Sezgisel Bilgi ve Metafizik — 1. Parça
Ay doğmuyorsa yüzüne, güneş vurmuyorsa pencerene, kabahati ne güneşte ne de ayda ara! Gözlerindeki perdeyi arala! … Gönül aynası saf ve pak bir hale gelince sudan, topraktan hariç suretler görürsün. Nakşı da müşahede edersin, nakkaşı da… Gözün açıkken de tasalanırsan bil ki gönül gözünü yummuşsundur,onu aç! Bil ki sıkıntı gönlünün iki gözü de kapalı olduğundandır. …
Bu sözler hemen tahmin edebileceğiniz gibi Mevlana adıyla bilinen Celaleddin Rumi’ye aitti.
Neden gerçeğin peşinde oradan oraya koşturursun. Sukut içinde ol ve bak, göreceksin ki o zaten karşındaki dağda, kozalakta ve senin içinde.
Bu söz de sanki mesneviden alınmış gibi duruyor ama aslında düşünsel Taoizmin kurucusu olan Lao Tzu’ya ait.
Dur, dur. Konuşma. Mutlak gerçeklik düşünmemektir bile.
Buda’ya ait bir cümle.
Ve Hindu kutsal metinlerinde geçen, basit gibi görünen ama bir o kadar derin şu ifade bize tam olarak neyi anlatır?
Fiziksel dünyayı sustur, zihnini kontrol et, sonra özgür olacaksın.
Bhagavad Gita
Bilinen en eski inanç ve felsefelerden günümüze dek insanlar, fiziksel dünyayı susturup iç alemlerine dönerek hakikate ulaşmaya çalıştılar. Duyularımız ve bu duyulardan yola çıkarak ulaşmaya çalıştığımız varsayımlarımız, gerçeği duymamızı engelleyen birer gürültü olarak görüldüler. Bilincin susup da bilinçten bağımsızca bize doğan o içsel duyumsamaya, o anlaşılması ve açıklanması zor bilgi yumağına, sezgi ve sezgisel bilgi adları verildi.
Carl Jung da akıl ve akıl dışı diye ayırdığı fonksiyonları birbirine zıt fonksiyonlar olarak tanımlamıştı. Buna göre iki adet akıl ve iki adet akıl dışı fonksiyon vardı. Duyum ve sezgi iki akıl dışı fonksiyon olarak birbirlerinin zıttıydılar. Düşünce ve his de akıl fonksiyonları olarak birbirlerinin zıttıydı. Fonksiyonların nasıl çalıştığına dair daha sonra çok detaylı bir yazı daha paylaşacağım ama burada sezgiye dair özel bir durumdan bahsetmek istiyorum. Normalde ters fonksiyonlar bir diğerinin pasifleşmesi ile ve onu bastırarak aktifleşebilirken, sezgi ancak tüm fonksiyonlar susturulduğunda gerçekten aktifleşebiliyor. Bu durumda sezgi aktifleştiğinde, diğer fonksiyonları da bastırması gerekir. Halbuki sezgi ayırt edilmesi zor bir fonksiyon. Yani kişi bazen düşüncesini, bazen hislerini ve hatta bazen duyumsamasını sezgi ile karıştırabiliyor. Bu durumda sezginin yapısını gerçekten anlamadığı sürece, onu aktifleştirmesi çok zorlaşıyor. Üstelik karışık yapısı ve çok derinlerde gizlenmiş olması dolayısıyla da sıklıkla diğer fonksiyonlar tarafından kolayca pasifleştirilebilir.
Sezgi çoğunlukla metafizikle birlikte anılır ve sıklıkla paranormal deneyimlerin konusu olur. Carl Jung her ne kadar zaman zaman kendi metafizik anlayışı ya da paranormal deneyimlerinden bahsetse de, aktardığı tüm diğer kavramlarda olduğu gibi, sezgi fonksiyonunun tanımlamasında da bir bilim insanı olarak somut dünyada kalmaya ve açıklanabilir taraflarıyla bu fonksiyonu irdelemeye özen göstermiştir. Bu yüzden, tasavvufta ya da diğer derin düşünce sistemlerinde olduğu gibi sezgi sadece aniden ortaya çıkan ve gerçekliğinden şüphe edilmesi mümkün olmayan üstün bir bilme tarzı olarak açıklanmak yerine, bu fonksiyonu geçmişteki deneyimlerimiz ve belki en ileri seviyede atalarımızın geçmiş bilgileri üzerinden değerlendirmekle kalmaya çalışır.
Metafizik ve Sezgi
Her ne kadar sezgi fonksiyonundan bahsederken Carl Jung’un tanımlamalarıyla sınırlı kalmaya çalışacak olsak da, Jung’u bu anlamda gerçekten anlayabilmek için sezgi derken önce tam olarak neden bahsettiğimize bir bakmamız gerektiğini düşündüm. Bu yüzden sezgi kavramı ile ilgili tarihte önemli isimlerin bize hangi temel düşünceleri sunduğuna çok basit de olsa biraz değinelim istedim. En yüzeysel haliyle bile bu yazıyı dört ayrı parçaya bölmüş olmak zorunda kalsam da, tipolojide sezgi fonksiyonunu işlemeden önce bu dört parçayı yayınlamam gerektiğini fark ettim. Bu yüzden metafiziğin derin sularına henüz dalmasak da, şimdilik bir kaç adım olsun kıyıdan biraz içerilere doğru süzülelim isterseniz.
Felsefe tarihinin ilk metafizikçileri Parmenides ve Platon, sonraki yüzyıllarda metafiziğin en önemli konularından biri olarak görünecek olan ‘dünya ile gerçek dünya ayrımı’ nı ilk kez dile getiren düşünürlerdi. Platon’a göre sürekli değişen ve duyulur dünyanın geçici nesneleri vardı. Fakat bunun karşısında bir de değişmeyen, duyulara verilmeyen, ve düşünce yoluyla (biz bu tip düşünceyi sezgisel algılama olarak açıklamıştık) ulaşılabilir bir dünya vardı. Aristoteles bu fikri farklı bir biçimde yorumlamıştı. Ona göre madde her zaman kendi en üst biçimine doğru sürekli bir devinim içindeydi. Dolayısıyla Aristoteles için maddi dünya, organik değişim içindeki bir süreklilikti. Bir kaç yazı sonra ‘sürekli değişim’ konusuna bir de Bergson’da değineceğiz.
“İnsanın salt güzellikle karşı karşıya geldiği an yok mu, sevgili Sokrates! İşte yalnız o an için, insan hayatı yaşanmaya değer.”
Platon
Platon’a göre insan bildiği bir şeyi, bildiği için araştırmaz. Bilmediği bir şeyi ise neyi araştıracağını bilemeyeceği için araştıramaz. Öyleyse, insan ancak kısmen bildiği bir şeyi araştırabilir. Buna göre insan aslında yeni bir bilgi öğrenmez, sadece bildiği ama unuttuğu bilgiyi hatırlar.
Şimdi lise yıllarınızdaki felsefe derslerinizi biraz hatırlayın. Platon’a göre üç tür varlık bulunmaktaydı. İlk varlık türü idealar, ikincisi ideaların görünen dünyadaki kopyaları ve üçüncüsü ise bu kopyaların kopyalarıydı; resim, heykel, ayna veya sudaki yansımalar gibi..
Diğer taraftan dört tür bilme şeklimiz vardı; tahmin, inanç, çıkarsama ve saf akılsal bilgi, yani sezgi. İlk üç tür hakkında açıklama yapma gereği duymuyorum. Esas konumuz olan sezgi için Platon’un tanımlaması ise şuydu; sezgisel bilgi apaçık ilkelere dayanır, duyularla algılanmaz, varsayımsal değildir, nesnesini yalnızca doğrudan ve saf bir kavrayışla algılar.
Platon, diyalektik dediği bu yöntemle ulaştığı bilginin kesin olduğundan emin olmak istiyordu. Ona göre matematik dahi bu kesinliği vermiyordu, çünkü matematik koşulluydu. Bu koşulsuz ve kesinkes emin olduğumuz bilgiyi ancak sezgisel düşünce verebilirdi. Yunan dünyasında bu düşünme şekline theoria deniyordu, Descartes ise buna meditasyon adını vermişti. İslam dünyasında bu düşünme şekli tefekkür olarak anıldı.
Böylelikle Platon, felsefe tarihine şu büyük dilemmayı yerleştirmiş oldu: “Bir şeyi biliyorsam neden arayayım? Bilmiyorsam, bulduğumda onun aradığım şey olduğunu nereden bileceğim?”
Aristoteles
Aristoteles de bilgiyi dört çeşide ayırmıştı;
1- Duyulardan gelen bilme hali
2. Bunları bireysel olarak pratikleştirilebilmemiz için, hafızaya ihtiyaç duyduğumuz deneysel bilgi
3- Ve genele ilişkin bize pratik fayda sağlayan bilme türü olan, sanatsal bilgi .
4-En üstte ise bilimsel bilgi yer alıyordu. Burada Aristoteles daha sonraları farklı anlamda kullanılacak şekliyle, ispata dayalı bir bilme türünden bahsetmiyordu. O da Platon gibi kesin olan bir ilksel bilme türüne ihtiyaç duyuyordu. Bu tür bir bilgi aşkındı ve fiziksel dünya ile temellendirilebilir olmanın ötesindeydi. Her olup bitenin arkasındaki bu esas bilgiye, Aristoteles’e göre de ancak sezgi gücü ile ulaşılabilirdi.
Bu bilgi türü şeylerin nedenini tek tek açıklamakla kalmıyor, bunun yerine onların tamamı için ilkesel bir temel veriyordu. Bu yüzden bilge olmak nedenleri bilmek değil, bundan öte ilkeleri kavramakla ilgiliydi. Böyle bir bilme şekli duyusal olmaktan öte soyuttu. Üstelik nesneleri duyumsamak kadar karışık değildi ve basit bir yapısı vardı. Sezgi ile algılanan bilgi, en kesin bilgi idi. Biz burada bir nevi olan biteni duyumsamaktan ziyade, olan bitenin sistemini çözmüş olmaktan gelen bir algılama şeklinden bahsediyoruz.
Aristoteles düşüncesinde ilk ilkelerin bilgisi, metafizik anlamına geliyordu. Bu düşünceye göre metafizik ilk felsefedir. Evrenin en yüksek, ilk ve en genel ilkelerini araştırır. Metafizik, diğer bilimlerin yaptığı gibi varlığın belli bir alanını konu edinmez, bunun yerine varlığın kendisine ilişkin prensiplere bakar. Onu bir bütün olarak, ‘ne ise o’ olarak ele almayı amaçlar.
Buna göre metafizik, fizik olan hakkında ortaya konulacak teorinin öncesinde yer alır. O teorinin temellerini oluşturacak bilginin elde edilmesine yönelik bir soruşturma yapar. Bu durumda olgulara yönelik fizik araştırması bir yerden sonra metafizik araştırmaya doğru yönelir. Çünkü metafizik keşfedilmeksizin ortaya konan bir fizik havada kalmış, eksik bir varsayım olacaktır. Aristoteles’e göre araştırma fiziksel olandan başlar, onun hakkında köklü bir bilgi edinebilmek için de, doğasını araştırmak üzere metafiziğe yönelir.
Gördüğünüz gibi başlangıçta metafizik ve sezgiye yüklenen anlam çok derindi. Bu duruma tüm kadim bilgilerde de rastlıyoruz. Bir sonraki yazımda aydınlanma çağından iki önemli isme kısaca değineceğiz. Burada bugünkü anlamıyla düşüncenin yüceltilmesine, sezgi ve metafiziğin ise gözden düşüşüne tanık olacaksınız.
Her ne zaman psişenin bir yönü diğerini fazlaca baskılasa, ortaya problemler çıkmaya başlıyor. Pozitivizm ve materyalizmin soyut düşünme biçimlerinin önüne geçmesiyle, insanoğlunun yaşadığı düşünce ağırlıklı buhran ve ruhuyla bedeninin düşüncelerinin esaretiyle acı çekmeye başlamasının aydın kişiler arasında yaygınlaşması tesadüf olamaz sanırım. 19. yüzyılın sonlarında intihar salgını başlatan Osmanlı aydını Beşir Fuad’ı hatırlayın. İlk Türk materyalist olarak da bilinen ve Türkçe’ye bir çok önemli batılı ismin tanıtılmasını sağlayan itibarlı bir düşünür ve bilim insanıydı. Onun bu akıl almaz ölümünün ardından halk arasında altı ay boyunca art arda yaşanan intihar silsilesi nedeniyle olayın haber yapılması yasaklandı ve ancak bu şekilde durumun önüne geçilmeye çalışıldı. Tabi ki böyle uç bir örneği sadece materyalizmle açıklayamayız ama dünyanın geneline baktığınızda, aydınlanma döneminden sonra ipi çeken düşünce sisteminin etksinde bir çok başarılı ve zeki insanın benzer buhranlardan geçtiklerine rastlarsınız.
Dolayısıyla belki şöyle iddialı bir çıkarımda bulunabiliriz; Aydınlama çağının bize getirdiği çarpıcı yeniliklerle birlikte, sadece deneysel bilgiye olan vurgusuyla insanlığı tutarlılık üzerine yapılanmış düşüncenin kuru çölüne hapsetmesini göz ardı etmemeliyiz. Bugün yine sezgi kavramı konuşulur oldu ve bazen yine fazlaca yüce bir yere konumlandırılmaya kalkışılıyor. Belki bir asır öncesinin psikoloji alanındaki düşünürlerine biraz kulak asmalı ve dengeye odaklanmalıyız. Benim tüm yazılarımda esas amacım da bu denge arayışıyla ilgili zaten. Denge bile dengeli bir arayışla mümkün oluyor. Tam denge 0 noktası ve yok oluş demekken, dengeye yakın bir denge enerji dolu bir yaşam anlamına gelebiliyor. Fonksiyonlardan sonra yavaş yavaş enerji hakkında da yazmaya başlıyor olacağım.
Diğer yazım tahmin edersiniz ki Descartes ve Kant ile ilgili olacak. Her ne kadar her ikisi de hala idealist değerler üzerine felsefelerini kurmuş olsalar da, onların karşısında yer almaya başlayan düşünürlerle birlikte yavaş yavaş somut düşünce biçiminin soyut düşüncenin önüne geçişini görüyoruz. Ne de olsa hem Descartes, hem Kant kendilerinden sonra gelecek düşünürler için kavramsal bir zemin oluşturdular. Ardından özellikle Darwin’in buluşları ve olağanüstü bir çok bilimsel gelişmenin de onu izlemesi ile birlikte, bilimsel yaklaşımın pozitivizme yöneldiğini görüyoruz. Böylece biz de tarih içerisinde fiziğin metafizikten çok daha geçerli ve kabul edilir hale gelmesine tanıklık etmiş olduk.