İç Mekanın Şiirselliği

Halil Yıldırır
Valör
8 min readJun 21, 2020

--

Kemal Seyhan’ın “Untitled | Poetics of Inner Space” isimli sergisi 11 Mayıs — 31 Haziran 2018 tarihleri arasında Pi Artworks Istanbul’un ev sahipliğindeydi. Mini bir retrospektif gibi, bizi sanatçının 40 yıllık sanatsal yaşamında yolculuğa çıkaran sergi, iç mekanın şiirselliğiyle de afili bir bağlantı kurmuştu…

Pi Artworks Istanbul, Kemal Seyhan’ın, biraz iddialı bir yaklaşımda bulunmuş olsam da mini bir retrospektif diyebileceğimiz “Untitled | Poetics of Inner Space” isimli sergisine 11 Mayıs — 31 Haziran 2018 tarihleri arasında ev sahipliği yaptı. Sergide Seyhan’ın, “İsimsiz” adlı çalışmaları seyirciyle buluşurken, bu çalışmalar bizi sanatçının 40 yıllık sanatsal yaşamında bir yolculuğa çıkardı.

Sergi için neden ‘mini bir retrospektif’ tanımı kullandığıma gelirsek… Sergide, Seyhan’ın 1992 yılından günümüze kadarki üretimlerinden mini bir seçki sunulması beni bu tanımı kullanmaya itti. Serginin, sanatçının sanatsal ve özellikle kişisel geçmişiyle kurduğu bağlantı oldukça önemli. Bu bağlamda “Untitled | Poetics of Inner Space”in bize sunduğu en eski iş, sanatçının 1992 tarihinde yaptığı ve patlıcan moruna yakın bir bordo renge sahip, katlanıp sergilenen bir tuval bezi. Sanatçının bu çalışmasının hafızayla, hatırlamayla, üzerine sinen 26 yıllık birikimle kurduğu güçlü bir bağı var. Hafızayı katlanabilecek, saklanabilecek bir formata büründürüp, geçmişten taşınan onca bilginin esnekliği ve muğlaklığı çalışmaya kavramsal olarak da net bir açıdan yaklaşmamızın önüne geçiyor. Sakladıklarını bütünüyle göstermeyen ama nesne olarak da bellek deposuna dönüştürülmüş bu çalışma; kare formatta katlanmış, bastırılmış haliyle yeni bir form alarak üçüncü boyutu benliğine katıp, hafızayı şekillendirme konusunda da güçlü bir yer ediniyor.

Untitled, 1992, oil on folded canvas, 42 x 36 cm

Sergide, sanatçının geçmişte yaptığı; fakat bitmediğini düşünüp sergilemediği bazı çalışmalarına yeniden müdahalede bulunarak ortaya çıkardığı ‘yeni’ işleri de mevcut. Yeni dokunuşlarla başka bir anlam kazanan, farklı bir şekle bürünen çalışmalardan biri olan, 2008 ve 2017 yıllarına tarihli siyah renkte büyük boy tablosu, sanatçının birikiminin katmanlarını adeta gözler önüne seriyor. Siyah yağlıboya üzerine grafit ile oluşturulmuş çıkıntılarla, akan zamanın hiçbir an için düz bir yüzeyde akmadığını ya da bizde düz bir yüzey oluşturmadığını da görebiliyoruz. Eser, ekolayzer misali zamanın iniş çıkışlarıyla geniş perspektifte açılmış, ortaya dökülmüş yılların okunmaya hazır kipleri gibi bizi kendine bağlıyor. Simsiyah, dışarıya doğru katmanları olan bir tabloya bakarken kendi geçmişinizin iniş çıkışlılığını da hatırlamadan edemiyorsunuz. Simsiyah rengi ise bakandan bakana oldukça farklı anlamlar oluşturabilecek bir yapıda. Sanatçının renk seçimiyle geçmişi; gri gibi nötr ve toplayıcı bir tonda değil veya oldukça canlı renklere sahip pigmentlerle hâlâ hayat dolu bir biçimde ele almadığını görebiliyoruz. Geçmiş, grafit siyahlığında bir asalete sahip, kendisinden ders çıkarılmış ya da asilliği ile güven verici bir konumda yer alıyor. Geçmiş, karşınızda geleceğinizi yaslayacağınız bir resim olarak duruyor…

sergiden görünüm

Kırılganlıkla kurulan bağ

Analiz etmeye çalıştığımız işin hemen çaprazında, zeminde iki adet briket gözümüze çarpıyor. Ufak bir boşlukla yan yana ve dikey olarak konuşlandırılmış haldeki briketlerin tavana bakan kısımları ve tabana değen yerlerinden orta kısımlara kadar grafitle boyanmış hali, serginin diğer üç boyutlu çalışması olarak dikkat çekiyor. Seyhan’ın sanat pratiğinde alışık olmadığımız briket malzemesinin aslında kırılganlıkla kurduğu özel bir bağ var. Sakil bir görüntü içinde olan briket, geçmişte ev kurma hikayesinin de üzerine kurulduğu bir malzemeydi. Yani bir nevi mekan inşa ediliyordu ve kırılganlığı da fiziksel olarak oldukça üstünde taşıyan bir malzemeydi bu…

Untitled, 2016, graphite on blockyard, 33 x 15 x 15 cm / each

Bu sergi özelinde ise sanatçı, bu maddenin 2,5 cm olan kalınlığını 1 cm’e kadar törpülemiş. Zaten kırılgan bir malzemenin, kalınlığını azaltarak hassaslık seviyesini artırmanız, mekanın kırılgan yapısıyla da ciddi biçimde iletişme geçtiğinizi gösteriyor. İşin yapılış ve üretim biçimlerinden ayrı olarak nasıl gösterileceği de farklı katmanları beraberinde getiriyor; bakan açısından da farklılıklar oluşuyor. Belki de duvarlar olmadan mekanı olduğu gibi deneyimlemek; kırılgan durumu ortadan kaldıracağı için mekansal anlamda da algımızı güçlendirici bir konuma gelebilir. Bu çalışma özelinde, yan yana sergilenen briketlerin arasındaki boşluk da önemli. Ne kadar yakınlaştığı veya ne kadar yakın durması gerektiği, o sınırın ne olduğu sorunsalı veya 2 ya da 3 cm boşluk olduğunda başka bir şeye dönüşen biçimsel ve anlamsal konumu… Briketlerin törpülenmiş hali mekanın kırılganlığı ile ilgili yoruma açık bir yapı meydana getiriyor. Her ne kadar bu işin üretimini ‘şimdi’ye tarihlendirmeye çalışsak da sanatçının geçmişiyle kurduğu bağ, işi de oldukça geniş bir zamansal skalaya oturtuyor. Adsız briketler, “Poetics of Inner Space”in bütün kavramsal yükünü oldukça güçlü bir şekilde taşıyan çalışmalardan biri oluyor.

Genelde sergilerinde dikey olarak konumlandırdığı resimleriyle tanıdığımız sanatçı, bu sergi özelinde iki resmini diptik biçimde yatay olarak sunuyor. Bir resmin yatay veya dikey olarak sunulmasına göre neler oluyor, nasıl anlam kazançlarına ya da kayıplarına uğruyor diye düşünmek, sanatçılardan ziyade bizim için de oldukça önemli. Mesela, bir manzara resminin yatay veya dikey olarak sunulması algıyı fazlasıyla etkiliyor. Manzara resminin dikey konumlandırılması algımıza yabancı bir durum ve onu alıştığımız haliyle ‘o’ olmaktan alıkoyan bir etken. Dikey durumdaki resim, kendi içinde varlığını sorgulayan bir işe dönüşüyor.

Untitled, oil, bronze pigment and graphite on canvas, 2015–2018, 190 x 280 cm (diptych)

Sergide ise dikey olan iki resim diptik halde sergilenerek yataylaşıyor ve böylece algımızda bir şeyleri çağrıştırıyor. Biyolojik olarak insan gözünün 114 derecelik 3 boyutlu bir görüş alanı olsa da iki gözle birlikte insanın yatay olarak (göz ekseninde) 180 dereceden daha fazla bir görüş alanı var. Yani dünyayı panoramik görecek şekilde evrilmiş gözlerimiz. Bu da hayatı algılayışımızda sinematik etkiyi yoğunlaştırıyor. Dünya ile görsel olarak etkileşimimiz bu çerçevede, bunu dik çeviremiyoruz. Böylece yatay olarak sunulan bir resme bakmak algımızın işine geliyor. Bu çalışmanın diptik olması; rezonansın, karmaşık duyumsamanın tek gelişimi olmadığını hatırlatıyor. Önemli olan iki duyumsamanın birbirini kavramasıyla ortaya çıkan rezonans!

“Mekanın Poetikası”

Diptik halde yatay olarak sergilenen çalışmanın sol tarafındaki resimde; düz, siyah bir yüzey üzerinde aşağıya ve sağ kısma doğru yoğunlaşmış, farklı büyüklüklerde daire çizimleri mevcut. Siyah mat renkteki bu daireler yüzeyin biraz daha parlak bir siyahla kaplı olmasına istinaden, kendini perspektifsel olarak geri plana atıyor. Dikey konumlanmış dikdörtgen bir tuvalde irili ufaklı dairelerle sanatçı, Fransız filozof ve epistemolog olan Gaston Bachelard’ın “Mekanın Poetikası” kitabının genel kanısını akıllara getiriyor:

“Mekan, peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış olarak tutar.”

Siyah dikdörtgen bir mekan (yüzey) binlerce gözünde (irili ufaklı daireler) zamanı, açılmayan bir çeyiz bohçası gibi tutuyor. Diptiğin diğer parçası ise hafif uzaktan bakıldığında açık kahve tonlarda dağılmış, içerisinde minik siyah parçacıklar barındıran; sağ alt köşesinde ise orta kısma kadar uzanan siyah renkte dikey bir kolon bulunduruyor. Bu çalışma yüzeylerin birbirlerini kavraması sonucu ortaya –her ne kadar birbirine uzak görüntüler gibi dursa da– ağır salınan bir rezonansın parçalarını sunuyor. Sanatçı, resmin mekanında sanatsal uzamının zamanını ortaya çıkarıyor.

Galeri mekanının zemininde sergilenen bir diğer çalışma ise sanatçının yine geçmiş tarihlerde yaptığı; ama tamamlanmadığını düşündüğü bir eseri. Yerde bir tarafı sarı, diğer tarafı siyah renkte olan 5–10 cm uzunluğunda yüzlerce sıyrılmış parça, bir araya toplanmış tümsek şekilde sergileniyor. Resimlerini kazıdığında yere dökülen parçalardan oluşan bu çalışma, asıl eserin kendisinden bağımsız olarak sergileniyor.

sergiden görünüm

Duvarda asılı bir tuval ve yerde de bu kazınmış parçalar olsaydı, bizim bu işi okumamız kolaylaşacak ve direkt duvardaki işle bağlantılandırıp etiketlememizin önünü açacaktı. Sanatçı burada yılların getirdiği doygunluk ve tecrübe ile bu parçaların sıyrıldığı resmi sergilemiyor. Bu doğrultuda kavramsal açıdan oldukça katmanlı olan bu çalışma, kendisinden bir bütüne ulaşıp ulaşılamayacağı sorusunu akıllara getiriyor: Bu parçaların orijini nedir? Çıkış noktası nedir? Gibi düşünceler beynimizde volta atmaya başlarken, merak katsayımızın artması, sanatçının sanat tarihinde etkilenmiş olduğu isimlere yönelmemize neden oluyor. Alberto Giacometti’nin heykellerinden ziyade resimlerinden çok etkilenen sanatçı, Alman Rönesansı’nın dinsel çalışmalar yapan önemli ressamlarından Matthias Grünewald’ın 1516 yılında yaptığı “Isenheim Altarpiece”inden ve Giorgio Morandi’den de oldukça etkileniyor. Morandi’nin değişimi neredeyse reddediyormuş gibi görünen, resmettiği nesnelerin skalasını daraltması; mekanı masa, duvar ve üç — beş nesneyle sınırlaması ve tüm bunların birbirleriyle olan ilişkisi, sanatçıyı oldukça etkiliyor.

Serginin ismi Gaston Bachelard’ın “Mekanın Poetikası” adlı kitabından türetilmiş. Bachelard mekana fenomenolojik açıdan yaklaşarak onu şiirsel bir imgelemle açıklıyor. Bir yerin mekan olması için içinde geçen yaşamlar sonucunda varlık kazanması gerekiyor. Kısaca mekan her şey oluyor.

Yazarlar, şairler, filozoflar

Hafızamız, hayallerimiz, gerçeklerimiz hepsi mekansallaştığı ölçüde sağlamlaşır ve bilinçdışımız nev-i şahsına münhasır mutluluk mekanına yerleşir. Yani mekan; şiir ve şiirsel imge, hayal gücü ile varlık kazanır. Bachelard mekanı algılama konusunda geometrik ölçü ve kartezyen tanımlamaların dışına çıkmamız gerektiğini; çünkü geometrinin içeri ve dışarı ilişkimizi, algımızı bozacağını dile getiriyor. 1970 ve 1980’li yıllarda felsefe literatüründe oldukça fazla kullanılan ‘epistemolojik kopma’ terimini ilk olarak ortaya atan filozof, geometrik mekansal algının bizleri içeri ve dışarı ilişkisinde fenomenolojik olarak kör ettiğini iddia ediyor. Bunu biraz daha açacak olursak: Sergide yer alan 80 x 60 cm ölçülerindeki ‘adsız’ çalışmanın sağ alt kısmına yakın yerleştirilmiş siyah, büyük nokta fazla dominant duruyor. Artık ona nokta demek de çok doğru olmaz; çünkü o resmin genelinde geniş bir yüzey, baskın bir form halinde yer alıyor. Fakat etrafında yüzlerce başka nokta daha var. Büyüklük algısı sebebiyle bir tanesi öne çıkıyor ve hiyerarşik bir durumu da beraberinde getiriyor. Gözün resme olan mesafesi sonucunda maruz kaldığımız bu hiyerarşi kendini dengelemek zorunda ki böylelikle o öne çıkan siyah dominant nokta ile görmekte zorlandığımız ufak noktalar eşleşsinler. Gözün yani görsel algımızın bize dayattığı bu geometrik algıyı aşabilirsek, noktalar eş değer düzeye gelecektir. O zaman da algımız sığ sulardan derin sularda yüzmeye geçecek ve saf, gerçek mekanına yerleşir. Bu bağlamda “Untitled | Poetics of Inner Space” sergisindeki çalışmaların katmanlarının sadece yüzeysel olarak okunması, zayıf/cılız bir yaklaşım ortaya koyacak. Katmanlar, yüzeysellikten ziyade farklı zaman dilimlerinin üst üste gelişiyle, aksiyon içinde akan zamanların kümelenmesi olarak ortaya çıkıyor. Bu da bir birikme durumu, biraz tabiatın işleyişine benzeyen bir akış hali yaratıyor.

sergiden görünüm

Yazarlar, şairler ve filozoflarla kurduğu diyaloglar çerçevesinde sanatını şekillendiren Kemal Seyhan’ın “Untitled | Poetics of Inner Space” sergisi, izleyenlere sunduğu çalışmalarıyla direkt olarak anlatıcı, betimleyici elemanlardan uzak; fakat dolaylı betimlemelere yer açan özgür ve soyut bir dil geliştiriyor. Farklı çıkış noktalarından hareketle, kendi sanat pratiğinin kırk yıllık geçmişine gönderme yapan Seyhan, öğrencilik yıllarından itibaren odağını yönelttiği mekan kavramı ile araştırmalarında yöneldiği mekanın içselleştirilmesi durumunu, sergisinin içselliğiyle ilk bakışta kendine biraz mesafeli tutan; ama zamanla bizi de içine alan sıcak, samimi bir kabuğa dönüştürüyor. Bachelard’ın şiirin mekanını ve mekanın şiirini iç içe örerek ruh çözümün, edebiyatın ve felsefenin bir aradalığını gözler önüne serdiği çalışmasına ithafen, Seyhan’ın sergisi; iç dünyanın şiirselliği ile dış dünyanın istem dışı soğuk belleği arasında bir köprü kurmuş mudur, bilmiyorum; lakin bizim iç mekanımızın şiirselliği ile afili bir bağlantı kurduğu kesin!

“Bu makalenin orijinal hali Istanbul Art News, Haziran / Temmuz / Ağustos, 2018 Sayı: 53, Sergi Bölümünde yayımlanmıştır.”

Makaleyi beğendiyseniz aşağıdaki 👏🏻‘a istediğiniz kadar tıklayabilir ve yazının diğer insanlara ulaşmasına daha fazla katkıda bulunabilirsiniz.

--

--

Halil Yıldırır
Valör
Editor for

Visual Artist | Poet | Art Critic — [member of AICA Tr] | PhD in Art