Zamansız bir muson yağmuru ve sayıklamalar ve Selim Işık

Talha Ocakçı
Mühendis kafası
Published in
6 min readDec 18, 2016

Saat gecenin biri. Karanlık çökeli 7 saat oldu ve bugün 10 saattir hiç tanımadığımız yollardayız. En yakın şehir 100 km ilerimizde. Tayland yollarındaki dördüncü günümüz ve yorgunluk hafiften baş vermeye başladı.

Muson yağmurunun hiddetini sonuna kadar hissettiğimiz bir yolda 1 metre ötemizi dahi göremiyoruz. Zifiri karanlıkta sis farları, sokak lambaları, uzun farlar, kırmızı ve sarı lambalar birbirine karışmış, tropik iklimin bunaltıcı nemi üstümüze çökmüş. Yolda yavaş yavaş yükselen şu çamur renginde. Her yerden yansıyan çamur rengi ışık yavaş yavaş kör etmeye başlıyor. Rüzgar arabayı sallıyor, sürüklenen kütüklerden bazıları aracı teğet geçiyor.

Silecekleri son hızda çalıştırmakla hiç çalıştırmamak arasında fark kalmadı, bir şey farketmiyor. Bu yüzden 1 metre ilerlemek bile oldukça güç. Arabayı çekip bir kenarda bekleme seçeneğimiz de kalmadı galiba. Çünkü şehirlerarası yollar muson yağmurunun sele en hızlı dönüştüğü yerler. Buralardan kaçıp bir şehire sığınmak en mantıklısı.

Kiralık araba sözleşmesinde neden “selde kalmanın cezası 5000 bahttır” yazdığını anlıyorduk şimdi. Cebimizdeki paranın tamamını araba kiralama şirketine ceza olarak vermek istemiyorduk. Geri dönmeliydik üç saat önce ayrıldığımız şehre. Bir kasabaya dönmek bizi kurtarmazdı. Kasabalar baskınlara karşı tamamen korumasız. Bir pirinç tarlasının ortasında bulabiliriz kendimizi.

Birkaç saat öncesiydi. Yağmur hafif hafif çiselerken, “muson mevsimi değil ki, yağmur biraz serpiştirir durur; Accuweather yağmur konusunda hep yanılıyor” diye diye birbirimize gaz verip 500 km yol yapmıştık. Artık yağmurdan ilerleyemez olduğumuzda bir karar vermeliydik. Yağmurun muhtemelen daha az olduğu, geldiğimiz tarafa mı dönmeliyiz, yoksa yaradana sığınıp devam mı etmeliyiz.

Bu kadar yol geldikten sonra, “neyse ya daha fazla ilerlemeyelim, haydi geri dönelim” diyecek insan var mıdır bilmiyorum ama biz diyemedik. Çöpe atamadık o kadar yorgunluğu.

İnsan psikolojisinin çok kırılgan anlarından birisidir bu seçim anı. Mesela, kötü giden bir evlilik içinde 10 sene geçirilmişse bile en başa dönmekten korkulur ve devam edilir; bir projenin ikinci senesiyse ve boka saracağı ayyuka çıkmışsa bile devam edilir. O kadar yol gelinmiştir.

Belli bir sınır çizgisi geçildikten sonra geri dönüş artık çok zordur ve insanın başına ne gelirse bu noktadan sonra gelir zaten.

Bu noktada kararlarımız ve seçimlerimizin de kalitesi dibe vurur. Mesela 6 aylık iş arama sürecimizde onun ıncığıydı bunun cıncığıydı diye teklifleri reddederken 6 ayın sonunda, paralar suyu çektiğinde, manevra şansımız kalmadığında, ilk tekliften bile kötüsüne evet deriz. Kendi seçimlerimizi kendimiz yok ederiz ve en sonunda en kötüsüne muhtaç kalırız.

Vallahi bilmiyorum. Öyle değil diyebilirsiniz. Ben, direksiyonun başında dönmek mi devam etmek mi diye düşünürken, sel cezası için ne etsem kredi mi çeksem diye düşünürken bir taraftan da bunları düşünüyordum. Eşim konuşmuyordu, büyük bir hayal kırıklığı içindeydi.

O sırada yanımızdan birkaç motorcu geçti. Aynı şartlardaydık, kader ortağıydık. Bir farkla. Onlar yağmura ve rüzgara karşı tamamen savunmasızdı. Bir an için kendimi iyi hissetmiştim. Bu tatili ilk olarak motor gezisi olarak planladığımız fakat sonradan daha çok eşya almak gerektiğini düşünerek arabaya döndüğümüz için çok şanslıydık.

Eşim saatler sonra ilk defa ağzını açtı ve “millet muson mevsiminde gitse bile güneşli havada Phuket’te oluyor; biz doğru mevsimde gidip sel altında kalıyoruz. Bizdeki şansla ancak bu kadar olur.”

Bence şansımıza laf edecek mertebeyi çoktan geçmiştik. Açık bir şekilde, şanslı insanlardandık biz. Hayatımız ortalama bir hayattan çok çok daha iyiydi. “Öyle deme ya, ne hayatlar var” diyerek motorcuları gösterdim. “Ya onların durumunda olsaydık?”

İşte günlük hayatımızın içinde olan fakat ahlaki olarak nasıl kabul ettiğimizi anlamadığım samimiyetsiz, sakil bir söz: “Ne hayatlar var, haline şükret!” Daha kötü durumda olan insanlara bakarak içinin yangınının soğuması…

Seneler önceydi. Annem hastanede uzun süre yatarken, beyindeki sıkıntıdan dolayı her gün yeni sürprizlerle karşılaşırken refakatçilerden biriydim. İlk zamanlarda sık sık ziyarete gelenler olurdu. Ziyarete gelen insanların kimisinin yüzünde gerçek bir acı vardı. Güzel insanlardı. Kimisinde ise “ne hayatlar var, göreyim de halime şükredeyim”cilik vardı. Bu insanlar bir kere haline şükrettikten sonra gelmez olmuştu. Alacaklarını almışlardı.

Babamın mutaassıp akrabaları ise “başını kapat dedik kapatmadı, al işte Allahından buldu” bakışı atıyordu. “Üzülüyoruz ama hak edecek bir şey yapmıştır. Allah bu dünyada hastalıkla verir insanın cezasını…” O bakışlar bunları söylüyordu.

Bilmiyorum, belki insanları sevmediğim için bana öyle gelmiştir. Belki Tutunamayanlar’ı vaktinden önce okumuşumdur. Belki vaktinden önce Selim Işık’a dönüşmüşümdür.

Evet belki de bir motorda tamamen korunmasız halde hissetmiyorduk musonu ama iş çığrından çıkmaya başlamıştı ve daha çok yolumuz vardı. Metre metre ilerlediğimiz için üzülmek, kendimizi eleştirmek, vicdan muhasebesi yapmak ve genetik kodlarımızdan gelen saçmasapan beylik lafları tekrarlamak için epey vaktimiz olacaktı.

Neden herkes sıkıntısız bir şekilde yaz tatili yaparken biz en güzel mevsimde selin ortasında kalmıştık? Selim Işık genlerim kendince çıkarımlar yapmaya ve soruyu cevaplamaya başlamıştı. Road trip’imizin ilk günlerindeki harika anları Instagram’da paylaşmıştık da ondan olmuştu.

Göz vardı, göze gelmiştik :) Eşime dedim ki “o kadar paylaşırsan olacağı budur. Nazarın dibine vurduk işte. Hadi şimdi bir kerelik yaptık tamam da ileride bunu yapmayalım. Çoluğumuzun çocuğumuzun fotoğraflarını koymayalım böyle sağa sola; nazar değer”…

Bir babaanne gibi konuşmak tuhafıma gittiği için; işi enerjilerle anlatmaya çalıştım. Mutlu anların paylaşılmasıyla, aramızdaki güçlü pozitif enerjiden bir parça kopar gider, enerji yeteri kadar azaldığında entropi kuralları işler hale gelir ve minimum enerji maksimum düzensizlik gereği enerji hızla düşmeye başlar. Bunun yerine ters güçteki enerji akın eder ve al sana donumuza kadar ıslandığımız muson.

Sanırsam bu şekilde anlatınca ikimizin de aklına yatmıştı. Evren, mutsuz insanların olduğu bir dünyada mutluluğumuzu onların gözüne sokmamızı hoş karşılamamış ve bizi karşısına almıştı. Değil mi Selimciğim Işık?

İnsan acı çekerken evrenin merkezinde olduğunu, evrenin tamamen kendisine karşı olduğunu düşünmeye başlıyor.

Evet bu sel, Instagram’da paylaştığımız fotoğraflar yüzünden bizi terbiye etmek üzere tanrılar tarafından gönderildi. Bu kadar insanın göz göre göre evsiz kalması da bu yüzden… Şu motorcu bizim fotoğraflar yüzünden kayıp düştü işte. Şu fare de o yüzden suda çaresizce debeleniyor. Değil mi Selimciğim?

Sebepsiz, gereksiz bir vicdan azabı… İnsan ıslakken, uykusuzken ve ağır bir nem basmışken saçmasapan şeyler düşünüyor.

Keşke paylaşmasaydık mutluluğumuzu. Keşke içimizde yaşasaydık. Zaten bunlar mutluluk paylaşmak değil ki, nispet yapmak; değil mi? Hangimiz salt mutluluğumuzu paylaşmak için sağda solda paylaşıyoruz ki bunları? Tek amacımız nispet yapmak. Selimciğim iyice saçmalamaya başladın. Seni biraz ciddiye alıp dinlediğimiz zaman şirazeni kaybediyorsun. Susacağın yeri bilemiyorsun.

Keşke hiç okumsaymışım Tutunamayanlar’ı… Baksana, neler düşünüyorum böyle! Şimdi Selimciğim Işık burada olsa, suratına patlatsam bir tane, desem ki, sen ne sanıyorsun insanları! Kör olasın da piyango bileti satasın!

Neden bu durumdayız şu an? Unuttun mu, Allah, cezasını hemen bu dünyada verir büyük günahların. Belki de o sevimsiz akrabalar haklıdır. Günahımı bulmaya çalıştım. Kimi üzmüştüm?

Belki de hiçbir şey yapmamayı seçen aylak arkadaşımı eleştirdiğim, onu küçük gördüğüm için oldu bütün bunlar… Belki kedimin hiç oyun oynamamasına gıcık kaptığım ve onu zorla oynatmak istediğim için… Belki eşimin saçını beğenmediğimi söyleyip rengini değiştirmesini istediğim için… Belki akışına bırakmayıp her şeyi değiştirmeye çalıştığım için gelen bir cezaydı… Kutsal kitaplar, kurallara uymayan, onları değiştirmeye çalışan kavimlerin helak hikayeleriyle dolu. Hiç mi ibret almadın?

Büyüttükçe büyütüyorum yaşadıklarımızı ve bütün günahlarımı gözden geçiriyorum. Sonra bir an duruyorum. Bizimki de dert mi? Sağlıklıyız bak, zorda olsak da sağlıklıyız. Karnımız tok. İşte yine başladım.

Bacağı olmayan o sağlıksız adam seni mutlu etmek için yaratılmadı Talha. Sen şükret diye değil. Ahlaksızlık yapma. Şükür edeceksen de sadece hayatta olduğun için şükret. Ölüler senin onlara bakıp bakıp şükrettiğini anlayamaz. Gücenmezler.

Düşüncelerim kontrolden çıkıyor, ışıklar halen gözümü kamaştırıyor. Bir kalas çarpıyor ön tampona frenler tutmuyor. Aracın tekerlekleri yerden kesilmiş. Suda yüzerken tekerleklerin kilitlenmesinin çok manası olmuyor sanırım.

Kontrol benden çıkmıştı ve sürükleniyorduk. İnsan ne zaman düşüncelere dalsa hayatı kontrolden çıkmaz mı zaten? İçimdeki Selimciğim artık susar mısın lütfen! Sen hayatı ne sanıyorsun!

Akıntı nereye gitmemizi isterse oraya gidecektik. Çarpmamız gerekiyorsa da çarpacaktık. Sel, zorla da olsa kabullenmeyi öğretiyordu. Akıp gitmeyi… Aslında hiçbir şeyin kontrolümüzde olmadığını…

Ne kadar hesaplayıp önlem de alsan öğrenmen gerekiyorsa öğretiyordu hayat. Bırak. Kabul et. Değiştirmeye çalışma.

Değiştirmeye çalışmadık. Akışına bıraktık. Saatler geçti, gün doğarken ölmemiş olduğumuzu farkettik.

Sabaha karşı da olsa kafamızı yastığa koyup uyuyabildik. Berbat kişisel gelişim kitaplarında gülüp geçtiğimiz şeyleri yaşayarak öğrenmiştik.

Road tripleri bu yüzden seviyoruz. Biz, ancak, hareket halindeyken düşünebiliyoruz. Telefonla konuşurken ikimiz de evin içinde deli dana gibi dolaşırız, konuşamayız otururken. Bazı ırkdaşlarımızın aklı sıçarken gelse de bizimki kaçarken geliyor. Yolculuklar da bu kaçışların en güzeli…

Bu arada, Selimciğim Işık, senin kaçışın çok yersiz ve sert oldu. Bu kadar uzağa gitmene gerek var mıydı?

--

--

Talha Ocakçı
Mühendis kafası

Yazılarımda bazı şeyleri yanlış anlatıyor olabilirim. Kesin yanlış anlatıyorumdur.