By 4edges — Own work, CC BY-SA 4.0

Algoritmalar ve Benlik

Algoritmaların benliğe etkileri üzerine objektif kaygılı bir araştırma

Bahadir
transistorfilozofu
Published in
13 min readDec 5, 2021

--

Benliğimizin inşasında algoritmalar ne kadar etkili ve algoritmalara nasıl bağımlı oluyoruz?

Bilim kurgu külliyatındaki distopik şaheser bolluğundan mıdır bilinmez, özellikle robotlar veya otonom sistemler üzerine yazılan çoğu metinde yazarın kendini distopya tasarımları içerisinde kaybetmesini (hatta zaman zaman boğulmasını) görmek artık sıkıcı bir hal almaya başladı benim için. Ben bunun insanoğlundaki iflah olmaz komplo teorisi üretme arzusunun bastırılamamasının bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Bu tanıma uyan çok fazla sayıda blog yazısı, popüler bilim makalesi, video, podcast vs bulmak mümkün. Çoğu da çok başarılı, ikna edici, rasyonel. Bu tip içeriklerin genelinde en sonda çizilecek olan distopya tasarımının ne kadar da mümkün ve yakın zamanda gerçekleşebilecek olduğuna dair kanıtların sunulması çabası hakim hep. Bunda elbetteki bir problem yok ancak sanki bulgular ışığında bir distopya tasarımı elde edilmiş gibi değilde önce tasarım yapılıp sonra ona uygun bulgular derlenmiş (belki bazıları özellikle dışarıda bırakılmış) gibi bir tat veriyor bu tür içerikler hep. Bu tat edebi bir eserde çok lezzetli olabilirken bilimsel, teknik, teknolojik alanda fikir, yorum, görüş aktarma çabasındaki içeriklerde çoğunlukla suni bir hissiyat bırakıyor arkasında en fazla. Her ne kadar ikna edici, bilimsel veya rasyonel olsa da.

Bu yazıda hep civarlarında dolaşsam da biraz daha farklı olabilmek adına “kontrollü sosyal mühendislik” konusuna özellikle girmemeye işte bu yüzden çalışacağım. Çünkü bu alan hemen “evil corp”lar üzerine inşa edilmiş bir tahlilde ve tahminde kendini kaybetmek için gerçekten de çok elverişli.

Aynı Olma Maratonu

Tam da burada yeri gelmişken bu farklı olabilme arzusuna da değinmek istiyorum. Zira bu farklı/özgün olma, arzusunun gün geçtikçe geçerliliğini yitiren bir kavram olduğunu düşünüyorum. Nesiller arası teşhis yapacak bir olgunlukta ve yaşta olmasamda akranlarım (1980 küsürlüler) şunu onaylayacaklardır; bizlerin maruz kaldığı sosyal çevrede bireyler farklılıklarıyla övünürken şimdileri insanlar var gücü ile aynı olabilme yarışı içindeler. Bu tespiti yapabilmek için dede olmaya gerek de yok. Şu FoMO (Fear of Missing Out) [Herman, Dan. 2000] kavramının biraz altını eşelemek yeterli.

Ta 2014’te yayınlanmış bir makalede [Matrix, Sidneyeve 2014, 128–129] sırf fan grubu içerisinde geri kalmamak adına bir günde 5 sezon Breaking Bad izlediğini (binge-watching) itiraf eden bir genç kızdan bahsediliyor. Keza yakın zamanda Netflix’e eklenen 1.5 kat daha hızlı izleyebilme özelliği, izlediğinden zevk almaktansa izlemiş olmak acelesinde olan insanlar için ortaya çıkmış olsa gerek.

Belli azınlıklarca kabul görmek adına o azınlığın kültürünü haiz bir kişi olma çabası yeni görülen bir davranış değil elbette. Ancak burada dikkat çekmek istediğim bu davranış değil, teknososyal sistemlerce bu azınlıkların yok olup artık tek bir çoğunluk içerisinde karakterlerini kaybettikleri yönündeki görüşüm. Teknoloji sayesinde muazzam bir debi ve devinime erişmiş olan ana akıma yetişemeyip yorgun düşenler çok daha fazla çarpıyor gözüme çünkü son zamanlarda. Bu sahneyi yine teknolojinin kendisi gözler önüne seriyor bir yandanda. Son birkaç yılın kaçınılmaz gerçeği ve gündem olmayı en fazla hak eden konusu pandemi süreci çok net bir turnusol görevi gördü tam da bu noktada. Kendisini haber kaynağı ilan eden bütün mecralarının bildirim ishali yaşadığı bu süreçte hepimiz sabahtan akşama kadar bu hayati konu ile sahih içerik ayıklayıp akıbetimiz hakkında bir nebze olsun fikir sahibi olabilme çabasında yorgun düştük. Ben dahil tanıdığım bildiğim herkes yoruldu bu çaba içerisinde.

Nasıl beden yorgunluğu yatıp dinlendikçe geçiyorsa zihin yorgunluğu da zihni yoran şeyden uzak durmakla geçer deyip farklı meşgaleler, hobiler icat ettik bu dönemde, ben de, çevremdeki bir çok insan da. Okuma alışkanlığımı artırdım ama “herkes ne okuyor?” diye bakınmaktansa sevdiğim bir tarz olan fantastik edebiyatın başlangıcına ve sonuna en iyi örnekleri ile şahitlik edebilmek gibi bir görev icat ettim kendime. Bu enterasan amaç doğrultusunda George McDonald, William Morris, Lord Dunsany (evet İthaki’nin Unutulmuş Fantastik Klasikler serisinden) veya çağdaşımız Patrick Rothfuss da dahil pek çok yazar ile tanışma fırsatım oldu. Video oyunları da benim için çok değerli bir başka alan. Herkes en çok neyi oynuyor ve seviyorsa kendimi onu sevmeye zorlamak yerine en çok bana hitap edecek oyunu en ücra yerlerde bile olsa bulmak için çabalarım hep, bu dönem de öyle yaptım. Hatta tam kafamdaki tarzda bir oyun bulamadığım için kendim geliştirmeye başladım. Bütün bunlardan arta kalan bir vakit bulduğumda veya bunları yapacak enerjim olmadığında herkes gibi bende “OnDemand Streaming” platformlarını tükettim. Orada da “en çok izlenenler” listesini kovalamaktansa daha önceden sevdiğim yayınlara benzer olanlar veya hiç fikrim olmayan farklı yayınlar arasından bir şeyler seçmeye çalıştım hep (pek başarılı da olamadım). Bu anlattıklarım bana özel şeyler değil, benim çevremdeki insanlar ve sosyal platformlarda takibe değer gördüğüm insanlar da hep böyle şeyler yaptı, gördüm. Kendi keyiflerimiz doğrultusunda, kendi karakterimizin gölgesinin serinliğinde türlü işgüzarlıklar yaptık.

Ancak benim maruz kaldığım sosyal çevre dışındaki çevre için durum çok farklıymış aslında. Turnusol özelliğini vurgulayacak olduğum bu pandemi döneminde daha çok içine girdiğim edebiyat, sinema/dizi, oyun gibi alanlarda bana enteresan gelen birkaç durum ile bunu anlatmak istiyorum. Pandemi sürecinde en fazla okunan kitaplardan Dean Kontz — The Eyes of Darkness, Sylvia Brown — End of Days gibi zorla kahin ilan edilen yazarlarınkiler dışında kitabevi sitelerinde en popüler kitaplar arasında sadece konusu salgın, pandemi, virüs olduğu için satın alınan kitaplar görür oldum. Netflixte en çok izlenen listelerinde belgesel içerikli olmadığı halde sadece virüs konulu olduğu için popüler olan dizi veya filmleri hepimiz gördük. Steam platformunda doğrudan pandemi konulu 2012’de çıkan Plague Inc. ile 2014’de çıkan Pandemic: The Board Game adlı oyunlar yine bu dönemde en fazla satışını elde etti ve kendi alanlarında en çok satan oyunlar arasına girdi.

Plague Inc. — steamcharts
Pandemic — steamcharts

Bu grafiklerden de görüyoruz ki aslında zihin yorgunluğundan kurtulma özgürlüğü sadece bende ve çevremdeki birkaç insandan oluşan azınlık teşkil eden bir güruha nasipmiş. Zihinsel yorgunluğunu, doygunluğunu deşarj etmektense var gücü ile ana akımı her anıyla damarlarında hissetmeyi isteyen, durmadan bildirim ishali yaşayan kaynaklardan nefes almadan beslenip, biraz hobisi, eğlencesi yani kendisi için vakti kaldığında da onu da yine tam da gündemin ortasındaki konudan seçen bir çoğunluk varmış aslında. Gündeme (ana akım gündemine) olabildiğince fazla maruz kalabilmek amacında olan bir çoğunluk bu. Gündemden günde bir kaç bardak değilde, damacana damacana içmek, içecek yeri kalmayınca onunla yıkanmak, ayağına taş bağlayıp gündem denizine atlamak yarışında olan bir çoğunluk. Ana akımın tam ortasında olma isteği, olabildiğince herkes gibi olma çabası, aynı olma maratonunda rekor kırma, rekorunu egale etme çabası..

“Bence artık sen de herkes gibisin” derken şair, herkes gibi olmayı “sihirsiz bir nefes” ve “akisleri sönen bir ses” olmakla eş tutmuş, unutulabilmenin ön koşulu olarak koşmuş yıllar önce. Kolay unutulabilmek, başka bir deyişle hatırlamaya değer bir özelliğinin kalmamış olması haline erişmek şimdileri peşinden kusana kadar koşulan bir hedef sanki.

Mutlak Karakter ve Gölgeler Denizi

Peki kim bu herkesin olmaya çalıştığı herkes? Biz hiç kimseyiz de aslında bize tanımlanan rollerle mi o ‘herkesi’ inşa ediyoruz? FoMO mağdurlarının sosyal ağ vitrinlerinden içeri imrenerek baktığı o yerde yaşadığı sanılan figürler mi? Bu sürekli yaklaştığımız ama bir türlü ‘O’ olamadığımız, bir ortak ideal benlik haline gelmiş olan bu mutlak karakter kim? Bu karakteri kim tasarladı? Son soru komplo teorisyenliği çukuruna çeken tuzak bir soru, o yüzden ona hiç girmeyeceğim. Hatta bu mutlak karakterin kim olduğu sorularını da ancak sadece sormakla yetineceğim çünkü cevabı ben de bilmiyorum, en azından şimdilik. Bence nihai karakterin kim olduğu ya da kimin tarafından tasarlandığından -bana kalırsa çok da bilinçli olarak tasarlanmış da değil zaten- daha önemli bir soru varsa o da “kendimizi neden bu karakterin peşinde koşma arzusunda hissediyoruz?” sorusudur.

İdeal benlik ve onun peşinde olmak gibi kavramlardan bahsedipte Maslow’dan bahsetmemek görgüsüzlük olur sanırım. Ünlü ihtiyaçlar hiyerarşisinde, insanın hayatındaki nihai amacını kendini gerçekleştirmesi olarak göstermiştir Maslow [Maslow, 1943]. Görüşleri ile bu yazının önemli omurlarından birkaçını oluşturan ünlü Psikanalitik Teorisyen Karen Horney ise mevcut durumumuza ait olan gerçek benlik ve olmak istediğimiz kişiyi tanımlayarak gerçek benliğimize model teşkil eden ideal benlik olmak üzere iki benlik tanımı yapmaktadır. Bu iki önemli teori ile anlıyoruz ki insanın ideal benliğini gerçekleştirme arzusu onun doğasında olan bir durum. İnsanoğlu hiyerarşinin daha alt basamaklarında bir nebze olsun kendini tatmin edebildiyse bu son aşama uğruna hayatını adamaktan kaçamıyor. Komplocu bakış açısıyla şöyle de diyebiliriz: Bir insanın ideal benliği nasıl tanımlanırsa, o insan onun için yaşayacaktır.

Peki biz ideal benliğimizi nasıl tanımlıyoruz? Madem hayatımızı peşinde harcayacağız, onu en azından tanımlayabiliyor olmamız lazım. Olmak istediğimiz kişi kim? Şimdi sorsak kendimize, cevabını biliyor muyuz? Bu “5 sene sonra kendini nerede görüyorsun?” gibi bir mülakat sorusu basitliğinde bir soru değil. İdeal benliğimizin karakteristik özellikleri neler, nasıl davranıyor, olaylara nasıl tepki veriyor? Gerçek benliğimize göre daha mı duygusal, yoksa daha mı vurdumduymaz, daha mı rasyonel? İdeal benliğimizden ne kadar uzaktayız? Peki, 5 sene önceki gerçek benliğimizden şimdi ne kadar uzaktayız?

Bu sorulara bizi tatmin etse de etmese de bir şekilde cevap verebildiğimizi kabul ediyor ve bir diğer soruya geçiyorum, “bu cevapların inşasında algoritmaların yıkılmaz kaleleri olan sosyal ağlardan edinilen yapı malzemeleri ne kadar kullanıldı?”. Bir başka deyişle Sosyal ağlar ideal benliğimizi şekillendirmede ne derece etkili? Bu sorunun cevabını aramak adına yapılmış bir çok çalışma mevcut. 2016’da yayınlanan bir tez çalışmasında (Isaranon, 2016) Tayland’da yapılan bir araştırma sonucu Facebook’un özellikle toplumsal narsist kullanıcıların kendilerini en iyi hissedebilecekleri ve ideallerine daha yakın olabilecekleri bir platform olarak çalışabileceğine dair destekleyici kanıtlar sunmuştur. Aynı çalışmada benlik saygısı ihtiyacının (ihtiyaçlar hiyerarşisinde kendini gerçekleştirme aşamasından hemen önceki katman) bu süreci kısmen etkilediği görülmüş ve Facebook’a ek olarak Instagram’ın da ideal benliğin olumlanması ihtiyacının karşılanması için kullanılabildiğini ortaya konmuştur.

Literatürde “social networks and ideal self” gibi bir aramayla yukarıdakine benzer çok fazla çalışma bulunabilmekte ancak fiziksel olarak aynı ortamda bulunduğumuz insanlardan bile daha yoğun iletişim halinde olduğumuz algoritmaların ideal benliğimizde ne denli rol oynadığını ispatlamak için daha fazla çaba harcamanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Belki gün boyunca arama motoruna yazdığımız cümleler, o gün içerisinde ağzımızdan çıkan cümlelerden fazlalar. Kendimizi bir başka insana anlatmaktansa anlayışı insanlardan katbekat kıt olan algoritmalara anlatmak durumunda kaldığımız anlar çok daha fazla belki çoğumuz için. Bunu sadece arama motoru olarak düşünmemek gerek, telefonu elimize aldığımız anda, bilgisayarı açtığımız anda hatta muhtemelen içinde transistör olan herhangi bir cihaza elektrik verdiğimiz anda bir algoritmaya kendimizi anlatmak zorunda kalmaya başlıyoruz. Bu cihazlar o kadar çok ki, gün içinde bir algoritmaya maruz kalmadığımız zaman azınlığı oluşturuyor eminim ki çoğumuz için. Aslında ‘maruz’ kalmaktan daha kötüsü bu algoritmalar içerisinde bir değişken oluyoruz çoğunlukla. Bu bazen basit işlevleri gerçekleştirmek için bile olsa bizi de içine alıp, o algoritmanın bir parçası haline getirip ona uygun davranmak zorunda bırakıyor bizi. Bir algoritmaya başka bir insandan daha fazla kendimizi anlatmak durumunda kalıp bir de yetmezmiş gibi hep onun kuralları ile oynuyoruz. Bu belki mikrodalga fırında birşey ısıtmak, kombi ile ısınmak için önemsemediğimiz birşey olsa bile, her biri tek başına günün çok önemsiz bir anını işgal etse bile artık o kadar fazlalar ki artık önceden yazılmış bir algoritmanın buyruklarına uymadan geçirdiğimiz zaman yok denecek kadar az belki.

Maruz kaldığımız her algoritma da öyle ‘araç’ kümesi içerisinde kalabilmiş değil. Hayatını youtuber olarak kazanan biri için Youtube’un öneri algoritması bir amaçtır artık. O algoritmanın buyruklarına uyabilmeye adamıştır hayatını, zira ihtiyaçlar hiyerarşisinin daha ilk basamaklarını aşabilmek için bunu yapmak zorundadır. Hayat standardı bir web sitesinin getirisine bağlı olanlar için arama motorlarının algoritmaları veya işinin getirisi önemli ölçüde Instagram üzerinden yaptığı pazarlamalara bağlı olanlar için öneri algoritmaları benzer hegemonyaları kurmuştur bu insanlar üzerinde.

Zaruri ihtiyaçlar veya geçim kaygısı ile maruz kaldığımız algoritmalar kadar eğlence ve estetik ihtiyaçlarımızın tatmininde de algoritmalar yardıma koşuyorlar. Öneri sistemleri olarak anılan bu sistemlerin geliştirilmesinde bir çok yaklaşım mevcut ancak bu tip algoritmaları yazan, kullanan, yöneten bir geliştirici olarak şunu söyleyebilirim ki nihai olarak bu yaklaşımların çoğu, sizi size benzeyen diğerleri ile üzerinden değerlendirir, yani sizi genelleştirir. Örneğin popüler bir yaklaşım şu şekilde çalışabilir: Sizinle aynı şeyleri beğenen başka kullanıcıların beğenip de sizin henüz tüketmediğiniz bir şeyi beğenme olasılığınızın yüksek olması kabulü ile yola çıkıp, o kişilerin beğenip sizin henüz tüketmediğiniz bir içeriği size önerir. Aynı şeyi onlar için de yapar ve bu şekilde zaman içerisinde sizin zevkiniz ile size yakın şeyler tüketenlerin zevki tek bir zevk haline gelir.

Örneğin şu anda bu yazıyı yazarken dinlediğim şarkıdan sonra neyin çalacağına benim adıma karar veren bir öneri sistemi çalışıyor uzaktaki bir sunucu üzerinde. Sıradaki şarkının ne olduğunu bilmiyorum, o ne çalarsa ben de onu dinleyeceğim çoğumuzun yaptığı gibi. Eskiden olduğu gibi bir çalma listesi oluşturmaya üşenme lüksünü satın alıyorum çünkü karşılığında. Kendi oluşturduğum bir çalma listesine göre öneri sisteminin benim için oluşturduğu liste nispeten daha az tekrara düşüyor. Görece az olsa da yine aynı şeyleri tekrar tekrar dinlettiği oluyor ve sonra çok sevmesem bile bu şarkıları kafamda mırıldanırken buluyorum kendimi. Yeni keşifler için çok zahmetsiz bir yol oluyor olsa da kendimi ara sıra çok da bana göre olmayan bir şeyden dikte ile keyif alırken buluyorum. Eskiden tatil için sahil şeridine inen metalci tayfanın defaatle pop müziğe maruz kalması sonucu bir yerden sonra istemsiz olarak aynı şarkının dört yüz yetmişinci duyuluş sürecinden keyif almaya başlaması gibi.

Başka bir insan ile benzer zevkleriniz olması gelecekteki tercihlerinizi her zaman benzer yapacağınız anlamına gelmez. Ortak zevkleriniz olan ama tamamen farklı olduğunuzu düşündüğünüz bir çok insan tanıyorsunuzdur eminim. Estetik ülkesinde bir gece aynı patikada beraber yürümüş olabilirsiniz ama öneri sistemleri sizin sabah bambaşka yollara ayrılma özgürlüğünüzü elinizden alıyor olabilir.

Benzer sistemler izlediğimiz filmler/diziler, okuduğumuz kitaplar, oynadığımız oyunlar gibi bir çok seçime dayalı tüketim mecrasında çalışıyor. Sonsuza uzanan ihtimaller denizinde algoritmalardan oluşan kaptanların gemileri bizim için uzak zannettikleri enginlere açılıp yakaladıklarını getiriyor kıyıda tembellikten bezmiş olan bizlere. Beğeneceğimizi düşündüğü şeyleri sunan bu geminin kaptanı her ne kadar iyi niyetli olsa da, bizi ne kadar iyi tanıdığını düşünüyor olsa da o geminin kaptanı biz değiliz. Kaptanının bize getirdikleri kadar tanıyoruz denizi. Sokrates’in ünlü mağara alegorisindeki gölgeler, mağaradakiler için dış dünya hakkında ne kadar şey ifade edebiliyorsa öneri algoritmalarının sundukları da o kadar şey ifade ediyor bize.

Art illustration by Tell Your Children display at Esplanade Tunnel — photo by Choo Yut Shing

Görüyoruz ki ideal benliğimizin tasarımında algoritmalar etkin rol alabiliyor. Bu algoritmalara en yoğun maruz kalınan ortamların başında da sosyal ağlar gelmekte hiç şüphesiz. Peki ideal benliğimizin tasarımına müdahale yetkisi verecek kadar nasıl bağımlı oluyoruz sosyal ağlara? Buna izin mi veriyoruz yoksa karşı koyamıyor muyuz? Neden her sosyal ağ kullanıcısı bu kadar bağımlı değil? Neden bağımlı olanlar kurtulmakta zorlanıyor?

Nevrozun en bilinen tanımlarından birini geliştirmiş olan Karen Horney, nevrotik kişilerin benliğinin gerçek ve idealize edilmiş olan benlik arasında bölünmüş olduğunu, bunun sonucu olarak da ideal benliklerine göre yaşamadıklarını hissetteklerini söylemektedir. Bu kişiler gerçek benliklerine duydukları nefret ile ideal benliklerine yönelik yanıltıcı bir mükemmeliyetçilik arasında gidip gelirler [Horney, 1950]. Yanlış tasarlanmış bir ideal benliğin bu tip nevrotik sonuçlarının olabileceği sonucunu bundan 70 yıl önce öne süren Horney nevrozun semptomlarından biri olan “kaygı” ile başa çıkmak için başvurulan stratejilerin aşırı kullanılabileceğini ve bu stratejilerin ihtiyaç görünümüne bürünmelerine neden olabileceğini belirtmişti. 1945 yılında 10 nevrotik ihtiyaç şeklinde sıraladığı bu maddeler 3 ana başlık altında şöyle toplanabilmekte [Verywell Mind, 2019]:

  • Bireylerin başkalarından onay ve kabul aramasına ve bunun sonunda muhtaç ve yapışkan olarak tanımlanmalarına sebep olan yani başkalarına yönlendiren ihtiyaçlar,
  • Düşmanlık ve antisosyal davranışlar yaratıp bireylerin genellikle soğuk, kayıtsız ve mesafeli olmasına sebep olan yani başkalarından uzaklaştıran ihtiyaçlar
  • Düşmanlık ve diğer insanları kontrol etme ihtiyacı ile kişilerin genellikle zor, otoriter veya kaba olarak tanımlanmasına neden olan başkalarına karşı harekete geçiren ihtiyaçlar

Özellikle ilk gruba giren ihtiyaçların tatmininde sosyal ağların nasıl etkili bir konum olabileceğini tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek. Onay ve kabul sevdası ile başvurulan sosyal ağlar zaman zaman (belkide çoğunlukla) red ve dışlanma gibi sonuçlar da üretebilmekteler. Böyle zamanlarda ağ ile olan ilişkinin, anksiyete ve depresyonla başa çıkmaya hizmet etmektense onları artıran bir işlev gösterip tam manasıyla bir pozitif geri-besleme döngüsü haline dönüşmesi işten bile değil.

Art illustration by Tell Your Children display at Esplanade Tunnel — Choo Yut Shing

Anksiyete ve depresyonun sosyal ağlarla olan bu korelasyonunu ortaya koyan bir çok kesit araştırması da mevcut [Lin et al., 2016]. Örneğin 2014’te, 19–32 yaş aralığındaki 1787 katılımcı üzerinde yapılan bir testte sosyal medya kullanımın artan depresyon ile önemli ölçüde ilişkili olduğu sonucuna varılmış, 2013 yılında yayınlanan bir başka çalışma ise Türkiye’de 447 öğrenci üzerinde yapılmış, şiddetli depresyon, kaygı ve uykusuzluk ile Facebook bağımlılığı arasında bir korelasyon olduğunu ortaya koymuştur. [Koc & Gulyagci 2013].

Dehumanization: Robotlaşan İnsan

Buraya kadar gördük ki algoritmalar zaruri ihtiyaçlarımızın tatmininde, sosyal hayatımızda, eğlence ve estetik algılarımızda hatta nevrozumuzda dahi etkin ve biçimlendirici rol oynayabilmekteler. Bizim için tasarlandıkları iddiası ile pazarlanıp günün sonunda algoritmaların dayattığı kurallara göre yaşanan bir hayattan bahsediyoruz çoğu insan için. Sonra kahinlerimiz çıkıp yapay zekanın dünyayı ele geçirmesi ile ilgili uzak gelecek tasvirleri yapıyorlar. “AI Takeover” diye iki kelimeye indirgenmiş, üzerine edebiyat, sinema ve oyun dünyasında muazzam bir mesai harcanmış, harcanmakta ve harcanacak olan bu kavram, ‘makine zekasının dünyada baskın zeka haline gelmesi’ olarak kabaca özetlenebilir. Bu konu üzerine neredeyse olası her kehanette bulunulmuş, analiz ve tahlil yapılmıştır herhalde. Benim dikkat çekmek istediğim ise aslında nispeten üzerine çok daha az yazılıp çizilmiş olan başka bir yaklaşım. Yapay zekanın gelişerek insan zekasına erişip dünyayı ele geçirmesindense insan zekasının sinsi bir süreç sonunda yapay zekanın seviyesine gerilemesi sonucu insanların dünyayı kendi eliyle yapay zekaya bırakması argümanı üzerine kurulu bir yaklaşım bu.

Detail of the ceiling of the Sistine Chapel — jaci XIII

Yazının bu konu üzerinden devam edecek olduğu ikinci kısmını yakında yayınlayacağım ancak şimdiden o kısım ile ilgili biraz ön bilgi vermek istiyorum. Öncelikle yazının buraya kadarki kısmında olduğu gibi bundan sonraki kısmında da sunduğum bütün argümanları kendi subjektif görüşlerimden olabildiğince ayırıp literatürde yapılmış çalışmalarla deskteklemeye çalışacağım. Aksi halde yazı edebi bir Cyberpunk ve distopik bir bilim kurgu içeriğinin ötesine geçemez. Bu okuyucu olarak iddialı olsam da yazar olarak hem haddim hem de amacım olarak görmediğim bir durum. Bu kapsam dahilinde kalmaya devam ederek ikinci kısımda aşağıdaki sorulara cevap arıyor olacağım:

  • Bir yandan robotların insanlaşmasını seyrederken diğer yandan maruz kaldığımız teknosistemler bizleri de robotlaştırıyor olabilir mi?
  • Robotların varması beklenen bu nokta belki onların ilerleme hızlarından çok daha büyük bir hızla onlara doğru geliyor olabilir mi?
  • Robotların insanlaşmasından daha büyük bir hızla biz insanlar robotlaşıyor olabilir miyiz?
  • Turing testini geçebilen bir robot görmemizden evvel bu testi geçemeyen bir insan görme ihtimalimiz nedir?

Daha önce de bahsettiğim gibi üzerine görece çok daha az çalışma yapılan bir konu bu. Ancak şunu önceden belirtmek isterim ki özellikle Stanford Hukuk Fakültesi’ndeki İnternet ve Toplum Merkezi’ne bağlı bir akademisyen, Villanova Üniversitesi’nde işletme ve ekonomi profesörü olan Brett Frischmann’ın çalışmaları ikinci kısım için kritik öneme sahip katkıları oluşturacak.

Kaynakça

  • Matrix, Sidneyeve. “The Netflix effect: Teens, binge watching, and on-demand digital media trends.” Jeunesse: Young People, Texts, Cultures 6.1 (2014): 119–138.
  • Herman, Dan. “Introducing short-term brands: A new branding tool for a new consumer reality.” Journal of Brand Management 7.5 (2000): 330–340.
  • “Karen Horney’s Theory of Neurotic Needs.” Verywell Mind, 26 November 2019, http://verywellmind.com/horneys-list-of-neurotic-needs-2795949. Accessed 18 November 2021.
  • Lin, Liu Yi, et al. “Association between social media use and depression among US young adults.” Depression and anxiety 33.4 (2016): 323–331.
  • Oberst, Ursula, et al. “Negative consequences from heavy social networking in adolescents: The mediating role of fear of missing out.” Journal of adolescence 55 (2017): 51–60.
  • Koc, Mustafa, and Seval Gulyagci. “Facebook addiction among Turkish college students: The role of psychological health, demographic, and usage characteristics.” Cyberpsychology, Behavior, and Social Networking 16.4 (2013): 279–284.
  • Maslow, Abraham Harold. “A theory of human motivation.” Psychological review 50.4 (1943): 370.
  • Horney, Karen “​​Neurosis and Human Growth” (1950)
  • Isaranon, Yokfah. Narcissism and affirmation of the ideal self on social media in Thailand. Diss. Goldsmiths, University of London, 2016.

--

--