Kariyerinizi Çöpe Atma (ve sonra çöpten beslenme) Rehberi — 1

Bir zamanlar Fortune 500 yöneticileriyle* tokalaşan bu ellerle şimdi Himalayalarda tezek karıyorum. Bu yükseliş hikayesinin ve hayat hakkında bazı fularsız düşüncelerin ilk bölümü.

ImmanuelTolstoyevski
5 min readOct 23, 2016

(*) Yönetici dediysem sınıf başkanı, kat sorumlusu filan, yoksa IBM’in CEO’su BEN’i ne yapsın.

Ben Ferrarisini Satan Bilge değilim. Bu yazı da bir Into to Wild veya Eat Pray Love senaryosu değil. O hazır paket hikayelerin bini bir para.

(Geçen gün bir kitapçıda tavuk suyuna çorba serisine rastladım, son bıraktığımda 1–2 kitap vardı, artık resmen olabilecek her demografik gruba özel bir şeyler hazırlamışlar. Seri üretim ilham.)

Benim hikayemin başlangıcında, sistemin çarkları arasında ezilmiş, mutsuz ve amaçsız biri yok. Sonradan “aydınlanacak” tamamen materyalist ve açgözlü biri de yok. Sıradan, görece rahat biri var.

“Awesome!”

Bu rahatlık, kısmen alanımla (mühendislik, bilişim, tahta) kısmen de bulunduğum coğrafyanın (51. bölge, ABD) iş kültürüyle alakalıydı. Hiçbir zaman hakettiğimi vermeyen, ego manyağı bir patronum veya iş arkadaşım olmadı. Çamur gibi insanlar filtrelenmişti.

Aksine, bu filmde bir kötü adam rolü varsa, onu ben oynuyordum: Tatillerim herkesinkinden uzun, iş saatlerim herkesinkinden esnekti. Plaj, nehir, park, müze, asıl ofisim dışında neresi varsa oradan çalışıyordum. Bir keresinde kimseye haber vermeden iki haftalığına Kanada’ya gitmiş, yol üstünde uğradığım Niagara şelalelerinin gürültüsü yüzünden kendi organize ettiğim önemli bir telekonferansı baştan sona mute tuşuna basılı geçirmiş, döndüğüm gün de hiçbir şey olmamış gibi patronun odasına gidip o gün erken çıkmam gerektiğini söylemiştim (o da Salman Rüşdi’nin bir konuşmasına yetişeyim diye, o kadar asiydim).

Bir şekilde işimi yaptığım sürece, bu egzantrik iş ahlakıma müsamaha gösteriliyordu.

Tabii o “bir şekilde” kısmını hızlı geçerim hep. 80 saatlik çalışma haftaları, gecenin 3'ünde ofise gidip yangın söndürmeler (hem mecazi hem gerçek anlamıyla), satış kotaları stresi, proje takvimi stresi, yeni adam alımı stresi, eski adamı işten atma stresi, bir sonraki “eski adam”ın kendim olacağını farketmenin stresi, stres stresi..

İnsan bazen etrafını kandırmak için kendini acındırır, bazen de kendini kandırmak için etrafına fazla parlak bir tablo yansıtır. İlki, devletin bireyi ezdiği ve hakedilerek zengin olunacağına inanılmayan toplumlarda yaygın, göze batmayı engellediğinden:

-”Nasıl gidiyor?”
-”Valla idare ediyoruz işte. Senden naber?”
-”Abi sorma ya…”

İkincisiyse gelişmiş piyasa toplumlarında hakim. Her ürün gibi, bireyin de kendini pazarlaması, daha iyi bir iş, eş ve çevre için rekabet etmesi gerek:

-”How is it going?”
-”Great! How are you doing?”
-”Awesome!”

Bu iki dünyanın da yaratıkları olarak, etrafımızı mı kendimizi mi daha çok kandıracağımız konusunda kafamız karışık.

Ben, kendimi kandırmaya, yukarda yaptığım gibi fazla pozitif bir imaj çizmeye meyilliydim. Sadece piyasa kültürünün baskınlığı yüzünden değil, suçluluk hissi yüzünden: birçok üçüncü dünya ülkesi görmüş bir ikinci dünya çocuğunun, birinci dünya sorunlarından yakınmaya pek hakkı olmamalı.

Ama şimdi anlıyorum ki, genel tatminsizliğimi, “şartlarımdan yakınmak” ile karıştırıyordum. İkincisinin aksine, ilkinin vicdan ile, adalet anlayışı ile alakası yok. Ve bastırdıkça daha da büyüyor.

Çağın Vebası: Rahat Batması

Rahata ermek için piramidi tırmananların bazısı tepedeki manzaraya dalıp geldiği yeri unuturken, bazısının da kıçına piramidin ucu batar.

Rahatın batmasıyla, rahata batmak, ona gömülmek arasındaki bu gelgitin kaynağını da, uslanmaz bir evrimci olarak geçmişimizde aradım:

Bir yandan her hayvan gibi güvence arıyoruz. Ertesi gün aç kalmamak için vücut şeker depoluyor, ertesi yıl aç kalmamak için aileler tarım yapıyor, ve ertesi 30 sene aç kalmamak için devletler sosyal güvenlik fonları oluşturuyor. Fakat bir yandan da güvencenin ötesini arayan açgözlü bir yanımız var. Bilinmeyeni aklımızla, görünmeyeni gözlerimizle kirletmeye programlıyız.

Zira rahatın batmadığı ilk insanlar çayır çimene uzanmış yıldızları seyrederken, komşuları uğraşmış didinmiş, bunların yattığı çayırı bulup baltalarla kafalarını koparmış. Dinlenirlerken bir iki saniyeliğine, “aslında her şeyi bırakıp bir sahil kasabasına yerleşmeli” diye düşündükten sonra kendilerine gelip, bir sonraki çayırı istilaya koyulmuşlar. Biz, çayıra bir türlü uzanamayanların, rahatın en çok battığı insanların torunlarıyız.

Ve yaşadığımız çağ, bu çiftkişilikli doğamızı istismar eden bir çag. Herşeyin en iyisine layık olduğumuzu söyleyen reklamlarıyla, kazandığımızdan fazlasını harcayan kartlarıyla, hem bütçemizin hem de gözlerimizin ötesindeki çözünürlükteki telefonlarıyla, devasa kanepelere devasa bedenlerimizi yayıp izlediğimiz devasa TVleriyle, hem bizi rahata batırıyor, hem de bir sonraki “çayırı” işaret ederek rahatı bize batırıyor. Balon* patlayana kadar kredi deniz, yemeyen domuz, yiyen daha da domuz.

(*) Değişik yüksekliklerde, değişik balonlar mevcut: Haneler ödemeyecekleri borçları alıyorlar, devletler hesabı gelecek nesile yıkarak harcıyorlar, kamusu ve özel sektörüyle birlikte topyekün toplumlar ürettiklerinden fazlasını tüketiyorlar, ülke sınırlarını aşan şirketler, emlak piyasaları, borsalar gerçek değerlerinin ötesinde fiyatlanıyorlar ve en nihayetinde gezegenin kendisi, sanki sonsuz bir kaynakmışçasına kapasitesinin üstünde sömürülüyor.

İkinci El Ford’unu Bağışlayan Mühendis

Bu çelişkiler içinde dengeyi tutturabilenlere gıpta ediyorum. Hayalindeki işi yaparak para kazananlardan bahsetmiyorum. Onlar unicornlar gibi, ejderhalar gibi mitolojik varlıklar. Daha ziyade işini yeterince seven, konforu yeterince yaşayan, yeterince planlı hayatında yeterince sürprize yer bırakmış o şanslı azınlıktan bahsediyorum.

Bunlar gibi bir denge tutturamayacağımı hissettiğimden direttim sanırım. O yüzden banliyölerde dana gibi bir ev almak yerine, merkezdeki grup evlerinde kiracıydım hep. O yüzden her sene derisini döken bir yılan misali biriken fazla esyalarımdan kurtulurken, ana kriterim “her şeyim bir araba bagajına sığabilmeli” idi. Tüm mobilyalarım ya ödünçtü ya da sokaktan toplama. Binlerce millik road tripleri, hala klimasını karate darbeleriyle çalıştırdığım ikinci el Ford’umla yapıyordum.

Bazıları fırtınalı açık denizlerde doğar ve karayı göremeden boğulur. Bense, girdaplı da olsa genelde sakin bir nehirdeydim ve kıyıda bekleyenleri gayet net görebiliyordum: Evlilik, 30 senelik bir mortgage, fayansını seçtiğim bir banyo, düzenli olarak büyüyen bir emeklilik fonu, makul bir BMW, aptal bir köpek, 16'lık şarap kadehi seti….Ve ne zaman bunlara yaklaşsam, nehrin yatağı değişiyordu. Ne zaman mayışıp Amerikan Rüyası’na dalacak gibi olsam, içimde bir alarm ötüp beni uyandırıyordu.

Bazı Kızılderili kabilelerinin, uyandıktan birkaç saniye içinde savaşa ve harekete hazır olabildiklerini okumuştum bir aralar. Kalan tek olası çapa çevremdi ve çevrem bu Kızılderililerle doluydu. Her an kalkıp gidebilirmiş, her gittikleri yere uyum sağlayabilirmiş gibi duran insanlar.

Bu yetmezmiş gibi, sosyal aktivitelerimden biri seyahat eden yabancıları ağırlamak olduğu için, etrafımda Kızılderili kadar “köpekbalığı” da vardı: halihazırda hareket halinde olan ve nefes alabilmek için sürekli hareket etmek zorunda olanlar. Böyle bir çevreden çapa değil, olsa olsa yelken olur.

(Bazen düşünüyorum, tanıdıklarımın çoğu fiziksel bir noktayı kaplayan cisimler değil de Facebook bulutlarında yaşayan ruhlar sanki. Gerektiğinde denk gelebilmemiz için fiziksel bedenlerine bürünüyor, sonra kendi boyutlarına geri dönüyorlar. Kimsenin kimseyi tam olarak “bırakıp gitmediği”, herkesin sonsuza kadar, profil fotosundaki kadar genç ve güzel kaldığı bir garip cennet.)

Günün birinde, tatminsizlik iyice büyüdü, nehir yatağı iyice değişti, yelken iyice şişti ve daha önce de defalarca yaptığım gibi her şeyimi, yani hiçbir şeyimi toplayıp gittim. Bu bir özgürleşme, bir aydınlanma değildi elbet. Sadece bir hareketlenmeydi. Başta da dedim, bu hikayenin mutlu veya mutsuz bir sonu yok, size gösterecek “doğru” bir yolu da.

Görünürde beni kımıldatan rüzgarın ismi bir kadındı ama ben biliyordum, o olmasa başka bir şey olacaktı. Yalandan demir atmış her gemi, illa ki bir limana ya da bir kayalığa sürüklenecek.

Gitmeden önce bulutta yaşayanlardan bazıları yeryüzüne inip elimi sıktılar, tırnak içindeki bir “veda partisi” vesilesiyle. Kitaplarımı dağıttım. Kıyafetlerimi bağışladım. Çadırımı, teleskopumu ilk isteyene yolladım. Elimde bir tek arabam kalmıştı, hepi topu 500 dolar değer biçtikleri. Satmaya kıyamadım, eski bir kızarkadaşıma bıraktım. Daha bir hafta geçmeden bozulup yolda kalmış, astarı yüzünden pahalı. O son kalan gönülsüz çapayı da, bir hayır kurumu gelip hurda değeri için çekip götürmüş.

Ve ben o sıralar, ironik olarak, yeni hayatımda daha da derin bir rahatlığa batıyordum: uluslararası danışmanlık.

(devamı burada)

Originally published at fularsizentellik.com on October 23, 2016.

Bu tip yazıları doğrudan email olarak almak için Fularsız Entellik direnişine katılın. Hepsi reklamsız, hep reklamsız.

--

--