Sanatçının Merkezle İlişkisi
Günümüzde, İstanbul dışında kalan neredeyse her şehir ve etkinlik ‘merkez dışı’ sayılırken, oralarda yaşayan, üreten sanatçıların durumu ve bu olaya bakışı nasıl? Sanat piyasasında var olmak, görünür olmak adına merkezde olmayı yeğlemeyen bu sanatçılar başka ne gibi yollara başvuruyor? ‘Görünür’ olabilmek için neler yapıyorlar? Bu soruların yanıtlarını merkez dışında var olmayı seçmiş sanatçılardan dinledik.
Günümüz dünyasında sanatın merkezi olan şehirler var. Tabii bu yeni bir durum değil… Tarihsel açıdan baktığımızda Floransa, Paris, New York gibi şehirler dünya sanatı için merkez oldu. Sanatın merkezi konumunda olmak demek; sanat üretiminin, tüketiminin, üreticisinin, tüketicisinin, sanat basınının, sanat etkinliklerinin, galerilerin, koleksiyonerlerin, sanat yazarlarının, eleştirmenlerin, sanat danışmanlarının, müzelerin, sanat piyasasının arka planında çalışanların büyük kısmının da o şehirde/şehirlerde olması demek. Merkezin ya da merkez dışının (piyasa için taşra); sanatçıları, üretimlerini, bilinirliklerini nasıl etkilediği konusu günümüz sanatında, sanatçı için oldukça önem arz ediyor. Zira bir sanatçının sürekli beslenmesi gerekir. Nereden ve nasıl besleneceği kendi tercihi, yönelimi olsa da çağımızda görünür olmak bunlardan bağımsız şekilde önemli ve etkilidir. Bu demek değildir ki günümüzde görünürlük bir sanatçı için her şeydir. Her şey olmasa da sanat dünyasında kariyer oluşturmak bağlamında önemli bir yüzdeye sahiptir.
Bir merkez olması veya bir merkezin gerekli olup olmadığı konusuna çok girmeden, üretimlerini merkez dışında gerçekleştiren sanatçılar için bu durumun avantajları ve dezavantajlarıyla, işlerini sunabilmek için neler yaptıklarını, üretimlerini Ankara’da sürdüren Şevket Arık, Ali Şentürk; Antalya’da yaşayan Burhan Kum; İzmir Seferihisar’a taşınan Nejat Satı ve bir süredir üniversitedeki görevi nedeniyle Çorum’da bulunan Fırat Engin ile konuştuk. Ayrıca sanatçının merkezle olan ilişkisine ve merkezde yaşamayan sanatçılara değin, merkez dışında birçok proje yürüten Döne Otyam ile de sohbet ettik.
Günümüz sanatında, sanatçı merkez ilişkisini ele alırken, merkez dışında yaşayan bir sanatçı olarak bunun etkileri konusunda neler söyleyebilirsiniz? Bu durum nasıl avantajları ve dezavantajları ortaya çıkarıyor?
Fırat Engin:
Açıkçası merkezin dışında kalmayı bir tercih değil, zorunluluk olarak yaşayanlardanım. Bana göre merkez dışında kalmak çok avantajlı bir durum değil. Bu durum bazı sanatçılar için farklılık gösterebilir. Örneğin, İzmir’de, Eskişehir’de, Diyarbakır’da, Mardin’de vb. şehirlerde yaşayan sanatçılar merkez dışında kalmayı tercih ediyor olabilirler. Bu tercihlere de saygı duyuyorum; ama bana kalırsa avantajları olmakla beraber, merkezin dışında kalmanın çok avantajlı bir tarafı yok. Sanat tarihinde bunun birçok örneğini görüyoruz; Constantin Brancusi’nin Paris’e gitmek için çıktığı yolculukta büyük zorlukları göze aldığı hatta kolundaki saati bile satmak zorunda kaldığı hep söylenir. Bu tutkusu merkezde olmak adına açıklanabilir. Kuşkusuz günümüzde merkez fikri başkalaşmış ve kitle iletişim araçlarıyla mesafeler kısalmıştır. Dolayısıyla merkez — sanatçı ilişkisi eskisi kadar dramatik bir halde değildir. Ama yine de sanat bir iletişim ve paylaşım aracıdır. Yani sanatçı olarak sesinizi duyurmak zorundasınız, işleriniz iletişim kuracak mecralar bulmalı. Bunun en iyi yolu muhataplarınıza ulaşmaktan geçiyor. Bana göre bu durumun en iyi yolu da merkezde olmak.
Nejat Satı:
Ben 2013 yılında, ilk önce İstanbul’dan Urla’ya taşındım. Urla küçük bir sahil kasabasıydı ama bu özelliğini çabuk kaybetti ve şimdiki evimi Seferihisar’a taşıdım. Öncesinde ise 2009–2013 yıllarında İstanbul’da geçirdiğim süre hem görünürlüğümü arttırdı hem de oldukça yordu. Bir şeylerin oturduğunu gördüğüm anda da bu bahsettiğim yerlere kaçtım. Atölyede çalışan bir ressam olarak diyebilirim ki eğer iyi bir galericiniz ya da menajeriniz varsa sizin yapmanız gereken sadece üretmek, kendi kendinize kalıp çalışabilmek, rahatsız edilmemek. Tabii ben sadece yaptığım bir işle ilgili, yani kendi pratiğimle ilgili bunu söyleyebilirim. Birçok farklı sanat dalında bu mümkün değil.
Burhan Kum:
Sergileri, sempozyumları, festivalleri düzenli izleyememek; sanatçılarla, küratörlerle ya da piyasayı yönlendiren kişilerle doğrudan ilişkide bulunamamak merkez dışında yaşamanın dezavantajları olarak görülebilir. Ancak aktüel olana yapışık olmadan üretebilmenin gerek konu, gerekse dil ve kullanılan araçlar açısından özgün olabilme imkânı sağlayabilmesi, bu dezavantajları belli ölçülerde bertaraf edebiliyor. Yine de şartlara bağlı olarak yılda birkaç kez merkeze gelerek ortamı hissetmeye çalışıyorum. Sonuçta sergileme ve satış için ürünlerimi mevcut tek pazar olan merkeze taşımaktan başka şansım yok. Buna rağmen taşrada mesafelerin kısa, atölye kiralarının ucuz olması (bu, kirayı karşılayabilmek için daha az ekstra iş yapmak demektir) kendi üretimime daha çok zaman ayırıp yoğunlaşmamı da sağlayabiliyor.
Şevket Arık:
Bu durum öncelikli olarak merkez tanımlamasını ortaya çıkarıyor. Bu anlamda merkez, daha çok, piyasanın döndüğü yer olarak tanımlanabilir. Çünkü diğer açıdan baktığımızda piyasa kaygısı gütmeyen sanatın coğrafik olarak sirkülasyon içinde olması, onu daha anlamlı kılıyor düşüncesindeyim. Benim yaşadığım şehir olarak Ankara, tam olarak olmasa da yine de merkez dışı gibi görülüyor. Şahsen bir şehir olarak sakinliği ve potansiyeli açısından burada yaşamayı değerli buluyorum. Ancak günümüzde her anlamda İstanbul’un piyasayı domine etme gerçeği, görünürlük açısından bir sorun ortaya koyuyor. İstanbul’un biraz da azgın olarak tanımlayabileceğim sanat ortamında sakin kalmak, konsantre olmak ve piyasa odaklı düşünmemek biraz daha zor gibi görünüyor. Ama yine de her yönüyle benim için de cazibesini korumakta. Merkezden uzak olma durumu, bir nevi görünmezlik durumu yaratıyor; çünkü günümüzde sanki ‘sahnede yoksan evrende de yoksun’ gibi bir algı var.
Ali Şentürk:
Merkez dışında olmak, üreten insanlar için her zaman daha iyi olmuştur. Sanatçılar için zaman çok önemli; İstanbul gibi büyük bir şehirde malzeme almak için bir haftanızı harcayabilirsiniz. Zamanı iyi kullanmanın dışında bu yoğun kentin, insanları görsel anlamda beslemediğini düşünüyorum. Daha çok kirletiyor. Ankara’da devamlı üretim içinde olan küçük bir sanatçı topluluğu var. Hepimiz birbirimizle yarışmak yerine mümkün olduğunca dayanışma içinde olmaya çalışıyoruz. Bu yüzden üretimlerimizi çoğu zaman birbirimizle tartışır, neyin eksik ya da fazla olduğunu bulmaya çalışırız.
İstanbul’da sanatçıların kaygısı bizlerden daha fazla; ev ve atölye kiraları onların üretim süreçlerini farklı yönlerde etkiliyor. Bunu onları kötülemek için söylemiyorum, yaşamak için eser üretiminde bazen başka dinamikleri devreye sokmak zorunda kalıyorlar. Bunların birçoğunu fuarlarda gözlemlemek mümkün.
Bugün bir sanatçı açısından görünür olmak, oldukça önemli. Sanat piyasasında var olmak açısından, hitap edilen kitlenin ve alandaki aktörlerin yoğun olduğu yerlerde görünür olmanın önemi inkar edilemez. Merkez dışında yaşarken merkezde de görünür olmak adına neler yapıyorsunuz?
Fırat Engin:
Günümüzde sosyal medya çok etkin bir iletişim aracı. İletişim aracı diyorum; çünkü sağladığı imkanların, artık yüz yüze kurulan diyaloglar kadar güçlü olduğuna inanıyorum. Sizin üretim ve düşünme açılımlarınızı, yaşamınıza ait ipuçlarını paylaşmanın ve bu araç üzerinden muhataplarınıza iletmenin pratik bir yolu. Bu durum ister istemez merkezdeki aktörlerle aramızdaki mesafeyi kısaltıyor. Bunun dışında her tür iletişim aracını da kullanmaya gayret ediyor, henüz atölye aşamasındaki projeleri bile sürekli farklı mecralardan paylaşmaya çalışıyorum. Bunların yanı sıra sürekli merkeze seyahatlerim oluyor; görüşmeler, sergiler, projeler. Bu konuda tembellik etmemeye ve yetişebildiğim kadar merkezdeki etkinliklerde olmaya gayret ediyorum. Bu durum oldukça yorucu bir tempoyu da beraberinde getiriyor. Yaklaşık 10 yıldır İstanbul — Ankara yolunda gidip geliyorum.
Nejat Satı:
2000’lerin başlarından bugüne çok şey değişti. İnternetin kullanılırlığı işi kolaylaştırdı. Aynı zamanda periferiye gelen insanların sayısı da arttı. Sanat eleştirmenleri, küratörler, koleksiyonerler de merkez dışında yerlere sık sık gidip bir şeyler yapmaya başladı. Bununla ilgili birçok örnek var. Aynı zamanda işin ana sorunu temsiliyet. Sizi merkezde temsil eden birilerinin olması, oradan oraya sanatçının sürüklenmesinden çok, çalışmasını sağlıyor. Gene söylediğim gibi, ben atölyeye kapanıp çalışan biriyim.
Burhan Kum:
Merkezde çalıştığım galeri açıkken ve ekonomik krizin etkilerinin sanat pazarında bu kadar yoğun hissedilmediği günlerde, kendi olağan ritmimde sergiler hazırlıyor ve bu yolla en azından iki yılda bir merkezde görünür olabiliyordum. Şu anda ne sergi açmayı düşündüğüm bir mekân ne de sergiden gelir elde etme umudum olmadığı için, merkezi varlığımdan haberdar edebilmek adına sergi dışında projelere yönelmiş durumdayım.
Şevket Arık:
Bütün sanatçılar merkez denilen ortamda var olmak için çeşitli kurgulara girmekte. Bu durumun en önemli çıkış yolu ilişkiler ve ağ içinde olma çabası. Genelde bu, sanatçılar arası bir iş ve güç birliğiyle ilerlemekte. Sonrasında piyasa aktörlerinden bir kısmı ile pekiştirilen bağlantılar, zamanla belli bir noktaya geliyor. Bu durumda sorgulanan durumlardan bazıları ise sanatsal niteliğin durumu, popülerlik ve pop starlaşma, fabrikasyon üretim modeliyle bir tüketim kimliğine bürünme, piyasa vitrinine yerleşme gibi durumlar... Benim de ilişkiler ve ağ içinde olma çabalarım oluyor elbette. Diğer yandan işlerimin görünürlüğü ve belli noktalarda kabul görmek adına birçok platformda görünme çabam mevcut. Doğal olarak merkezdeki sergilerde fazla yer alamamak ve sanat basınında fazla gündemde olamamak gibi durumlar söz konusu. Sosyal medya üzerinden bir varoluş çabası da ortaya çıkmış durumda elbette.
Ali Şentürk:
Özellikle görünür olmak için bir stratejim yok; sosyal medya hesaplarım dışında. Ben görünür olma durumunu ikiye ayırıyorum. Yolunun başında bir sanatçı için yarışmalar ve kolektif üretimler çok önemli. Yolun başını biraz geçen sanatçılar ise her sergi açılışında bulunmak, sevdiğiniz ya da sevmediğiniz insanlara gülümsemek, herkesi gerçekten aşırı sevmek, mümkünse sanatçıların içinde olduğu bütün partilerde boy göstermek ve sanat alanından önemli kişilerle üçüncü sınıf yerlerde buluşmamak. Bu yazdığım biraz garip gelebilir; ama İstanbul’da işler böyle ilerliyor. En azından bana anlatılan böyle… Eğer ki güçlü işlere sahipseniz ve kendinize güveniyorsanız zaten bunların hiçbirine ihtiyacınız yok. Sizin boy göstermeniz değil çalışmalarınızın sizi göstermesi, dikkatleri çekmesi en önemlisi.
Merkezde yaşamak, görünürlük adına merkezde var olmak anlamına da gelmeyebilir. Özellikle günümüz ve içinde bulunduğumuz sanat ağı bağlamında merkez — sanatçı — görünür olma üçgeninin zorunlu olduğunu düşünüyor musunuz?
Fırat Engin:
Merkezde olmak, görünür olmak vb. durumlar açıkçası bir tercih. Her sanatçı görünür olmak istemeyebilir de. Bu anlamda merkezde olma durumu, iletişim açısından merkezde olmak ile aynı anlama gelmeyebilir. Merkezin dışında yaşayıp, iletişim ağının merkezinde de olunabilir. Dediğim gibi bu bir tavır ve tercih meselesi.
Nejat Satı:
Kendi adıma, düşünmüyorum. Ama işlerimi sunduğum zaman insanlarla bunların üzerine tartışmak istiyorum. Bu sık sık olmuyor. Atölyemi eskiden birçok kişiye açardım. Şimdi biraz daha samimiyetini hissettiğim insanların gelmesini istiyorum.
Burhan Kum:
Aslında beni merkezde görünür olmaktan çok, ortaya koyduğum işin ne kadar tartışıldığı ilgilendiriyor. Kısıtlı bir entelektüel çevrede görünür ya da var olmanın benim için uzun vadede bir anlam ifade etmediği noktadayım. Bu durumun sadece benim değil Türkiye’deki bütün sanatçıların sorunu olması gerektiğini düşünüyorum. Arzuladığım, sanatçıların merkezde (gerek iş, gerekse bedeni) görünürlüğünden çok, ortaya koydukları işlerin toplumsal tartışmanın merkezinde var olabilmesi. Türkiye büyük bir dönüşümün sancılarını yaşarken, bu meseleye müdahil olma iddiası güden işler var mı ve bunlar topluma ne kadar nüfuz edebiliyor? Bence içinde bulunduğumuz sanat ağının gündemi, bu “kendin pişir kendin ye” döngüsünden kurtulmanın yollarını tartışmak olmalı.
Şevket Arık:
Belli oranda merkezde olma zorunluluğu mevcut. Sanat ortamı da belli oranda aksiyonel bir pozisyon almış durumda. O yüzden sürekli olarak hareketin olduğu yere odaklanma sorunu var. Bu durum bir merkez bunalımı da yaratıyor bence. Oysaki sanat denen alan sakinlik, odaklanma ve sindirme esaslı olmalı. Bu durum merkez kaygısı ile sanatçıyı da ele geçirmiş durumda. Bir dönem sanat tarihinde birçok sanatçı daha besleyici bir pozisyon olduğunu düşünerek merkezden uzaklaşma eğilimine de girmiştir. Ancak şu an merkez sürekli bir ivme ile herkesi ve her şeyi kendinde öğütme durumunda. Ben de bu anlamda var olma telaşı ile bu merkez ivmesinin etkisindeyim, diyebiliriz. Burada esas beklenti önce görünür olmak ve sonrasında biraz da onaylanmak arzusu belki.
Ali Şentürk:
Bu sorunun en iyi örneği 90’larda Diyarbakır’dan çıkan sanatçılardır. Merkeze bu kadar uzak bir yerden dünyanın her yerine ulaşabildiler, hatta bugün konuştuğumuz merkezden (İstanbul’dan) önce Avrupa’ya ulaştılar. Görünür olmak için merkezde olmaya gerek yok desem biraz yalan söylerim. Evet, gerek var ama ne kadar gerek var, sanat kariyerimizdeki merdivenleri çok hızlı tırmanmak için merkezde olmak bize ivme kazandırır ama bence bu süreçte neler kaybedebileceğimizi düşünmek daha önemli.
Anthony Giddens’e göre, evrensel ve küresel düzeyde standart zaman dilimlerine sahip olan bir dünyada hiçbir yerin ayrıcalığı kalmamıştır. Zamanın yerden ayrılması ve standartlaşması, toplumsal etkinliklerin, farklı zamanlar ve mekanlarda yerin özelliklerine zorunlu ve bağımlı olmadan biraraya gelebileceğini belirtir. İnternet ve sosyal medya aracılığıyla ulaşılabilirliği artan sanat için böyle bir merkeziyetsizlik durumu yaşandığını/yaşanacağını söyleyebilir miyiz?
Fırat Engin:
Merkezin çeşitlendiği bir gerçek. Örneğin Mardin Bienali zamanında bir bakıyorsunuz, merkez Mardin oluyor veya Art Basel zamanı merkez Basel’e kaçıyor, bu türden etkinlik bazlı merkez çeşitliliğinden de bahsedebiliriz. Ama Giddens’ın tanımladığı zaman — mekan –merkez ilişkisi sanattan daha çok yaşamın diğer alanlarını kapsıyor. Örneğin; Çorum’da da İstanbul’daki kadar büyük ve ihtişamlı AVM‘ler var; ama sanat açısından aynı şeyi söyleyemeyiz.
Burhan Kum:
İnternetin, iletişimdeki zaman sorununda birçok engeli ortadan kaldırdığına katılıyorum; ancak sosyal medyanın, sanatın tüm alanlarında etkili olduğu konusunda aynı düşüncede değilim. Bir resim ya da heykel, internet üzerinden bir fotoğraf ya da video gibi paylaşılsa bile onlar kadar etkili biçimde izlenemiyor. Cep telefonundaki beş santimlik görüntüye bakarak bir resmi değerlendirmek ne ölçüde mümkün olabilir ki? Sosyal medyayı kullanarak yüzeyde çok geniş bir alanda aktif görünen sanatçıların işlerinin ne kadar derinliğe sahip olduğu ise tartışmalıdır.
Giddens’in cümlelerinin her sanatçının eşit şartlarda yaşayıp ürettiği bilimkurgu bir dünyada belki karşılığı olabilir; ancak günümüzde böyle bir dünya yok. Özellikle “Toplumsal etkinliklerin, farklı zamanlar ve mekanlarda yerin özelliklerine zorunlu ve bağımlı olmadan biraraya gelebileceği” cümlesi itiraz gerektiriyor. Öncelikle, bu topraklarda ekonomik olarak çok küçük bir koleksiyoncu topluluğuna bağımlı ve farklı mekânlara gidebilmek için ise dolu bir cüzdan ve (dağ gibi bir) vize engelini aşma zorunluluğu olan sanatçıların, bu cümleye dâhil olabilmeleri mümkün değil. Kamu ya da özel sektör fonlarının geniş olanaklarından yararlanan, hiçbir engelle karşılaşmadan sınırları aşan ve gittikleri ülkelerde ellerindeki paranın alım gücü, bir anda beş kat artan Avrupalı sanatçılar ile, bunları hayal bile edemeden kendini geliştirmeye çalışan Türk (ya da savaş, ekonomik sıkıntılar ya da kültürel önyargılarla boğuşmak zorunda olan herhangi bir 3. dünya ülkesi) sanatçıları hangi zaman ve mekânda, hangi koşullar altında buluşabilirler ki?
Bu durumda, Türkiye için merkez olan İstanbul’un dünya ölçeğinde taşra olduğu söylenemez mi?
Şevket Arık:
Bu duruma belli oranda katılmaktayım. Yine de sanal ortamda var olmanın sadece bir işaret etkisi yarattığını düşünüyorum. Aslını göremediğin ve deneyimlemediğin birçok anı ve görseli sadece işaret etmekte. Görünürlük açısından evrensel bir varoluş olanağı olsa da sanatsal süreçte yapıt, her zaman somut bir varoluş alanı kurgular. Zaten bianeller, fuarlar ve sergiler yapmanın temel durumu da bu somut varoluş alanını merkezin içine katmaktır. Sosyal medya ve sanal ortamlar her sanatçıya görünürlük katabilir; ancak yine de bir gerçekleşme alanı olmaktan çok uzaktır. Bence sanat merkezden uzak her yerde üretilebilir; ancak tarihte de olduğu gibi yine merkezde varoluş alanını bulur. Bu arada merkezin bu varoluş alanı için harcadığı çabayı ve sanata alan açma dinamizmini de dile getirmek isterim.
Çağdaş sanatın mekan, coğrafya, beden, cinsiyet, etnisite, kimlikler ve kamusal alan ile ilgilenmesi, liberal politikaların kültür üzerindeki etkileri ve zaman — mekanı yeniden örgütlemesi sanatçının konumunda nasıl sonuçlar açığa çıkarmıştır?
Fırat Engin:
Sanatçı inisiyatifleri, kolektifler veya yerel sokak sanatı örneklerinin çoğalması buna iyi bir örnek. Türkiye’de birçok ilde çeşitli oluşumların hızla var olması senin de dediğin gibi çağdaş sanatın mekan, coğrafya, beden, cinsiyet, etnisite, kimlikler ve kamusal alan ile ilgilenmesi ve liberal politikaların kültür üzerindeki etkileri üzerinden açıklanabilir.
Burhan Kum:
“Mekân, coğrafya, beden, cinsiyet, etnisite, kimlikler ve kamusal alan” kavramları literatüre küreselleşmeyle birlikte girdi. Günümüzde uluslararası sermayenin finansal desteğini alamayan bir bienal ya da uluslararası bir serginin gerçekleşme olasılığı yoktur. Hükmettiği finansal gücün etkisiyle sanatın dilini de belirleyen küresel sermaye neyi değiştirmek, bozmak, parçalamak ve yeniden biçimlendirmek istiyorsa onu sanatçının önüne bir kavram olarak koydu. Bugün güvencesiz, esnek zamanlı bir işgücü olarak sanatçı sermaye için ideal bir hizmetli konumundadır. Sermaye, dönemsel olarak kullanımına cevap veren ürünler ortaya koyan sanatçıdan ‘geçici hizmet’ alırken aynı sanatçının yaşam, entelektüel birikim ve üretim koşulları söz konusu olduğunda hiçbir sorumluluk üstlenmediğini görüyoruz. Bu durumda kısa vadede olumlu bir değişim beklemediğim için korkarım yakında piyasada yalnızca aileden zenginliğe sahip sanatçılar kalacak.
Şevket Arık:
Bu sorunun açılımları çok. Genel bir cevap vermek gerekirse; yukarıdaki benzeri kavramlar, sanatçıyı güncel evrensel ortama bağlayan gerekçeler olarak ortaya çıkarıyor. Ayrıca yaşanılan coğrafyaya göre kendiliğinden sonuçlar ve zorunluluklar yaratarak birçok sanatçıya doğal bir pozisyon kazandırıyor. Bu da günümüzde sanatı gerçek ve gerçeklik zorunluluğu olarak gören sanatçılara açılımlar sunuyor. Sonuç olarak herkes varoluş noktasını bir konumlanma stratejisine çevirip kendini merkezle ilişki halinde tutmak istiyor.
Ali Şentürk:
Batı sanatında neredeyse 1960’lardan bu yana çok güzel malzeme ve biçimlerle bu konular işlendi. Türkiye’de bu konuyu işleyen sanatçılar acıyı müze camının ardına koyarak, kentsel dönüşümün izlerini parlak malzemeler ile kaplayarak galeride o acının nedeni olan kişilere tekrar hazırlıyorlar. Bu konuda bireysel üretimleri değil daha çok kollektif üretimleri takip etmeyi seviyorum. Türkiye’de 2000’lerde kollektif üretim çok güzel bir hız kazandı. Sanatçılar tek bir beyin olduğunda çıkan işler satışa hazır, temiz, risksiz değil aksine tekinsiz, güçlü ve kaygısız sorular soran üretimlere dönüyor. Yukarıda bahsettiğim bölüm Türkiye sanatında bireysel herkesin bu şekilde ürettiğini söylemeye değil genellikle buna yaklaştığını anlatmaya çalışıyor. Halen kaygılar barındırmadan bu konuları ustalıkla işleyen çok başarılı sanatçılarımız var.
“Başkent Ankara’da hala bir modern sanatlar müzesi yok!”
Döne Otyam:
Merkezde oldukça etkin bir aktör olarak hem merkezde hem de merkez dışında sanata olanak sunan çeşitli oluşumlar gerçekleştiriyorsunuz. Ankara’da m1886, İstanbul’da Abitus Sanat Projeleri ve Mardin’de Mardin Bienali’ni bunlara örnek olarak verebiliriz. Sanat ve sanatçı bağlamında merkez — merkez dışı bağlantısı için neler düşünüyorsunuz?
Malum merkez İstanbul. Büyük Britanya’da Londra ya da Almanya’da Berlin’in olduğu gibi. Ama aradaki fark, bazı batı ülkelerinde diğer eyaletler ve kentlerde de müzelerin ve galerilerin var olması ve nicelik olarak çok sayıda serginin açılması. İstanbul’da, Anadolu’dan kopuk bir sanat ortamı var ve buna diğer büyük kentler de dahil. İstanbul dışında olup bitenin hiçbir değeri yok. Sanatçılar mecburen kendilerini İstanbul’da göstermek zorundalar. Başkent Ankara’da hala bir modern sanatlar müzesi yok, bırakın Anadolu’yu. Bir avuç kişi merkez dışında çabalıyor. Bu çabalar Türkiye’ye yayılmadıkça ben umutsuz görüyorum. Ancak merkez dışından son yıllarda müthiş sanatçıların çıkması da beni çok heyecanlandırıyor. Şimdilik bazı sanat yarışmaları, seçkiler aracılığıyla olsa da gençler seslerini biraz olsun duyurabiliyorlar.
Peki bu alanları, oluşumları kurma, yürütme ve yeni sanatçıları sanat dünyasına çıkarma konusunda yaşadıklarınızdan bahsedebilir misiniz?
Büyük zorluklar yaşadım. Özetle bu… Örneğin Mardin Bienali’ni 10. yılına bir avuç arkadaşımla taşırken yaşadığımız zorluklar anlatmakla bitmez. Hala da önümüzü görmemek de cabası. Tamamen bireysel çabalarla geldik 10. yıla… Yeni sanatçıları sanat dünyasına çıkarmak benim için biraz iddialı; ama yine de örneğin Mardin Bienali’nde genç sanatçılara destek veriyoruz. Bunun örneklerini Mardin Bienali’nin dört edisyonunun içeriğine bakarak, kolaylıkla görebilirsiniz. Daha da birçok şey yapılabilir ama bunu belirli bir sayıyla yapmak olası değil.
Günümüz sanatında, sanatçı merkez ilişkisini ele alırken, merkezde yaşamayan sanatçılar merkezde işlerini sunma ve başarılı olma konusunda neler yapabilirler?
Çoğu genç sanatçı için bu ilişkiler çok zor; ancak merkezde yaşamayanlar için görünür olmak çok daha zor. Sanat ortamı artık şov dünyasına dönüştü. İyi bir PR’ı yoksa sanatçının görülür olması neredeyse imkansız. Umarım bu anlamda gerçekten işini iyi yapan galeriler çoğalır ve genç sanatçılara bu olanağı sunarlar. Öte yandan sanatçılar da sadece merkezi hedeflemeyi değil, bulundukları bölgede işler üreterek, orayı dönüştürmeye başlayarak da işlerini sunabilir ve bu anlamda dikkatleri çekebilirler.
Çağdaş sanatın mekan, coğrafya, beden, cinsiyet, etnisite, kimlikler ve kamusal alan ile ilgilenmesi, liberal politikaların kültür üzerindeki etkileri ve zaman — mekanı yeniden örgütlemesi sanatçının konumunda nasıl sonuçlar açığa çıkarmıştır?
1960’lardan bu yana artan oranda çağdaş sanat, bahsettiğiniz konular ile ilgilenmekte. 1960’lı yılların sanat akımlarından tutun da günümüze gelen süreçte feminizm, performans sanatı ya da etnisiteye dayalı işlerle kamusal alan — özel alan arasındaki sınırlar üzerine çalışan sanatçılara kadar büyük bir toplam var elimizde. Öte yandan liberal politikaların birer gişe sergisi gibi gördükleri merkezi bienaller, geniş ölçekli sergiler ve festivalleri, eleştiri, protesto ve tepkiden içeriği boşaltılarak birer pop-up sergi niteliğini taşımaktalar. Hiçbir zamansal ve mekânsal arka planı olmaksızın kurumsal eleştirel bir bakışı içermeyen bir sanat tanımı önermek, ister istemez bazı sanatçıların bu yönde çalışmalarına neden olmuştur/olacaktır. Sanatçı eğer üretim yaptığı piyasa koşullarını, çevresini ve sermayesini düşünmeye başlamışsa, o zaman, ürettikleri bir fotokopi cihazı çıktıları haline dönecektir. Bunun aksi biçimde düşünen ve hareket eden sanatçılarsa, sanat tarihinde hak ettikleri yeri alacaktır.
“Bu söyleşinin orijinal hali Istanbul Art News, Ekim 2018 Sayı:55 Piyasa Ekinde yayımlanmıştır.”
Söyleşiyi beğendiyseniz aşağıdaki 👏🏻‘a istediğiniz kadar tıklayabilir ve yazının diğer insanlara ulaşmasına daha fazla katkıda bulunabilirsiniz.