Simple Monologues
2 min readNov 28, 2016

İçimden Geldi

Dışarıda hava çok soğuk. 8 derece… Benim gibi Ağustos ayında bile hırka ile gezen, elleri ayakları ısınmak bilmeyen kişiler için ise hissedilen sıcaklık sıfırın altında 13.

Pek yolum düşmez normalde ama Moda sokaklarındayım o gün bir şekilde… Bilen bilir orada meşhur bir dondurmacı vardır. Ben ise hayatımın 12 senelik bölümünü geçirdiğim İstanbul’da sadece 2 defa geçmişimdir o meşhur dondurmacının önünden. Bugün ise hayatımda 3. kez tabelasıyla karşı karşıyayım. Sanki iliklerime kadar üşüyen ben değilmişim gibi gittim tam 3. kez şerefine 3 top dondurma aldım oradan. Sonra da bir güzel çektim fotoğrafını Whatsapp grubundan bizim kızlara gönderdim. Hemen bir arkadaşım sordu: Neden?!

Soru çok net! Dondurma yememin arkasında bir gerekçe olmalı. Önce başladım emek emek yazmaya… “Ya işte ben Moda’ya sık gelmem aslında. Hazır bugün gelmişken boş geçmeyim dedim. Zaten canım da çok tatlı çekiyordu. Yanında ‘waffle’cı da vardı da. Kafamda ikisinin kalori değerini tarttım. Dondurma daha masum bir seçenek diye karar verdim. Zaten vaktim de vardı. Haaa bir dee…” derken bir an durdum. Ne anlatıyordum ki ben? Altı üstü bir dondurma aldım. Neyin açıklaması bu? Hayır zaten o kadar cümleyi denkleştirip yazana kadar dondurmam da eridi…

Gönder tuşuna basmadan ani bir kararla yazdığım her şeyi sildim. Sakin sakin yeniden yazdım: İçimden geldi! :)

Basit bir dondurma mevzusundan kendime pay çıkarmış gibi olmak istemem ama o an acayip rahatladım. Sırf emoji olarak değil sahiden gülümsedim. Ne kadar da kolaymış, neden yormuşum bunca zaman kendimi bir dizi sebep bulmak isterken…

Bazen tek bir sebep yeterlidir ve o en geçerli sebeptir aslında…

Bunu fark etmeden hepimiz çok yapıyoruz. Kendimizi zorluyoruz en basit şeyleri bile en ince ayrıntısına kadar birilerine anlatmak için çabalarken. Halbuki ne kadar kolay bazı şeyleri sadece öyle hissettim, öyle istedim deyip de geçebilmek. Özgür olmak bu değil mi zaten? Her adımını birilerine açıklamaya ihtiyaç duymadan yaşamak…

Uzun ağdalı cümleler kurmaya, kendimizi anlatmak için debelenip durmaya o kadar meyil etmişiz ki, kendi enerjimizi nasıl sömürüp de yorgun düştüğümüzü fark edemiyoruz bile… Birazcık ‘Kim ne der’, ‘ne düşünür’ ün götürüsü bu. Kendimizi ifade etme çabası hastalığına yakalanmışız. Bu hastalıktan ruhumuz kör olmuş, etraftaki tatlı fırsatları görmez olmuşuz. Dibine kadar açıklama borcuna saplanmışız. O kadar alışmışız ki bu duruma, herkesten aynı şekilde açıklamalar bekler olmuşuz.

İyi bir şey demeye görsün biri, başlamışız sorgulamaya:

  • x kişisi: Canım ya yanaklarını sıkı vereceğim, ne tatlısın!
  • y kişisi: Niye öyle dedin şimdi?

Canı çekmiş, anı yaşamak istemiş. Bırak desin. Sen de akışına bırak, içinden geçeni yapıver. Geliver, gidiver, görüver… Özgürlük ve spontanelik sadece Nil Karaibrahimgil’ in şarkılarına mı mahsus? Ruhunda kanatları olan yalnızca ‘o’ şarkıdaki esas kız mı?

“Uçmak istiyorsan seni aşağı çeken her şeyi bırak” demiş Toni Morrison. O zaman , biz de bugün, başkasını ikna çabasını ve başkasının bizi bir şeylere inandırması için beklemeyi bırakalım. Kalbimizi de aklımızı da bir kuş gibi hafifletelim olmaz mı?

  • Efendim? Bu yazıyı neden mi yazdım?
  • Eee, içimden geldi! :)