Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #2

Danışmanlık hayatı, bullshit yığını ve dönüm noktası

ImmanuelTolstoyevski
9 min readOct 27, 2016

Önceki bölümü bıraktığımızda, yeni bir coğrafyanın yeni bir hayat getireceğini sanmış, ama bir danışman olarak eski hayatımın daha da “hormonlu” haline geri dönmüştüm.

Uluslarası danışmanlık, uluslarası ajanlığa epey benziyor. İkisi de aynı miktarda pasaport, uçuş mili, vodka martini, lüks otel, yalan dolan ve -özellikle finansal çeyrek sonlarında- gerilim içerir. Tek fark, danışmanlıkta %100 daha az seks ve %50 daha az cinayet var (geçen bölüm benimle el sıkışmayan o IBM CEO’sunun “kaza” haberini okumuşsunuzdur).

Aslında üniversitedeyken tam da istediğim gibi bir işti: Ben dahil kimsenin anlamadığı ama benim dışımda kimsenin de “anlarmış gibi yapmaya” cesaret edemediği bir teknik tarafının olması, bana bir saygınlık kazandırıyordu. Bir yandan da herkesin anlarmış gibi yaptığı ve bullshit ilimler* diye tabir edebileceğim satış, pazarlama, eğitim gibi kısımları vardı. Paradoksal biçimde, bunlar bana daha da büyük bir saygınlık kazandırıyordu.

(*) Tolstoyevskinin 3 bullshit yasası:

  1. Bullshit, hidrojen ve helyumdan sonra evrendeki en yaygın elementtir ve entropi gibi, sürekli artar.
  2. Teknik işlerin %50'si, kalan işlerinse %90'ı bullshittir. (Bunlar taban rakamlar; proje teslim tarihi yaklaştıkça telaş, pişmanlık ve ishal ile birlikte yükselirler).
  3. Bullshit, kazancın karesiyle ile doğru orantılıdır (dedikodu ise ters orantılı). Yetişkin, C-seviye bir yönetici günde 300 emaillik bullshit üretebilirken, sekreterlerin işinde bullshite pek rastlanmaz, çünkü onlar hata yapınca kabak gibi belli olur.

Kısacası işim, saygınlık kılığına girmiş bir yığın bullshit idi. Asıl tehlike de bu saygınlıkta yatıyor zaten. İnsan sigaranın kendisine değil de, içindeki nikotine bağımlıdır ya…Sigara içme fiili, alt tarafı mekanik bir alışkanlıktır. Bence işin kendisi ve hatta kazanılan zenginliğin harcanması da mekanik alışkanlıklar. Aynı arabalar, aynı restoranlar, aynı tatiller…Asıl bağımlı olduğumuz “madde” ise statü. Kazancımızdan yüksek kredi kartı limitleri istememiz gibi, hepimiz haketmediğimiz bir saygınlığın peşindeyiz.

“Makam” denen o iğrenç kelime (daha doğrusu Türkiye’de yaşamanın iğrençleştirdiği o kelime), bu delüzyonun en somut hali. Statünün, yetenekle beraber arttığı sistemlere meritokrasi deniyorsa, yalakalık ve sadakatla arttığı sistemlere de “makamokrasi” denmeli.

Büyük odalarda, büyük masaların ardında oturan küçük adamlara yıllarca “evet sayın genel müdürüm” demek zorunda kalmışsan, elbet günün birinde sırf bu istikrarın yüzünden artık o koltukta oturmayı hakettiğine inanırsın.

(Görünürde benzer olan askeriyede, makam elde etmek için makam sahibini yüceltmek yerine, doğrudan makamın kendisini yüceltiyorsun. Ve disiplin yoluyla, bunu sadece tependeki makamlar için değil, kendi makamın dahil hepsi için yapıyorsun. Bu ufak farklar, kurumsal kültürü kökten değiştiriyor)

Bülbülü Altın Kafese Koymuşlar, “Bunun Platinyumu Yok Muydu?” Demiş

Çürük kurumlarda “makam” peşinde koşanları aşağılamak kolay ama statü bağımlılığı daha sinsi yollarla da bulaşıyor: Örneğin şirket bir süre sonra bana “danışman” yerine “senior professional zart zurt manager” demeye başlamıştı. “First of his name, king of Andals, Rum kayzeri, iki cihanın hükümd..” (kartvizitim a4 boyunda). İş aynı, insanlar aynı, maaş aynı ama bir excel tablosunda ismimden önceki hücre farklı diye, göğsüm biraz daha kabarıyor, isteklerim biraz daha emrivaki oluyor.

Ünvanımı güncelleyen sadece şirket değil. THY’ye göre artık “elite plus”tım. Nasıl bir kandırmaca ki “elit” bile avam kalacak yanımda. Ama alışıyor insan zamanla. Havaalanı lounge’unda tıkınan diğer yüzlerce elit, elit+, elit kare, elitoğluelit beyefendiye ve hanımefendiye aldırmadan, ayrıcalığıma inanıyorum.

Uçaktan indiğimde toplu taşımayla uğraşamam, toplum binsin toplu taşımaya. Beni ismimle karşılayan komik şapkalı adamlar götürecekler otelime. Resepsiyonda, bir sihirbaz gibi cüzdanımdan başka bir kart daha çıkaracağım, üzerinde “elmas üye” yazan. Bana daha büyük bir oda, daha da ısıtılmış havlular, daha da buzlanmış bademler verecekler ama bunlar önemli değil. Kıç kadar resepsiyonda ayrı bir kulvar var, oradaki halıda “sadece elmaslar için” yazıyor, o halıda durup kaliteli statik elektrikle yüklensem yeter.

Ertesi gün iş yemeği için şehrin en iyi ikinci, bilemedin üçüncü lokantasına gideceğiz (birincisine IBM’in yeni CEO’su gittiğinden beni almıyorlar, onun da sonu hayırlı olmayacak). Girişteki bakışların tek soracağı soru “senin burayı kaldıracak bir cüzdanın var mı?”. Kimse de demeyecek ki “senin burayı kaldıracak bir yemek kültürün var mı?”. Hadi başkasının soramamasını anlarım, asıl ben bunu kendime sormayı ne zaman bıraktım? Yoksa utanmadan bir de cevap mı verdim?

(Platon’un Akademi’si bu devirde kurulsa, muhtemelen girişinde “Geometri bilmeyen giremez…gümüş öğrenciler hariç” yazardı)

Hesabı şirkete yazarız bir ara ama şimdi platinyum kartımla ödeyeyim ki puan kazanayım. Pardon, “platinium”. Zaten en küçük kahvenin “tall”, en dandik odanın “premium” olduğu bu hayata, herkes kafadan “gold” kartla başlıyor (“Silver is sooo 5th century BC”). Yeterince puan kazanırsam bir üst karta geçerek araya mesafe koymuş olurum. Platinium’dan sonra ne geliyordu acaba, Titanium? Kesin birileri düşünmüştür. O birilerine güveniyorum, bana hep hakettiğimi veriyorlar ve ben hep daha fazlasını hakediyorum.

Memento Mori

Antik Roma’nın muzaffer komutanları, yeterince şanslılarsa, şehre döndüklerinde Triumph denen bir törenle ödüllendirilirlerdi. Silahlarını bırakmış ama ganimetleri dahil tam takır olan ordularının başında, bir savaş arabası üstünde, coşkulu kalabalıkları selamlarlardı. Bu esnada gaza gelip kendilerini Herkül veya Mars sanmasınlar diye, Senato’yu küçük görmesinler diye, arabadaki bir köle kulaklarına sürekli “unutma, sen sadece bir ölümlüsün” diye fısıldarmış. “Ölümü hatırla”. Osmanlıcası: “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var”.

Halbuki bize “sen elit, platinyum, elmas filan değilsin, 7 milyar kişiden birisin ve sahip olduklarının pek azını gerçekten hakettin” diyecek kimse yok. Duyduğumuz tek ses, televizyondan geliyor: “harcadıkça kazanın”, “yedikçe zayıflayın”, “yaşlandıkça gençleşin”.

(“War is peace (savaş barıştır), freedom is slavery (özgürlük köleliktir), ignorance is strength (cehalet güçtür)” diyen “çiftdüşün” sloganlarının amacı doğrudan kontroldü. Bizim çiftdüşünlerimiz ise seçim kılığındaki bağımlılıklar üzerinden kontrol kurmaya yönelik. Orwell’i çoktan aştık).

Benzer tuzaklara ne kadar düştüm, bugün bile emin değilim. Aslında “düşmekten” bahsetmek komik, zaten bu tuzakların içine doğduk ve orada yaşıyoruz. Yapı itibariyle gösteriş meraklısı olmasanız bile böyle bir akıntıya karşı yüzülmez.

(Flashback: Çocukken marka “bluejean” ve basketbol ayakkabısı furyası vardı. Öyle alakasızdım ki, ailemin endişelenip bir şeyler almam için bana verdiği harçlığı, gidip yetim vakfına bağışl…yok yahu, o kadar da değil. Ama o harçlığı önce reddetmiş, sonra onunla kıyafet yerine paten almıştım. Evet, bir ara erkeklerin pembe tekerlekli patenlerle dolandığı ve tüm gün boyunca bir tane bile gay şakası duymadığı bir dünya vardı)

Farkındalık, tek başına insanı kurtarmadığı gibi, bazen ahmaklıktan bile tehlikeli, insanda bunlara bağışıklıymış sanrısı yarattığından. Evet, elit veya değerli bir maden olduğuma birkaç dakikadan fazla inanacak kadar, iş yemeğinde masayı donattım diye babam yaşındaki garsona hizmetçi muamelesi yapacak kadar ahmak değildim. Ama “kendini vazgeçilmez sanma”ya bağışıklı olacak kadar akıllı da değildim…

Egoma Oynayan Kazanır

Her şirket gibi, bizim de büyüme planlarımız, imkanlarımızın ötesindeydi. Herkes 40 değil 80 saat çalışır ve hata yapmazsa anca varılacak hedefleri, “zoru başarırız, imkansızsa zaman alır” gibi aptal sloganlarla yiyecek değildim. Ama egomun başka planları vardı. Olmayanı oldurmak için normalde yapmayacağım birçok işle uğraştıkça, kendimi o ufak evrenin merkezinde görmeye başladım. Sanki her toplantının olmazsa olmazıydım. Satış, bayi eğitimi, genel vizyon, teknik detay, tasarım…Yahu bir danışman, “code review” toplantısına niye girer?

Kimsenin getiremeyeceği bir perspektif getirdiğimi düşünüyordum herhalde. Mesela önemli bir müşteri üründen şikayetçi mi? Herkesin standart bullshit’inden sonra mikrofonu alıp, “Geçenlerde Ar-Ge bana bunun 6 ay sonra alacağı hali gösterdi, mik-kemmel bir teknoloji. Hatta dün pazarlamanın rakip analiz raporu elime ulaştı, uzun vadede açık ara öndeyiz” gibi detaylar vererek günü kurtarmanın, yılın liberosu seçilmenin hafifliği dayanılmazdı.

Egonuzu ezmeye çalışan ilkel sistemler size “Cumartesi çalışmazsam işten atılırım” dedirtir. Egonuza oynayan akıllı sistemler ise “Cumartesi çalışmazsam arkadaşlarım işten atılır, şirket de batar, her şey bana bağlı” dedirtir. Böylece her seferinde tekrar ikna edilme veya korkutulma gereği olmadan, gönüllü olarak çalışırsınız. “Kendini vazgeçilmez hissetmek”, statü merakına kıyasla, daha rafine bir bağımlılık. Ama yine de bir bağımlılık. Büyük sistemlerde ufak çarklar olmamızı, kendimize böyle yediriyoruz.

İşin acı tarafı, bunu yaptıkça, ister istemez organizasyon bize daha bağımlı hale geliyor, kırılmaz bir döngü oluşuyor. Ancak bu ilişkiden zorla koparsak (ciddi bir hastalık yüzünden mesela) gerçek etkimizi görüyoruz: Koca bir göle atılmış ufak bir taş. İlk dalgalanmadan sonra herşey eskisinin aynısı. Şanslıysanız, belki sonunda gölün derinliği bir milim oynamış, şirketin hisse değeri bir sent değişmiş olur. (Ufak organizasyonlarda durum farklı tabii ama su dolu bir küvete atlayan bir sumo güreşçisini pek hayal etmek istemedim).

Egoyla dolaylı yoldan alakalı ama daha da tehlikeli bir başka tuzak var…(hemen yumurtlamayayım, biraz gerilim müziği verin)… Seçim bolluğunun, psikolojimize olan negatif etkisi epeydir bilinen bir gerçek. Mesela süpermarketlerde -ürüne bağlı olarak- 6 ila 10 arasından fazla çeşit olursa müşterileri sıkıntı basıyor ve daha az şey alıyorlar.

Yani “10 çeşit tuvalet kağıdı varsa, bunun üstüne eklenen markalar satışı arttırmıyor” demiyorum, “o rafta 10'dan fazla markayı görünce eve elimiz boş, kıçımız boklu gidiyoruz” diyorum. Çünkü daha iyisini kaçırdığımız hissi dayanılmaz hale geliyor.

(Tuvalet kağıdı için geçerli olan mekanizma, eş seçiminde de geçerli. Hayatımın en mutsuz günlerini, Playboy Mansionda yaşarken geçirmiştim)

Bizim şanssızlığımız, eskiye nazaran belki ortalama %10 daha fazla reel imkana sahipken, 10 kat daha fazla alternatif hayatın farkında olmak. Her yanlış kararın veya korkaklığın sonucu kaçan fırsatların gölgesinde, yaşayamacağımız tüm olasılıklarınn ağırlığı altında eziliyoruz. Bu da bizi konumuza getiriyor:

<maksimum gerilim müziği> Çocuk yapmak, öncelikleri değiştirdiğinden, insanı bu seçim eziyetinden kurtarıyor. </maksimum gerilim müziği>

Çocuğun kendisinde sorun yok. Zaten çocuk sanıldığı kadar kısıtlayıcı olsaydı, ailecek Dünya’yı gezen veya çok değişik işler yapan bu kadar insan tanımazdım. Fakat çocuğu bahane ederek, kötü seçimlerde ısrar etmekte sorun var. Etrafımda işinden memnun olmayanların bir numaralı açıklaması “napalım, çocuk için katlanıyoruz”.

Bu insanların pek azı, piramidin altında olup, gerçekten de seçimsizlikten sevmediklere işlere, eşlere, şehirlere, çocukları için katlanmak zorundalar. Bir noktada zorunluluktan yaptıkları fedakarlıkları, ego tatmini için yapılan mazoşizme evrilmiş: “Ben herşeyin en iyisini hakediyorsam, çocuğum iki kat iyisini hakediyor”. Özel okul, özel hoca, özel hastane…

O engelleri yıllar sonra aşsan, bu sefer de sırf alışkanlıktan tekrarlıyorlar. 30 milyon dolar ciro yapan patronlar tanıyorum, hayatlarından bezmişler ama o yoldan dönmekte geç kaldıklarını düşündükleri için, aynı bahanede ısrar ediyorlar: “Çocuklar için katlanıyoruz işte”

John Adams’ın meşhur bir lafı vardır:

“Ben savaş ve siyasetle uğraşmalıyım ki çocuklarım matematikle, felsefeyle, denizcilikle, tarımla uğraşabilsinler. Bunlarla ugraşsınlar ki onların da çocukları resimle, şiirle, müzikle, mimariyle uğraşabilsin”

Buırada nesiller arası bir ilerleme umudu bulunuyor. Sadece materyal olarak değil, zihinsel olarak. Yoksa “ben çocuklarım için savaş ve siyasetle uğraşıyorum, inşallah çocuklarım da savaş ve siyasetle uğraşırlar, bu böyle 7 göbek aynen devam eder, taa ki 8. John Adams denen şımarık zibidi tüm birikimimizi kumarda kaybedene kadar” da diyebilirdi.

Bir ebeveyn için ne kadar üzücü olmalı, zamanı gelince aynı soru ve seçimlerle yüzleşen çocuklarının, “ne yapıyorsak çocuklar için”den başka verecek cevapları olmaması.

Dönüm Noktası

Bu tuzaklar, rahatlıklar ve çelişkiler arasında, yoldan tam olarak ne zaman çıktım bilmiyorum. Öyle belli bir tarih ve saat olduğunu da sanmıyorum. Ama herkes gibi, kendime anlatabileceğim derli toplu bir hikayem olması için, tarihsel revizyonizm yapıp, bir iki dönüm noktası seçtim.

Bunlardan ilki, iyi performans gösterenlerin ödül olarak gönderildiği bir şirket tatiliydi. Bu yüzde 10'luk seçkin grup içinde olmamam gerekiyordu ama bir dizi bürokratik saçmalık ve karar gecesi bölge şefiyle içtiğim bir dizi martini sonrası seçilmiştim. Durum o kadar ironik ki, o gece bölge şefiyle otelin barında karşılaşmamın tek nedeni, gün boyunca müşterilerle ilgilenmek yerine dışarı çıkıp arkadaşlarla buluşmam, kafayı 1500'e çıkarmam, sonra odama dönmeden önce soğuk suyla kendime gelebilmek için bara yönelmemdi. Kısacası büyük sorumsuzluk + kaliteli ot + iyi zamanlama + “o son martiniyi içmeyecektik” x 3 = bonus tatil. (Tabii epey çalışmıştım da sene boyunca ama orasını boşver, güzel bir hikaye gerçek bir hikayeden daha değerlidir).

Gözünüzde, 5 yıldızlı devasa bir çiftltiğe yerleştirilmiş bir sürü Type A kişilikli adam ve onları destekleyen hırslı kadın canlandırın. Herkes birbirine savaş anısı anlatır gibi, satış anılarından bahsediyor.

Type B adam: “Bro, çeyrek kapanmadan iki saat önce iki milyon dolarlık servis sattım”
Type A adam: “O da bir şey mi, ben iki milyon dolarlık striptiz hesabı kakalamıştım onlara, hahaha”
Type A karısı: “Helal olsun arslanıma…bana da helal olsun ama”

Bahsettiğim bürokratik saçmalıkların bir yan etkisi olarak, satış kotamı %500 ile aşmış görünüyorum listelerde fakat kimse beni tanımıyor (tüm arkadaşlarım Type C, D, mümkünse Z kişilikler, oraya gelmeye hak kazansalar bile uçağı kaçırırlar). Ben de zamanımı bu testosteron orjisi dışında, bir balıkçı kasabasında İspanyolca pratiğiyle geçirdiğimden, efsanem giderek büyüyor.

“Buenos noches efendiler, yo soy Pablo Escobar, dinero por favor. Ahora ulen!”

Sonunda bizzat CEO ve dadaşları meraktan gelip beni buluyorlar, biraz iş biraz geyik konuşarak havuza giriyoruz. İyi ve rahat insanlar, bir sıkıntı olmaması lazım ama beş dakika geçmeden, deja vu kadar kaçınılmaz bir yabancılaşma hissi yaşıyorum: Ellerinde kokteyllerle suyun içinde dolanan ve çürümeye başlamış bu vücutlara, güneş altında fazla içmekten şişmiş bu suratlara, sanki çok uzaklardan elf gözlerimle bakıyorum. Milyar dolarlık şirketin muhtemelen %20–30'unun hissedarları o an bu havuzun içindeler. İşimin zor tarafları aklıma geliyor, sabahlara kadar teklif hazırlamalar mesela. Ve her kapı, “ne yapıyorsak çocuğumuz için”e değil, “işte bu adamlar zengin olsunlar ve daha fazla kokteyl içsinler diye çalışıyoruz”a çıkıyor. Bir kokteyl daha alıp, bunları unutmaya çalışıyorum.

İkinci dönüm noktası Ortadoğu’daydı. Her zamanki gibi, gece ucuşuyla saat 3–4 gibi gelmişim, belki bir saat uyuduktan sonra, toplantı öncesi kahvaltıya inmişim. Körfez’deki çoğu şey gibi, otelin açık büfesi de aşırı lüks. Uykusuzluktan ölüyorum ama içimdeki domuz tabakları tepeleme doldurmuş, “işte bunun için çalışıyorsun, şimdi uyumak yerine bunların zevkini çıkar” diyor. Önümde laptop açık. Tek başımayken, bir yandan email cevaplamadan yemek yemeyi çoktan unutmuştum. Aslında bir yandan email cevaplamadığım her normal aktivite bir zaman kaybıydı artık.

(Sevişirken kızarkadaşımdan “geliyor musun” diye email alsam yadırgamayacaktım. Reply All: “Az kaldı, dayanın da hep birlikte gelelim”)

Bir süre sonra kafamı kaldırıyorum ve korkunç bir şey görüyorum: Tüm kahvaltı salonu, benim klonlarımla dolu. Veya ben onların klonuyum. Her masada aynı ceket içinde, aynı uykusuz bakışlar var. Mavi ekranlara bakarak, zevkini çıkaramadıkları bu kahvaltıdan sonra gidecekleri toplantılara hazırlanıyor. Ortada bir tek aile, bir tek turist, bir tek çocuk, yaşlı, işsiz güçsüz insan yok.

Başkasında kendini görmek, aynada kendimle yüzleşmekten çok daha kolay. Ne kadar sağlıksızmışım meğer. Çökmüş suratlarıma bakıyorum her bir masadaki. “Çaresiz kalsam, bu hayata katlanmaya devam eder miyim” diye soruyorum kendime. Lükse katlanmak! Cevabım elbette evet, çok daha kötüsünü gördüm, ama çaresiz değilim, bu açık büfeler ve gümüş çatallar olmadan da yaşayabilirim, sadece bir daha böyle bir kahvaltı etmek istemiyorum.

Kendimi akıllı sanarak elde ettiğim ufak avantajlar karşılığında “sattığım” asıl kaynakları düşündüm: sağlığım, zamanım ve enerjim. Bunlar yenilenebilir kaynaklar değiller. Kalan kısımlarını en iyi şekilde kullanmak için bir plan yapmam gerek. Ya çalışmak zorunda olmasaydım; fark yaratacak kadar değil de özgür olacak kadar zengin olsaydım? Bir başka deyişle:

“Bugün 10 milyon dolarım olsaydı ne yaparım?”

(arkası yarın veya yarından da yakın)

Bu tip yazıları erkenden ve doğrudan email olarak almak için Fularsız Entellik direnişine katılın. Hepsi reklamsız, hep reklamsız.

--

--