Hayvana Şiddet Ne Demek?

Gülce Özen Gürkan
VeganAbolisyon
Published in
8 min readJun 15, 2020

Gülce Özen Gürkan

Sosyal medya platformlarına hemen her gün hayvanların canlarının acıtıldığı ya da öldürüldüğü anlara dair yeni görüntüler ekleniyor. Nadiren yapılan şeyle övünme amaçlı yüklenmekle birlikte, bu görüntülerin çoğu, hayvana o anda yapılanlara karşı tepki uyandırmaya yönelik işlevselleştirilmeye çalışılıyor. Yani, aslında toplumun önemli bir kısmı, hayvanlara şiddet uygulamak istemiyor. Sokak hayvanları aktivistlerinin kedi ve köpeklere, çok sayıda vegan aktivistin de ayırt etmeden tüm hayvanlara acı çektirilme ve öldürülme görüntülerini paylaşma sebebi de, toplumun aslında hayvana şiddet uygulamak istemediğine dair güven. Öyleyse, bu görüntülerle birçok kez etkileşime geçmelerine rağmen, insanlar hayvanları damak, giyim ve eğlence gibi zevklerine alet etmeye neden devam ediyor?

Saniyede binlerce hayvanın insan zevkleri için katledildiği bir çağda yaşadığımıza göre, hayvan hakları konusunda kayda değer bir yol aldığımız henüz söylenemez. Dolayısıyla, içinde yaşadığımız toplumun vegan ya da navegan birer üyesi olarak, hayvanlara dair ahlâki perspektifimiz, üzerine önemli bir yol alınmış insan hakları meselelerine karşı ahlâki duyarlılığımızla kıyaslanamayacak kadar ilkel bir düzeyde. Şiddet olgusunu ve bu olgunun temel haklarla bağlantısını insanlarla ilgili meseleleri merkeze alarak tanımlamaya başladık; zihnimiz de ister istemez bu eksende çalışmaya devam ediyor. Keyfî/dayanaksız/rastgele şiddeti insan ya da insan harici hiç kimse için doğru bulmadığımıza göre, belki çözümlemeyi insan hakları üzerinden yapıp, bulduklarımızı hayvan hakları üzerinden değerlendirmek — her durumda işe yaramamakla birlikte — hayvana uyguladığımız şiddetin aslında ne olduğunu ve neden artarak devam ettiğini anlamamıza yardımcı olabilir.

Toplumdaki Ahlâki Konum, İnsan Köleliği Benzeşimi, Şiddet

Şiddet kavramını geçtiğimiz yıllarda yazdığım bir yazıda temelde Arendt ve Butler’ı referans alarak çözümlemeye çalışmıştım; ancak bu yazıda, şiddeti, hak kavramı ışığında alınan yol üzerinden incelemek istiyorum. Şu an, hayvanlara yaptığımız hak ihlâli, insanların geçmişten bugüne birbirlerine uyguladığı/uygulamakta olduğu hak ihlâlleri içinde, en çok köleliğe benziyor. O yüzden, köleliğin içindeki asıl şiddet unsurunu tespit edip, bu sistemin haksızlığa uğrattığı insanlarla biraz da olsa bağ kurabilmek, hayvanlara uygulanan şiddetin aslında ne olduğunu sezmemizi sağlayabilir.

Öncelikle, birçok kişinin işyerinde uğradığı haksızlığı köleliğe benzeterek kullandığı “ücretli kölelik” benzeşimini, bizim üzerinde duracağımız asıl kölelikten, yani “menkûl mülk” statüsünden ayırmak gerek. Eğer Osman adlı kişi Ayşe adlı kişinin kölesiyse, bunun anlamı, Osman’ın Ayşe’ye ait bir mülk olduğu; Osman’ın bir makine, bir vasıta, bir eşya, sıfatına lâyık görüldüğü; Osman’a ait ne varsa aslında Ayşe’ye ait olduğu; Ayşe’nin, Osman’ın bedenini ölü ya da diri hâliyle kullanma hakkına sahip olduğudur. Bununla da kalmaz; Ayşe, sahip olduğu bir başka köleyle Osman’ı çiftleştirerek, doğacak çocukların bedenlerini de ölü ya da diri hâlleriyle kullanma, istediği ikinci üçüncü şahıslara da kullandırma veya satma hakkına sahiptir. Osman’ın ve Osman’dan doğanların hakları yoktur; Ayşe’nin onlar üzerinde sahiplik hakları vardır. Tıpkı Ayşe’nin kendi piyanosu ya da klozeti üzerindeki sahiplik hakları gibi.

Şimdi, kendimizi Osman olarak, ya da Osman’dan doğan bir çocuk olarak düşünelim. Kendi yaşamımızı planlamak bir yana dursun, bir saniye sonra başımıza ne geleceğini bilmiyoruz. Bedenimize korkunç ağrılar verecek bir iş mi yüklenecek, artık işe yaramadığımız için öldürülecek miyiz, bize verilen bir işi kaldıramadığımız için mi öleceğiz, bilmiyoruz. Bize daha iyi ya da daha kötü davranacak bir sahibe satılacak mıyız, bilmiyoruz. Geçmiş ya da gelecek planları yapabilecek bir konumumuz yok; yapamıyoruz. En uzun vadeli planımız, bir gün daha hayatta kalabilmek.

İkinci senaryo. Kölelik düzeni yok. Mehmet ve Aslı tartışıyorlar. Aslı bir noktada fiziksel şiddet eğilimini açığa çıkararak Mehmet’e bir yumruk atıyor. Mehmet de Aslı’yı mahkemeye veriyor. Aslı Mehmet’e tazminat ödüyor ve özür diliyor. Kendimizi Mehmet’in yerine koyalım şimdi; yumruk yemek de kötü bir deneyim olsa gerek, değil mi? Hele de tanıdığımız birinden.

Mehmet’in şiddet gördüğünü biliyoruz. Osman’ın şiddet görüp görmediğini bilmiyoruz. Hâl böyleyken, ikisinden birinin hayatını yaşamak zorunda kalsanız, hangisini seçerdiniz?

Muhtemelen çoğumuz Osman’ın yerinde olmak istemeyecek. Mehmet, şiddet görmüş olmasına rağmen, Osman’a kıyasla daha sağlam bir zemine basıyor. İhlâl edilmiş dahi olsa, Mehmet’in hakları var; bu haklar sayesinde toplum içinde daha güvenli, korunaklı bir statüde. Osman’ın ayakları ise boşlukta; hakları olan ve birbirinin haklarına saygı göstermekle yükümlü tutulan bir toplumda yeri yok; çünkü hakları yok. Çeşitli hakların doğduğumuz andan itibaren bize atandığı, henüz kazanılmamış haklarımızın ise mücadelelerinin verildiği toplumlarda yaşayan bizler; Osman’ın durumundaki tuhaflığı sezebiliyor muyuz? Yaşamasına veya ölmesine, bedeninin bütün kalmasına ya da parçalanmasına (örneğin Ayşe, Osman’ın böbreklerini satmak isteyebilir) yanıbaşımızdaki biri tarafından karar verilmesindeki çaresizliği sezebiliyor muyuz? Kendi geleceğini kurma şansı verilmemesindeki, o âna sıkıştırılıp kalmasındaki, tüm bunların bir hastalığın ya da bir doğal âfetin değil, gücü elinde bulunduran birilerinin keyfî kararların sonucu olmasındaki tiksindirici çarpıklığı sezebiliyor muyuz? Eğer sezebiliyorsak; hayvanların içinde bulunduğu statüyü anlamaya bir nebze olsun yaklaşmış olabiliriz.

Hayvana Bakınca Ne Görüyoruz? Şiddet Nerede Başlıyor?

Gelelim hayvanların statüsünün insanlara atanan köle statüsünden farklarına. Öncelikle; hayvanlara dair yapılan temel kategorik ayrımlardan biri, o hayvanın yiyecek kaynağı olarak kullanılıp kullanılamayacağı. Etinin, yumurtasının yenip yenmediği. Sütünün içilip içilmediği. Hangi organlarının sindirilebilir/yararlı olduğu. İnsan türü dışında bir hayvansanız, türünüze ya da içine doğduğunuz / içinde “üretildiğiniz” coğrafyaya göre, bu sorunun cevabı değişiyor. Ancak sorunun kendisi aynı kalıyor. Nasıl bir muamele göreceğiniz, bu sorudan sonra geliyor. Yenmenize karar verildiyse, örneğin iyi muamele sayılan bir şekilde, bir gaz odasında öldürülüp yakılarak yenebilirsiniz, ya da kötü muamele örneği olarak, birileri sizi yerken sonuna kadar canlı bırakılabilirsiniz. Bunların hepsi, en baştaki sorudan sonra gelen olasılıklar.

Birilerinin size baktığında kendisine ait bir hayatı olan bir yaşam formu değil de, kesilip kullanılacak deri, kemik, et, organ, yağ parçaları gördüğünü hayâl edebiliyor musunuz? Örneğin insan yiyen seri katil Hannibal Lecter’ı anlatan korku hikâyelerini okuyup izlediyseniz hayâl edebiliyorsunuzdur. Kendimiz için korku hikâyelerine konu olanlar, insan harici hayvanlar için normal addettiklerimiz. Öyleyse, bedenimizin birilerinin keyfi için parça parça kullanılmasının normal olduğu bir toplumdaki varlığımızı hayâl edebiliyor muyuz? Belli ki edemiyoruz; çünkü edebildiğimiz anda hayvanların bedeninden elimizi ve zihnimizi anında çekerdik. Hayvanlara yaptığımız haksızlığın boyutları, içimizdeki az ya da çok bulunan adalet duygusunun her zerresini harekete geçirirdi; kendimize ve birbirimize duyacağımız tiksintiden ne yapacağımızı şaşırırdık.

Hayvanların insan elinden gördüğü şiddetin kökeni, bu kavrayamazlık olsa gerek. Hayvanların da sinir sistemi olduğunu, acı çekebildiklerini, yaşamlarına değer verdiklerini biliyoruz; ama bu bilgilerle bedenlerini parça parça düşünmek arasındaki bağı kuramıyoruz. Nasıl ki üç yaşında bir çocuğa insan yaşamından ve acı çekebilirliğinden bahsettiğimizde, bunu bir bilgi olarak alır ama tahayyül edemez; oyun olsun diye kardeşinin ya da arkadaşının canını yaktığında bunu çocuğun suçu olarak değil bilemezliği olarak görürüz; biz de hayvanlara karşı benzer bir zihinsel aşamadayız. Hayvanların bedenlerini yiyecek ve giyecek kaynağı olarak görmemizdeki çarpıklığı kavrayamıyoruz. Bir aslanın bir diğer aslanı elde etmek için onun çocuklarını öldürmesini örnek almıyoruz da, ceylanı yemesini örnek alıyoruz. Hayvanların ölü bedenlerini ağzımızda çiğnememeye dair bir argüman bizi etkilediğinde, bunu haftada bir kez denemek, ya da “daha iyi hayatlar verdiğimiz” hayvanların ölü bedenlerini çiğnemek gibi fikirler yürütüyor, bu fikirlerin peşinden gidiyoruz.

Hayvan Haklarında Neredeyiz? Nereye Varmamız Gerekiyor?

Hayvanları düşürdüğümüz durumu kavrayabilmemiz için, toplumda hayvana dair düşünce biçiminin köklü bir değişim geçirmesi gerekiyor. Bu değişim, insan toplumunun başaramayacağı bir şey değil. Ortaçağlarda, Avrupa’da, halkın gözü önünde, devlet tarafından suçlu olduğuna karar verilen insanların kafaları kesiliyor, bedenleri yakılıyor, esnetilerek parçalanıyor, başı eziliyor, ölene kadar kaynatılıyor, kazığa geçiriliyor, tekerleğe dolanarak ölene kadar kemikleri kırılıyor, ters asılıp testereyle ikiye bölünüyor, çarmıha çivilenerek asılıyordu. Normal addedilmenin ötesinde, birçok kişi için seyirlik birer eğlence olan bu ritüelleri şu an okurken bile zorlanıyoruz. İşkence ve ölüm cezası kültürü sona ermedi belki; ama artık normal karşılamıyor; örneğin Türkiye ceza hukukuna idam cezasının geri getirilme ihtimâline mümkün gördüğümüz her kanaldan tepki veriyoruz. Ahlâki kavrayışta aldığımız bu upuzun yol, alabileceğimiz yolu da müjdeliyor bir yandan.

Evet, bu yolu hepbirlikte katedebiliriz; ama bunu ancak yolun ne olduğunu ve ne olmadığını tespit edebilirsek yapabiliriz. Hayvanlarla ilgili duyarlılığımız şu an hangi noktada? Bir hayvanın acı çektiğini görmek istemiyoruz; bunu sevmiyoruz. Öldürmemiz gerektiğinde bile — gerekliliğin ne olduğuna çoğunlukla gelişigüzel bir şekilde karar veriyor olmamız ayrı bir sorun kalemi olmakla birlikte — ölürken acı çekmelerini istemiyoruz. Burası toplumun çoğunluğu olarak şu an içinde bulunduğumuz duyarlılık noktası. Varmamız gereken nokta ise, bir hayvanın bedeninin insan kullanımına açık bir nesne olabileceği fikrine karşı gereken tiksintiyi duyduğumuz nokta. Bu noktaya tek tek gelemeyiz; bugünün veganları da bu noktada değiller zaten; mevcut dünya düzeninde o tiksintiyi hissetmek, bize dünyada yaşayacak alan bırakmaz, muhtemelen akıl sağlığımızı tamamen kaybetmemize sebep olurdu. Oraya ancak düşüncelerimizi ve pratiklerimizi uyum içinde dönüştüre dönüştüre, birlikte varabiliriz. Bu uzun bir süreç; kısa bir yolu yok; bununla birlikte, kaybedecek zaman da yok.

Yola Hangi Araçlarla Çıkmamız, Hangileriyle Çıkmamamız Gerekiyor?

Gelelim hedefimize ulaşmak için kullanabileceğimiz araçlara. Fikir ve söylemlerin toplumda yayılması ve tartışmaya açılması için kullanılan medya, içinde yaşadığımız çağda, görsel ve duysal ağırlıklı. Buradan yola çıkan hayvan hakları aktivistleri, hayvanlara uygulanan şiddeti protesto etmek ve sebeplerini ortadan kaldırmak için 1980lerden bu yana hayvanlara mezbahalarda ve deney laboratuvarlarında uygulanan fiziksel şiddeti görüntüleyerek, bu görüntüleri topluma ifşâ etme yolunu seçmişler. Bu görüntülere toplumun verdiği tepkiler, hayvan deneylerini sonlandırmak, mezbahalarda öldürülen hayvanların ise öldürülene kadar daha az acı çekmeleri üzerine yapılan kampanyalara vesile olmuş. Neden deneylerde kullanılan hayvanlar ve mezbahalarda öldürülen hayvanlar için aynı talepte bulunulamamış? İnsanlar neden kullandıkları kozmetiklerde deney için hayvan kullanılmamasını talep ederken, mezbahalarda katledilme görüntülerini izledikleri hayvanları yemeyi bırakamamışlar? Hayvanları yemek için ya onları öldürmemiz, ya da canlı canlı parçalamamız gerektiği açık değil mi?

Çünkü, hayvana şiddet videoları, hedef noktamıza değil, zaten içinde bulunduğumuz noktaya işaret ediyor. Bizlere “hayvanlara acı çektirmek yanlış ama acı çektiriyoruz, onlara ne yapıyorsak bunu acı çektirmeden yapmamız gerek” diyor. Böylece, bizler hayvanlar için kendimizce harekete geçip, “iyi hayatlar” olarak tanımladığımız hayatları yaşattığımız hayvanlar üzerinden beslenmeyi tercih ederken, hayvanlara dair ahlâki düşünce biçimimiz bir arpa boyu yol dahi alamıyor. Üstelik, yeterince ilerlediğimiz yanılsamasına kapılarak, hareket etmeyi de bırakıyoruz. Hayvanların bedenlerini insan zevkleri için kullanmama üzerine kurulu yaşam biçimi olan veganlığın, 1944’ten beri yayılmaya çalışılmasına rağmen, toplumda hâlen çekinilerek savunulmasının en önemli sebeplerinden biri de bu.

Kimi vegan aktivistler, insanların bu videolar sayesinde vegan da olabildiğini söylüyorlar. Elbette, bir süreliğine, neden olmasın? Mesela, “hayvanlarına gözü gibi baktığını” iddia eden bir çiftlik sahibi, bu veganları, o şiddet görüntülerinde uygulanandan çok daha farklı, şiddetsiz bir biçimde hayvan kullanılabileceğine iknâ edene kadar. Önce vegan olup, bir süre şiddet görüntülerinin getirdiği perspektifle hayvan hakları savunmasının ardından “organik süt” ve “serbest gezen tavuk yumurtası” olarak lanse edilen hayvan kullanımı ürünlerini kullanmaya başlayan öyle çok kişi var ki. “Köydeysen gerek yok ama şehirdeysen vegan ol” şeklindeki, hayvan kullanımının bazı biçimlerinde sıkıntı olmadığına dair zaten yaygın olan düşünceyi iyice yerleştiren söylem öyle yaygın ki. Tıpkı hayvana şiddet görüntülerinin kendileri gibi, bu görüntülerin harekete geçirdiği insanların tutarsız söylemleri de bizi yolumuzda yürümekten alıkoyup, yerimizde saydırıyor.

Bu durumda, hayvan hakları aktivizminde hayvan görüntüleri içeren görsel malzeme kullanmamak mı gerekiyor? Elbette hayır; ancak, hayvan hakları fikrini nasıl yayacağımıza dair düşünce biçimimizi değiştirmek gerekiyor. Daha doğrusu, ilk karşılaştığımız, en kolayımızda olan, üzerine düşünmediğimiz görselleri bir yana bırakıp, hayvan bedenlerinin insanların yiyecek ve giyecek kaynağı olarak görülmesindeki yanlışlığın kendisini nasıl yansıtacağımızı, buradaki tuhaflığı, çarpıklığı nasıl sezdireceğimizi, bu çarpıklığa dair gereken ahlâki tiksintiyi nasıl uyandıracağımızı çözmemiz gerekiyor. İhtiyacımız olan çözüme elbette mezbahadan görüntü alma fikri kadar kolay ulaşamayacağız; çünkü mezbaha görüntüsü zaten sahip olduğumuz ahlâki görüşün doğal bir sonucu, ancak bize lâzım olan, varmak istediğimiz ahlâki görüşün yolunu inşâ edecek nitelikte görüntüler. Sadece görüntüler de değil; yazılar, sunumlar, müzikler, bu yolda araçsallaştırabileceğimiz her şey.

Yolu Birlikte Katedelim.

Hayvanlar adına yanlış olanın norm olduğu bir dünya düzeninde, hayvanlar için doğru olanı yapabilmek adına yaşamlarını değiştirmiş vegan dostlarım; bu derece önemsediğimiz hayvanlar için, sizleri bir kez daha zihnimizi açmaya; hedefimize giden yollar üzerine bir kez daha, gerek kişisel gerekse birlikte düşünmeye; hepimizde farklı farklı biçimlerinin bulunduğuna inandığım yaratıcılığımızı bu düşüncelere bir kez daha, var gücümüzle yöneltmeye davet ediyorum. Bizler, insanların hayvanları düşürdüğü korkunç durumu kavramaya en yakın noktadayız; hayvanlara uygulanan şiddetin ne kadar ustaca saklandığını, üç vakte satacağı ya da keseceği ineğin başını okşayan çiftçi görüntüsünün, sakin sularda sandalına oturup sessizce balık tutan balıkçı görüntüsünün arkasındaki şiddeti ve bu şiddetin kökenini bildiğimiz için veganız. Şimdi bu bilgiyi tüm açıklığıyla, tüm ağırlığıyla, tüm soğukluğuyla yayma zamanı.

--

--

Gülce Özen Gürkan
VeganAbolisyon

Adalet ve özgürlük denince aklıma ilk gelen site: www.VeganOluyorum.com / A website to help you do the right thing for animal rights: www.HowDoIGoVegan.com