Pamuk Prenses’in Gerçek Hikâyesi 1. Bölüm

Pamuk Prenses ’in Gerçek Hikayesini Benden Dinlemeye Ne Dersiniz?

Cankut Değerli
Yazı Rehberi
15 min readMay 17, 2023

--

Photo by Brian McGowan on Unsplash

Hepiniz klasik Pamuk Prenses masalını bilirsiniz. Kralın karısı ölür, yerine gelen kötü kraliçe, Pamuk Prenses’in kendisinden daha güzel olduğunu duyunca küplere biner onu öldürtmeye çalışır vs…

Kuşaktan kuşağa anlatılan bu masal aslında bir tuzak, bir yalan. Hayır, mesele kötü kraliçenin iyi olması falan değil. Mesele, o iki kadından birinin asla var olmamış olması. En azından bizim düşündüğümüz şekilde.

Eh, size bunun kötü kraliçe olduğunu söylemek isterdim ancak hayır, maalesef o tamamen gerçekti ve sapına kadar gaddar bir kadındı ve Pamuk Prenses, yani ben, onun insanlara verdiği sahte bir umuttu fakat kendi yalanının bir gün dönüp de yüzüne çarpacağını tahmin edemeyen de kendisiydi.

Uzun yıllar geçti ve artık gençliğim, hayatım bitmek üzere. Masalım mutlu sonla bitiyor olsa da birileri gerçeği öğrenmeli.

Sanılanın aksine bir kralın kızı değilim, on yaşıma kadar sokaklarda büyüdüm. İşin ironik tarafı ,ise beni himayesi altına alan kişi kraliçe olması. Evet, beni öldürmeye çalışan hani.

Eh, sihirli aynası gerçekti ve kraliçe ona her sabah o bilindiik soruyu sorardı.

“Ayna ayna, söyle bana, var mı benden daha güzeli bu dünyada?”

Bunu nereden mi biliyorum? Çünkü onun kişisel hizmetkarıydım. Her sabah onu uyandırır, kahvaltısını götürür, saçlarını fırçalar, kıyafetlerini getirir, verdiği her emri uygulardım.

Her neyse.

Ayna da ona “Dünya üzerindeki en güzel kadın sizsiniz, kraliçem.” derdi.

O zamanlar bilmediğim şey ise kraliçenin aslında uzaklardan gelmiş çok güçlü bir cadı olduğuydu. Ayna, kraliçenin güzelliğini söylemesi için büyülenmişti.

Fakat bir sabah bu büyü, kraliçenin istediği gibi çalışmamaya başladı.

Kraliçe o bilindik soruyu sordu ve yüzünde hoşnut bir gülümsemeyle aynanın cevabını bekledi.

Fakat aynadaki yansıma değişip bir başka yüz gösterirken cevap “Hayır.” oldu.

Sanılanın aksine gösterdiği ilk yüz Pamuk Prenses’in yüzü değildi. Başka bir kadına aitti yüz.

Kraliçe o kadar şaşırdı ki bir süre ne yapacağını bilemedi. Sonra soruyu tekrar sordu ve ayna bu sefer ona istediği cevabı verdi.

Bir süre bu tip bir sapma görülmedi, her sabah aynı nakarat sürüp gitti. Fakat kraliçenin büyüsü üzerindeki kontrol yavaş yavaş zayıfladı ve ayna kraliçenin sihrini yönlendirecek kadar güç soğurabildi.

İlk gün olan şey aylar sonra tekrar oldu. Ertesi sabah tekrar. Sonraki sabah da.

İki haftanın sonunda kraliçe askerlerini topladı ve onlara aynada gördüğü güzel kadınların portrelerini verdi, bazıları daha bebekti. Askerlere bu kadınları bulup öldürme emrini verdi. Görevi kabul etmeyenler ya yakıldı ya da idam edildi.

Fakat köy ve kasaba katliamlarının yanında itiraz eden askerlerin sayısının esamesi okunmazdı.

Yıllar sonra bir gün aynanın kurbanı bendim. Kraliçe aynasında kapkara saçlı ve bembeyaz tenli hizmetkarını görünce önce arkasında durduğum için beni azarladı.

“Çekil şuradan bakayım!”

Dediğini yaptım ancak görüntü de benimle beraber hareket etti. Kraliçenin gözleri fal taşı gibi açılırken elbisesinin içinden bir hançer çıkardı.

Yıllarca ona hizmet etmiştim ancak ben özünde bir sokak çocuğuydum. Tehlikenin olduğu yerden kaçmayı iyi bilirdim. Hiç durmadım, odadan çıktığım gibi koşmaya başladım. Bu sarayın pek çok gizli geçidini biliyordum, içlerinden birine dalıp yakınlardaki büyük ormana çıktım.

Takip edilip edilmediğimi bilmiyordum ancak kraliçe er ya da geç peşime birilerini takacaktı, bundan emindim.

Eh, cüceler kısmını biliyorsunuz. Fakat ufak bir ekleme, onlar kendi krallıkları adına çalışan madencilerdi, evleri de bir kulübe değil dağlardaki bir mağaraydı.

Yani anlayacağınız ormanı bile geçip dağlara gitmiştim ve cüce halkı beni sığınmacı almayı kabul etmişti. Yedi Cüceler -bu krallıklarının adıydı- oldukça disiplinli bir halktı. Becerikli birer madenci, taş işçisi ve savaşçıydı hepsi.

Fakat bizim cadı kraliçe elbette cücelerin de kapısına dayandı bir gün. Büyüye asla inançları olmayan cüceler yiğitçe savaşmış olsalar da pek çoğu yenik düştü, kaçabilenler güneydeki akrabalarına sığınmak zorunda kaldı.

Kendimi yine uçsuz bucaksız ormanda bulduğumda kaybettiğim dostlarım için yas tutuyordum. Onlar bana kapılarını açmıştı ancak ben onlara ölümü getirmiştim. Kraliçeye, cadıya ya da artık adı her neyse, ona karşı koymak istiyordum fakat hiçbir zaman gerçek bir eğitim alamamıştım. On yaşına kadar sokaklardaydım, küçük hançerler kullanabilir, gerekirse yankesicilik yapabilirdim ama askerlere ya da katillere karşı yetkin bir biçimde kendimi savunacak beceriye sahip değildim; cücelerin yanında geçirdiğim kısa zamanda becerilerimi güçlendirmek için çabalamış olsam da henüz hazır değildim.

Ben ormanda kendime sığınacak bir yer ararken kraliçe de bu esnada hakkımda söylentiler yaymaya başlamış sonradan öğrendiğime göre. Güya ben ölen kralın kızıymışım ve çocuk yaşta tahtı ondan gasp etmeye çalışıyormuşum. İşin ilginç tarafı eski kral ve kraliçenin gerçekten de bir kızları olduğu söylentisi vardı. Kıza ne olduğunu kimse bilmiyordu. Bazıları öldüğünü, bazılarıysa kaçtığını söylüyordu.

Kızın gerçek olup olmaması önemli değildi çünkü kraliçe, Pamuk Prenses söylentisini güçlendirecek bir kıza zaten sahipti.

Photo by Content Pixie on Unsplash

Kısa süre içerisinde ormanda avcılar ve askerler kol gezmeye başladı, sürekli onlardan kaçmam ve gizlenmem gerekiyordu. Gizlenmek zor değilse de bu oyunu sonsuza kadar sürdüremeyeceğimin de farkındaydım, bir plan yapmalıydım.

Fakat bir gün askerlerden biri tarafından keşfedildim. Benim eski kraliyet ailesinin kızı olduğuma inanmıştı. Gerçeğin bu olmadığını söyledim ona. Bana inanıp inanmadığını bilmiyorum ancak ne olursa olsun canımı bağışladı.

Asker canımı bağışlamakla kalmadı, hayatta kalmam için bana yardımcı da oldu. Birlikte geçirdiğimiz süre boyunca silah kullanma konusunda becerilerim üzerinde çalıştık.

Orman fazla büyüktü ve kraliçe her karışın özenle aranmasını istiyordu, tabii kendisi sarayından kalkıp gelecek değildi ancak askerin bana anlattığı kadarıyla orduda bir huzursuzluk baş göstermişti ve askerlerin sadakatleri bölünmüştü. Bazıları gerçekten prensessem tahtı almam gerektiğini savunuyor, diğerleriyse kraliçenin emri yerine getirildiğinde alacakları ödülleri düşünüyormuş. Çıkan anlaşmazlıklar aramaları yavaşlatıyor, askerlerin verimini düşürüyordu; öyle ki bazı kılıç şakırtılarını biz bile duyabiliyorduk.

Bir gün askerler saray tarafından geri çağrıldı. Adı William olan ve beni kurtaran asker de orduyla birlikte geri döndü, birlikte avladığımız geyiklerden birinin kalbini de yanına almıştı, kraliçeye bunun benim kalbim olduğunu söyleyecekti.

Günün birinde ormanın kıyılarında avlanırken elinde meyve sepeti tutan yaşlı bir kadına denk geldim. Mis gibi kırmızı elmalar parlak güneşin altında parıldıyordu.

Uzun bir süre boyunca sadece av eti ve bitki kökleri yemiştim ve elmaları görünce ağzım sulanmıştı.

Kadın güldü.

“Ah sevgili kızım, pek aç görünüyorsun. Bir tane almaz mısın?”

Eh sokaklarda büyümüş bir kız olarak şunu iyi biliyordum. Kimse kimseye sırf aç göründüğü için yardım etmezdi, en azından çoğu insan bunu yapmazdı. Kraliçenin beni hizmetkarı olarak almasındaki niyet bile kendinden zayıf birini kullanabilmektf akat şu elmalar yok muydu… O tatlı rayihaları esen hafif rüzgârla burnumu dolduruyor, beni kendilerine çekiyorlardı. Bir tane alsam ne olacaktı ki? Günlerdir, hatta belki aylardır böyle leziz bir şey yememiştim, yaşlı bir kadın bunu bana kendi isteğiyle veriyordu. Neden kaçıracaktım ki?

Daha ne yaptığımı bilemeden yaşlı kadına bir iki adım yaklaştım, avucum açık bir şekilde öne uzanmıştı. Zihnimin ufak bir kısmı tehlike alarmlarıyla çınlıyorsa da şu an o elmalardan bir tane tatmak dışında bir şey istemiyordum. Kadın uzattığım avucuma bir elma yerleştirip gülümsedi. Bir an zafer dolu sinsi bir gülüş gördüğümü düşünsem de kuşkusuz bu sadece hayal gücümün bir ürünüydü.

Elmadan hevesle bir ısırık aldım. Hayatımın en büyük hatasını yaptığımın o an farkında değildim. Bir an elmanın tatlı suyunun ağzımda dolaştığını, beni ferahlattığını hissettim. Ve sonra… Boşluk…

Beni bir prensin uyandırdığını duymuşsunuzdur. Sözde yedi cüceler günlerce başımda beklemiş, yoldan geçen bir prens güzelliğimi görmüş ve beni öpmüş. Eh bunları kim uyduruyor bilmiyorum ama gerçek değiller. Hayır, bir prens hiç olmadı, şu sözde mucizevi öpücük de öyle.

Uyandığımda karanlıktı, burnuma rutubet kokusu geliyordu. Hareket etmeye çalıştığımda vücudumdaki zorlanmayı hissettim önce. Başım hâlâ dönüyordu, gözlerimi henüz açamıyordum. Zihnim öylesine bulanıktı ki bir süre ne olduğunu anlamakta zorlandım. Burası neresiydi? Neden buradaydım?

En son ormanda avlandığımı hatırlıyordum, bir… Bir tavşan veya geyiğin peşindeydim… Sonra…

“Ah sevgili kızım, pek aç görünüyorsun. Bir tane almaz mısın?”

Kolunda elma sepeti taşıyan yaşlı kadın… Elmaların tatlı kokusu…

Parçaları toparlasam da bir bütün oluşturamıyordum, önemli bir bağlantıyı fena halde kaçırıyormuşum gibi hissediyordum ve başımın dönmesi duruma hiç de katkı sağlamıyordu. Zihnimdeki sis perdesi hâlâ kalkmamıştı; yavaş yavaş açıldığımı hissetsem de düşüncelerim olması gerektiği kadar hızlı akmıyordu sanki.

Birdenbire bir tangırtı duyup başımı zar zor o tarafa çevirdim. Önce ayak seslerini duydum, ardından ince bir ışık huzmesi kapalı göz kapaklarıma saldırdı.

“Uyan bakalım prenses!” dedi alaycı bir ses. “Majesteleri özel bir gösteri için seni bekliyor.”

Işık göz kapaklarıma saldırmaya devam etti ancak onları aralayacak mecalim yoktu. Yine de kendimi zorladım ve gözlerimi açtım.

Işık iki askerin taşıdığı meşalelerden geliyordu. Gözlerim aydınlığa alıştığında küçük bir zindan hücresinde olduğumu fark ettim. Yerde oturuyordum ve zincirlenmiştim. Sanki ışık tüm algılarımı harekete geçirmişti, bileklerimdeki acıyı hissediyordum, vücudumun zorlanışını öncesinden çok daha fazla duyumsuyordum.

Askerlerden biri arkama geçip zincirleri duvarlardaki tutamaklardan çıkardı ancak belli ki beni bu zincirlerden kurtarmak gibi bir niyeti yoktu.

Daha iri olan diğeri beni tutup ayağa kaldırdı.

“Hadi prenses, majesteleri bekletilmeyi sevmez!”

Az önce konuşan adamdı bu, sesinden tanımıştım onu.

Beni zindandan çıkardılar ancak bir ev köpeğiymişim gibi zincirlerimden tutuyorlardı, iki adam da bana temas etmek istemiyor gibiydi.

Mermer merdivenlerden yukarı katlara çıktık; kapılar, koridorlar geçtik. O kadar hızlı yürüyorduk ki durup da etrafıma bakamıyor, sarayın neresinde olduğumu bana gösterecek tanıdık bir ize bir türlü rastgelemiyordum. Askerlerin botları ve benim zincirlerim bir tür ölüm senfonisini andırıyordu, asla bitmeyecek uğursuz bir ritim oluşturuyorlardı birlikte.

En sonunda çift kanatlı kocaman bir kapının önüne geldik, burası taht odası olmalıydı. Hizmetkarlık yaptığım dönemde burayı hiç görmemiş ama şimdi burada büyük ihtimalle ölecek olmam koca bir ironi olmalıydı fakat elbette o an buna odaklanacak durumda değildim.

Kapılar büyük bir gümbürtüyle açıldı ve içeri adeta itildim. Askerler beni sürükleye sürükleye görkemli tahtın önüne kadar getirip diz çöktürdüler.

“Bakın kimler gelmiş.” dedi tanıdık bir ses. Sonra o yaşlı kadın konuştu.

“Bir elma daha almaz mısın tatlım? Aç görünüyorsun.”

Gerçek o an yüzüme bir tokat gibi çarptı. Elma sepetli kadın ormanda gezen yaşlı bir kadın değildi, o… O benim efendimdi… Ya da bu durumda eski efendim.

Başımı kaldırıp güzel yüzüne baktım, genç ve hayat doluydu, yaşlı bir kadının sesini kusursuzca taklit etmesine rağmen kesinlikle gençti.

“Gerçekten tebrik ederim.” dedi, bir yandan da gözlerime bakmak için hafifçe öne eğilmişti. Cümleleri çocuğuyla gurur duyan bir annenin mutluluğunu yansıtıyordu.

“Gerçekten tebrik ederim!” edi tekrar, bu sefer daha da sevinçliydi.

“Hayatımda hiç bu kadar eğlenmemiştim biliyor musun? Kimseyi bu kadar uzun süre takip etmem gerekmemişti.” Tahtında biraz daha eğilip parmağıyla çenemi kaldırdı.

“Hiç kimse…” diye cümlesine başlarken sesindeki mutluluk yerini acı bir zehre bırakmıştı. “… beni senin kadar uğraştırmamıştı.”

“Değişiklik iyi gelmiştir.” dedim. Sesim olmasını istediğimden daha kısık bir şekilde çıkmıştı ağzımdan ama bu karşımdaki kadını sinir etmeye yetmişti. Bir saniye sonra yanağımda bir acı patladı. Sonra hissettiğim ilk şey yüzümün soğuk taşa değmesi oldu.

“Bak sen şuna! Prensesimiz dillenmiş!”

Ayağa kalktı, tahtının basamaklarından inerken adımlarının sesi duvarlarda ürkütücü yankılar oluşturuyordu.

“Gerçi neden şaşırıyorum ki? Majesteleri tahtın varisi beni bir geyik kalbiyle kandırmaya çalıştı! Mahkumu getirin!”

Kapılar tekrar açıldı ve içeri William getirildi. Zincirlenmiş ve dövülmüştü, sol gözü şişip kapanmış, üst dudağı patlamıştı. Kollarından biri yanından işlevsizce sarkıyordu ve sanki yürümüyor, sürükleniyor gibiydi.

Koca bir çuval gibi yanıma fırlatıldığında dönüp de ona bakamadım bile. Gözlerim yanıyordu, olan her şeyin suçlusu benmişim gibi geliyordu.

William bana dönüp bir şeyler mırıldandı ancak sözleri anlaşılmıyordu, çenesi kırılmıştı.

Kraliçe gelip tam da önümüzde durdu. Ayakkabıları ikimizi de ezebilecek devler gibi görünüyordu.

“Üzgünüm Sör William ve majesteleri prenses. Asla benden bir adım önde olamazsınız. Kraliçe benim değil mi?”

Sonra yavaş adımlarla koca odanın -salon demek çok daha doğru olurdu- diğer tarafına ilerleyip elinde altın bir tabakla geri döndü.

“Anlamadığınız şey ne biliyor musunuz? Kan ayinlerinde insan ve hayvan kalplerinin farklı tepkiler vermesi. Gerçi siz irfandan yoksun aptallar ne bileceksiniz ki?”

Tabağın tam ortasında duran kalbi eline alan kraliçe bunu sör William’ın ağzına yerleştirdi. Sonra keyifle bana döndü.

“Bunun yarısını sana vermeyi düşünüyordum aslında küçüğüm. Ama sonra seninle daha… eğlenceli ve üretken şeyler yapabileceğimizi düşündüm.”

Bir el hareketiyle askerler yanımıza geldi ve kollarımızdan tutup ikimizi de kaldırdılar. Nereye götürüleceğimizi bilmeden yürümeye başladık, William az önce olduğu gibi yürümekten çok sürükleniyordu.

Sonra olanlar yıllardır kabuslarıma giriyor, asla aklımdan çıkmıyor.

Geniş iç avluya getirildiğimiz o anı asla unutamayacağım, açık gökyüzünün yenik düşmüş ancak cesur William’ın kaderiyle alay eder gibi gülümsemesini…

Avlunun bir tarafına kocaman bir odun yığını istiflenmişti, ateşe verilmeyi bekliyordu.

Askerler beni kraliçenin ayaklarının dibine atıp William’ı o yığına sürüklemeye başladığında olacakları anlamıştım. Boğazımdan yükselen feryada engel olamadım.

Askerler zavallı William’ı odun yığınının üzerine fırlatırlarken çaresizce izlemekten başka bir şey yapamıyordum. İçlerinden biri, kraliçenin başparmağını aşağı çevirmesiyle beraber William’ın ve odunların üzerine yağ döküp ateşe verdi.

Zincirlerimden çekildiğimi hissettim, yerde sürüklenerek, taşlara takılarak ileri itildim.

“Bak ona.” dedi Kraliçe yüzümü o tarafa çevirerek. “İzle onu majesteleri. Onun acısının sebebi sensin. Yerinde olsam ölmeyi tercih ederdim.”

Son cümleyi sanki koltukta arkasına yaslanırmışçasına söylemişti.

Çaresizlik içinde benim için hayatını veren bu cesur adamın yanışını izledim. Çok geçmeden William çığlık atmaya başladı, benimse gözlerimden sıcacık yaşlar yanaklarıma süzüldü. Görüşümü engelledikleri için minnettardım ancak hâlâ bakmaya zorlanıyordum; boynuma soğuk bir çelik dayanmıştı. Başımı çevirdiğim an boğazımı kesmeye hazırdı.

Ne kadar sürdü bilmiyorum fakat William acılar çekerken hıçkıra hıçkıra ağladım. Bunun neden bana izletildiğini biliyordum, neden buraya getirildiğimin o an bile farkındaydım.

Hiç ümit yoktu. William’ın külleri rüzgarda savrulurken sadece bunu düşünüyordum. Hiç ümit yoktu ve burada ölecektim.

Kendimi tekrar o rutubetli hücrede bulduğumda her şey çok… pusluydu. İç avludan zindana götürülüşümü hatırlamıyordum bile. Kraliçe bir şeyler söylemişti ancak ona dikkat edemeyecek kadar dağılmıştım.

William ölmüştü. Aslında ölmekten beter olmuştu. Bir insanın karşılaşabileceği en kötü sonlardan biriyle bu hayata veda etmişti. O bunu hak etmemişti, biz bunu hak etmemiştik.

Bir yandan onun için yas tutuyordum ancak suçluluğun içimde yükselmesine de engel olamıyordum. Zihnimdeki bir ses durmadan bana tüm bunların benim suçum olduğunu fısıldıyordu. Belki de o gün William’a beni öldürmesi için ısrar etmeliydim, belki de kendimi zorla saraya getirtmeliydim. Ne de olsa sonuç asla değişmeyecekti, her şartta kraliçenin ellerinde öleceğim açıktı. Daha bu ülkenin gerçek hükümdarları bu cadının elinden kurtulamamışken benim gibi önemsiz bir sokak kızının nasıl bir kurtulma ümidi olabilirdi ki? Bir prenses olduğum hikayesi bile beni kurtaramazdı çünkü zaten o da eski efendim tarafından beni çaresiz bırakmak için uydurulmuştu.

Gözlerimde hâlâ yaşlar süzülürken soğuk mermerin üzerinde oturdum. Boş ve nemli duvarlara ifadesizce bakarken bir mucizenin olmasını bekliyordum. Belki de sizin şu prens o an çıkagelebilirdi, belki gerçek bir katkı sağlardı. Hiçbir prensin bir sokak kızını eşi olarak almayacağı gerçeğini bir tarafa bırakırsak şunu söylemeliyim, bir mucize gerçekleşmedi, kapıdan içeri kimse girmedi. Sadece ben ve düşüncelerim vardık.

Orada ne kadar kaldığımı bilmiyorum ancak uzun bir süre kimse gelmedi. Ara sıra dışarıdan gelen sesler duyuyordum ama ne olduklarını anlamlandırmak benim için zordu, her şey çok uzak ve dağınıktı.

Uzun bir süre sonra kapı açıldığında içeri getirilen tek şey biraz yemekti. Canım hiç istemiyor olsa da acıkmıştım ve istemeyerek bile olsa bir kısmını yedim. Eh yediğim en kötü öğün sayılmazdı. Ağzımda kağıda benzer bir his bırakan lokmayı yutarken elimde tuttuğum çatala baktım. Gerçekten bir tutsağa çatal verecek kadar dikkatsizler miydi? Eh bunu bir tür silah olarak kullanabileceğimi asla düşünememiş olmalıydılar. Belki de muhafızların aptal oluşuna şükretmeliydim.

Fakat sonra aklıma gelen başka bir düşünceyle donakaldım. Kraliçe akıl oyunlarını severdi. Elmalar, tuzaklar, yangınlar… Bu çatalın bile bir tuzak olma ihtimali vardı. Belki de benim kendimi özgür hissetmemi istiyordu. Kaçmak için bir yol bulabileceğime dair umutlarımı güçlendirmeyi amaçlıyordu belki, son darbesini en güçlü şekilde vurabilmek için oynuyordu benimle. Söz konusu kraliçeyken hiçbir şey imkansız gelmiyordu artık bana.

Yine de eğer bu bir oyunsa kendimi oyuna dahil etmenin bir yolunu bulacaktım, cadının piyonlarından biri olmayacaktım.

Yemeği bitirmek için kendimi zorlamam gerekti ancak bu sırada düşünmek için biraz fırsatım oldu.

İlk etapta biraz ağırdan almaya karar verdim. Durumu gözlemlemeli, planlarımı buna göre kurmalıydım. Eğer bu kapının her açılması kraliçe tarafından planlanmış bir gösteri olacaksa bu durum beni epey zorlardı ancak muhafızların aptallıkları sözkonusuysa süreci biraz gözlemledikten sonra harekete geçebilirdim.

Böylece vaktimi izleyerek ve dinleyerek geçirmeye başladım. Kapılar yeteri kadar kalın değildi dolayısıyla muhafızlar hücremin yanından geçerlerken konuşmalarını duyabiliyordum, tabii eğer konuşuyorlarsa. Bazıları mahkumların yanında konuşmayacak kadar dikkatliydi fakat diğerleri o kadar akıllı değildi.

“Şu zindan devriyelerinden bıktım be!” dedi bir tanesi bir seferinde. “Burada kaç mahkum var? Her gün daha fazlası geliyor! Hepsine bebek bakıcılığı mı yapacağız?”

“Kapa çeneni Percival!” dedi başka bir ses çileden çıkmışçasına. “İdam edilmemizi falan mı istiyorsun?”

Percival denen adamın ne cevap verdiğini duyamadım çünkü hızla uzaklaştılar, sesleri de koridorda kaybolup gitti. Elbette koca saray zindanındaki tek mahkum ben olamazdım ancak daha fazlası geliyor da ne demekti? Dışarıda bir şeyler dönüyor olmalıydı.

Kısa süre sonra şüphelerim doğrulandı. Percival denen asker durumdan şikayet eden tek kişi değildi. Daha önceleri tek tük duyduğum çığlık ve çarpma sesleri artarken muhafızlar gün be gün daha da aksileşiyor, huysuzlaşıyordu. Üstelik kapının önünden geçen muhafızlar, belki de durumdan bıkmışlığın getirdiği bir dikkatsizlikle, daha çok konuşur olmuşlardı, sayelerinde durumu öğrenip parçaları birleştirmeyi başarmıştım bir süre sonra.

Anladığım kadarıyla yakalandığım sırada kraliçe hikayesine Pamuk Prensesin yakalandığı haberini eklemişti. Prensesin yakalanıp saraya getirilmesi kurtuluş umudunu nedense daha güçlü kılmıştı. Eğer ortada yakalanan bir prenses varsa kurtulma imkanı da olabilirdi.

Söylentiler insanların arasında yayılmış, yayıldıkça gerçekle alakası olmayan şeyler eklenmişti. İşler öyle bir hale gelmişti ki insanlar artık gerçekten onların kayıp prensesi olduğuma inanmaya başlamışlardı. Hakkım olan tahtı almak için gönüllülerden oluşan bir halk ordusu bile kurulmaya başlanmıştı, tutuklamalar bu yüzdendi.

Kraliçenin neyi beklediğini az çok tahmin edebiliyordum. Hayır, Elime tutuşturmaya çalıştığı şey bir yemek çatalı değildi, ülkenin kendisiydi. Onu biraz tanıyorsam son ana kadar bekleyecek ve her şeyi kazandığımızı düşündüğümüz an darbesini indirecekti…

Bir dakika kazandığımız an mı? Şaşkınlık içerisinde düşüncelerimi toparlamaya çalıştım. Ne zaman kendimi bu oyuna böylesine kaptırmıştım? Bırakın prenses olmayı, soylu adetleri hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Bir taht istemiyordum, ülke yönetmekten anlamazdım. Fakat bir önemi var mıydı? Şu an önemli olan bu oyunun içine düşmüş olmamdı ve bana biçilen rolü oynamaktan başka çarem yoktu. Ancak bu benden bekleneni yapmam gerektiği anlamına gelmiyordu. Eğer kuralları değiştirmemin bir yolu varsa bunu yapmak için elimden geleni ardıma koymayacaktım. Kraliçe tüm iplerin kendisinde olduğunu sanadursun, ben hikayeyi baştan yazacaktım.

Tutsaklığım uzun süre hiçbir şey olmadan devam etti. Yemekler geldi, muhafızlar konuştu ve anlamsız rüyalarla dolu uykularımın arasında kendi kendime planlar kurdum. Bu yalnızlık bir süre sonra bana kafayı yedirtecek bir hal almaya başlamıştı.

Hayır, sorun sadece yalnız kalmak değildi, tutsak edilmekti. Sokaklarda geçen hayatım boyunca yalnızlığa alışmıştım, oradan oraya koşarken fazla arkadaşınız olmuyordu ne yazık ki. Ancak karşı koyamayacağım -veya henüz karşı koymaya hazır olmadığım- bir güç tarafından alıkonmanın can acıtıcı başka bir tarafı vardı, çaresizliği iliklerime kadar hissediyordum. Ne kadar plan kurarsam kurayım, neler tasarlarsam tasarlayayım sonuçta şu anda bu hücrede hapistim ve planlarımı eyleme geçirecek durumda değildim. Ve doğrusunu isterseniz beni eyleme geçirecek şeyin ne olduğunu da bilmiyordum.

Kafamı kurcalayan bir başka şeyse kraliçeydi. Zaman mevhumumu yitirmiştim evet, ancak tutsak alındığım ve William’ın… Öldüğü günde olmadığımızı tahmin ediyordum, William’ın ölümü kalbimde kocaman bir yara gibiydi adeta, son anları gözümün önünden bir türlü gitmiyordu.

Her neyse. Tahminime göre en azından birkaç gün geçmiş olmalıydı. Yoksa bir hafta mı? Bunu kesin olarak bilmek gibi bir imkanım yoktu ancak bir şeyi biliyordum, Kraliçe beni asla çağırmamıştı. Ziyaretime de gelmemişti, özlediğimden değil ya! Bu da düşüncelerimi güçlendiriyordu. Cadı kraliçemiz başka hesapların peşindeydi, kendini eğlendirecek yeni oyuncaklar buluyordu belki de.

Bot ve metal seslerini ne zaman duymaya başladığımı bilmiyorum. Sanırım uyuyordum ve bu sesler beni uyandırdı. Önceleri uzaktan gelen anlamsız tıkırtılara benziyorlardı fakat giderek yaklaştılar. Arada sırada metal tangırtıları duyulsa da genelde dayanıklı ayakkabıların taş zeminde çıkardığı sesler ön plandaydı, bir de birtakım konuşmalar.

“…Dur diyorum sana yahu, yerimizi belli edeceksin!”

“Dedenin sakalı aşkına Torek! Zindandayız efendim zindanda! Kim duyacakmış bizi?”

“Aman yahu Orik, ne çekilmez adamsın be!”

Torek ve Orik mi, cüceler mi? Sesleri biraz uzaktan geliyor da olsa tanımıştım onları, bunlar bana Yedi Cüceler krallığında yoldaşlık eden dostlarımdı! Cüce mağaralarından kaçmama yardımcı olmuşlardı ve onları son gördüğümde Orik’in kafasına bir balta inmek üzereydi. Bir şekilde ikisinin de öldüğünü sanmıştım. Kalbim hayatta kalmayı başarmış dostlarım için mutlulukla çarparken parmaklıklı zindan kapısına biraz olsun yaklaştım.

Peki ama burayı nereden biliyorlardı? Beni kurtarmaya mı gelmişlerdi veya benim burada olduğumdan haberleri var mıydı?

“Nerde bulacağız onu sen ona bak.” Orik’in gür sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım, sorum da böylece cevaplanmış oldu. Bir süre hiç ses duyulmadı, iki ağır botun tıkırtıları dışında her yer fazla sessizdi. Garip bir şekilde çığlık seslerini dahi duymuyordum.

Hevesli bir şekilde zindan kapısına biraz daha yaklaştım, hücremin önünden geçecek olurlarsa kendimi göstermeye hazırdım.

Kısa bir süre sadece bot tıkırtıları duyuldu fakat sonra zayıf bir meşale ışığı gözüme çarptı. Benden tarafa doğru geliyordu.

Sessiz olmaya özen göstererek kapıya biraz daha yaklaştım, artık başımı kaldırdığımda net görünecek kadar ışık menziline girmiş olacaktım.

Işık ve bot tıkırtıları yavaş yavaş bana doğru yaklaşırken dikkat kesildim. Zihnimdeki ufak bir ses bunun acaba cüceler değil de bir muhafız olup olmadığını merak ediyor, tedbir almamı fısıldıyordu.

Yere iyice sindim, görebildiğim kadarıyla ışığı izledim, duyabildiğim kadar sesleri dinledim.

Botlar kapımın önünde durduğunda bulunduğum yerde başımı kaldırıp o tarafa baktım.

Gelenler gerçekten de cüce dostlarımdı. İçime yepyeni bir ümit doğmuştu, artık hem özgürlüğüm için hem de kraliçeyi yenmek için bir umudum vardı.

“Hey prenses!” dedi Orik neşeli bir sesle.

“Merhaba Orik.” dedim yüzümdeki gülümsemeye engel olamadan. Artık kaderin bir cilvesi midir bilinmez, Orik her zaman gerçek bir prenses olmam gerektiğini düşünürdü. Bazen sırf beni sinir etmek için bana prenses deyip dururdu. Normal şartlarda sinir olmam gerekirdi, hatta kraliçe yüzünden belki de kriz geçirecek durumda olurdum ancak bunu dostumdan duymak bana iyi gelmişti.

“Hey biraz acele ediverin.”

Yüzü karanlık tarafından gizlense de Torek’in daha ciddi sesini tanımıştım, ikisi arasında daha vazifeşinas olan kardeşti Torek.

“Tamam, ver şunu bakayım.”

Metal bir şıkırtı sesi duydum, sanki bir şeyler el değiştiriyordu. Bir an sonra çok sayıda ufak anahtardan oluşan bir halka zayıf meşale ışığında parıldadı.

“Tanrı aşkına muhafızları mı bayılttınız?” diye sormadan edemedim şaşkınca.

Orik sırıttı.

“Biraz dinlenmenin onlara iyi geleceğini düşündük.”

Sırıtışına karşılık vermeden edemedim, Orik buradayken mutlu olmak çok daha kolaydı ve bu durumdan memnundum. William’ın ölümü yüreğimi sızlatırken öylece oturup beklemekten fazlasını yapamamak canımı sıkıyordu. Oysa şimdi bir şansım vardı ve bunu kullanmaya her an daha hazır hâle geliyordum.

Orik anahtar destesini hızlı hızlı karıştırdı, parmakları bir demirci olmanın verdiği tecrübe ve hassasiyetle çalışıyordu.

“Senin bu kraliçe de amma masraflı çıktı ha prenses! Bütün anahtarlar farklı farklı neredeyse.”

“Demirci Orik için imkansız yoktur diye biliyordum.” dedim gülümseyerek.

“Ah kesinlikle!” Yüzünde zafer dolu bir ifadeyle uygun anahtarı kilide sokan tecrübeli cüce zindanımın kapısını yavaşça açtı. Eskimiş kapı gıcırtı çıkarır mı diye endişelensem de sanki kapı Orik’in sözünü dinlermişçesine sessizce açıldı.

Önümde ardına kadar açık duran kapıya bakarken ne düşüneceğimi bilemiyordum. Sanki yıllarca burada hapis kalmıştım ve şimdi gerçekten özgürlüğüme kavuşuyordum. Ne yapmalıydım? Nereye gitmeliydim?

Kalbim göğüs kafesinde hızlı hızlı atarken zihnimde onlarca düşünce uçuşuyordu. Kraliçenin taht odasını basabilirdim, ormana kaçabilirdim, sokaklara dönebilirdim veya… Veya ne? O kadar çok ihtimal vardı ki zihnim birinden öbürüne hızla atlıyordu, kendi düşüncelerimi takip etmekte zorlanıyordum.

Orik’in beklenti dolu yüz ifadesini görünce kendime geldim, başımı iki yana sallayarak sakinleşmeye çalıştım.

Olanların gerçekliğine hâlâ inanamaz bir halde çekingen adımlarla zindan kapısından çıktım, ayağımdaki ince ayakkabılardan mermerin soğuğunu hissedebiliyordum.

Orik, boş hücrenin kapısını açtığı hassasiyetle kapattı, normalde gürültüyle kapanan kapı bu sefer uysal uysal yerine oturuverdi.

“Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordum fısıltıyla. Başka birileri var mı diye etrafıma bakındım ama karanlıkta kimseyi göremiyordum.

“Beni krallığa geri mi götüreceksiniz?”

“Dışarıda koca bir ordu bekliyor.” dedi Torek. “Şu cadı bizim de sinirlerimizi epey bozdu. Seninle ilgili haberler de hızla yayılınca bir şeyler yapalım dedik.”

“Sonra burada tutsaklar olduğunu öğrendik.” diye devam etti Orik. “Bazıları askermiş diyorlar. Üstelik yardım bulabileceğimiz tek yer de burası değil.”

Torek başıyla onayladı.

“Bir planımız var.”

Devam edecek..

Editör: KvotheTheBard

--

--