, çeşitli mukayeseler, yer ve zaman vererek barok eserlerden örnekler verdi ki… Ben “Eyvah!” dedim.

“Eyvah!” çünkü, benim barokla ilgili bütün bilgim bir paragrafta bitmişti. Şimdi, bir soru sorar Allah korusun; biraz önce de “siz bu işin üstâdısınız” demişti; ben de sorduğu soruya cevap veremezsem nasıl bir mahcubiyet yaşarım… Başımı yere eğdim, belki, göz göze gelmezsek soru sormasından kurtulurum diye düşündüm o an…

Neyse, ben diyeyim beş dakika, siz deyin on dakika sonra; barokla ilgili sözlerini bitirdi ve:

“Gene de siz nasıl istiyorsanız öyle yapın” dedi.

Daha mümkün mü! Gözlerimi yerden kaldırdım:

“Hocam, baroktan vazgeçtim ama gene de değişik bir şey denemek istiyorum müsaadenizle…” deyip devam ettim.

“Hocam Efendimiz (SAV), ‘Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız necâta erersiniz.’ buyuruyor. Bu Hadis-i Şerif’ten mülhem ve ashabın en nadidelerinden “Bedir Ashabı” nı nazara vermek, her bakışta hatırlamak için bu büyük kubbede 313 adet yıldız yapacağız.”

Bir anda gözleri doldu… Çocuklar ağlarken ağız bölgesinde, dudaklarda istemsiz hareketler olur ya…

“Çok güzel düşünmüşsünüz, Allah sizden razı olsun. Yalnız Ashab-ı Bedir 313 kişi değil 319 kişidir.” dedi.

Benim o andaki hadsizliğimi tarihler yazacak elbet, ama, itiraf edip özür dilemek adına önce ben yazayım:

“Hocam, çok araştırdım, 313 kişi görünüyordu. Tasarımı da ona göre yaptık.”

Araştırdım dediğim de, Google’dan bakmıştım…

Aynı nezaket ve letâfetle:

“Haklısınız, birçok kaynakta öyle yazar ve öyle bilinir. Ama 6 sahabi efendimiz var ki, bunlardan biri de Hz Osman (RA)’dır, Efendimiz(SAV) onları da savaşa katılmadıkları halde ‘Bedir Ashabı’ndan sayar.” dedi.

Bu durumda tasarımı sil baştan değişmek lâzımdı. Biz, ona göre kubbenin uçlarından tepesindeki merkeze doğru, fotoğrafta göreceğiniz üzre, birer hat halinde yıldızları dizmiş, sayıyı tam 313'e denk getirmiştik. Şablonu da ona göre hazırlamıştık. Neyse ki, bir çare düşünüp onu da çözdük. Kubbelerin tavanla birleştiği yerlere çerçeve yaptık ve 6 yıldızı o çerçeveye eşit aralıklarla koyduk.

Ben son bir soru daha sordum:

Özür dilerim, yazı gerçekten çok uzadı… Haftaya devam edelim mi?

Originally published at https://www.tr724.com on October 18, 2019.

--

--