Ilımlı Vegan: Hayvan kullanımıyla araya duvar çekememek

Berk Efe Altınal
VeganAbolisyon
Published in
11 min readAug 14, 2023
Ilımlı Vegan, Oben Budak. 2023. Kapak: Cansu Özcömert. Müptela Yayınları

Veganlık üzerine yazılan kitapların sayısı ve çeşitliliği gittikçe artıyor. Hayvan haklarının felsefi arka planını ve diğer hak mücadeleleriyle ilişkilerini tartışan kitaplar, bitkisel beslenmenin insan sağlığı üzerine olumlu etkilerini anlatan rehberler, pek çok insanın aklına takılan sorulara yanıt veren giriş kitapları ve vegan aktivizmin nasıl yürütülmesi gerektiğine dair öneriler sunan çeviri ve özgün yapıtlar geçen yıllarda ardı ardına yayınlandı. Oben Budak’ın yakın zamanda piyasaya çıkan Ilımlı Vegan başlıklı kitabıysa, bu kategorilerden farklı olarak navegan bir dünyada vegan yaşam ve bitkisel beslenme hakkında kişisel deneyimleri üzerinden düştüğü birtakım notları içeriyor.

Budak, kitabın birçok yerinde kitabı yazarken net doğru ve yanlışlar sunma niyetinde olmadığını, daha ziyade kendi deneyimlerini, bulduğu çözümleri ve vardığı sonuçları paylaşacağını söylüyor. Bununla birlikte, kitabın, navegan okurların hayatlarına dokunmasını, hayvansal ürün kullanımına dayalı alışkanlıklarını değiştirmeseler bile sorgulamalara başlamalarına vesile olmasını dilediğini belirtiyor. Bu yüzden, bitkisel beslenme ve hayvansal ürünler çevresinde dolaşan kişisel anlatıya naveganların aklına sık sık takılan “Bitkilerin de canı yok mu?” tarzı soruların yanıtlandığı kısa bölümler eşlik ediyor.

İp üstünde yürümek

Kitap, vegan olmanın en zor tarafının navegan insanlarla kurulan sosyal ilişkiler olduğu tespitiyle başlıyor. Sosyal ortamlarda insanların sorduğu kendini tekrarlayan ve iyi niyet taşımayan sorular, kalabalığa ayak uydurmamaktan kaynaklanan sosyal dışlanma ve birçok kişinin — beslenme hakkında kasıtlı olarak bilgisiz kaldıkları halde — hayvansal ürünler tüketmeyi reddeden kişinin sağlığı ya da bedeni hakkında yorum yapmayı kendine hak görmesinin yarattığı zorluk ve stres tarif ediliyor. Bu durumun yarattığı stres hem kişinin bireysel olarak bunlara maruz kalmasından kaynaklanıyor hem de insanların bu konuya böylesi düşmanca ve bilgisizce bir yerden yaklaşması hayvanlar açısından büyük bir umutsuzluğu beraberinde getiriyor.

Budak bu noktada, kitaba adını veren ve ana fikrini oluşturan bir tespitte bulunuyor; yazara göre insanların veganlık fikrine bu derece mesafeli durmalarının önemli bir sebebi veganlığı katı, zevksiz, çilekeş bir hayat olarak görmeleri. Budak, bu fikrini bir cambazlık metaforuyla görselleştiriyor (s. 24); birinin bize iki gökdelen arasına çekilmiş bir ipte yürümemizi teklif ettiğini hayal etmemizi istiyor. Bu öylesine absürt bir fikir olacaktır ki, zihnimizde hızlı bir şekilde inkar mekanizması çalışır ve bu fikri kafamızda ölçüp biçmeye bile zahmet etmeyiz. Ancak, diyor yazar, size ipte nasıl yürüneceği anlatılsa, dengede durmak öğretilse, aşağıya bir güvenlik ağı kurulmuş olsa belki hemen reddetmek yerine bu deneyimin zevkli olabileceğini hesaba katar ve denemeyi gerçekten düşünürsünüz.

Bu üzerine düşünmeye değer bir metafor, hayvansal ürün kullanımının çok yaygın olduğu, bir yandan çok sıradan bir yandan da arzu edilir sayıldığı bir toplumsal yaşamda “vegan olmalıyız” ifadesine birçok kişinin “evet, bu ahlaken makul görünüyor ancak pratikte uygulaması mümkün değil ya da çok fazla ekonomik imkan gerektiriyor” şeklinde tepki verdiğini vegan aktivist olan herkes deneyimlemiştir. Ahlaki önermelerle, bu önermeyi nasıl pratik yaşama dökeceğimiz bilgisi olmadan karşılaşan pek çok kişi hızla önermenin kendisini reddetme yoluna gidebilmekte. Bu yüzden vegan aktivizmin önemli bir kısmı da vegan pratiklere ilişkin bilgileri derlemek ve ulaşılabilir hale getirmeyi içeriyor. Birçok vegan Instagram ve Tiktok üzerinde kendi vegan yaşam pratiklerine ilişkin paylaşımlar yapıyor, Facebook ve Discord üzerinde vegan pratiklerin paylaşıldığı topluluklar inşa ediliyor ve yine veganların ve vegan olmak isteyenlerin bir araya geldiği Vegan Piknik gibi yüz yüze etkinlikler düzenleniyor. Fakat yazarın bahsettiği bunların hiçbiri değil.

Budak kendi kurduğu metafordan bambaşka bir sonuca varıyor ve problemin bazı veganların (yazarın taktığı isimle enveganların), vegan pratikler konusundaki katılığı olduğunu öne sürüyor. Kendisini, hayvanların canı kurtulsun diye çare arayanlardan olarak tanımlayan Budak, çare olarak veganların bakış açılarını yumuşatmalarını öneriyor, böylelikle diyor, insanlar veganlığı imkansız olarak görüp uzaklaşmak yerine kendilerini rahat hissedip cesaretlenecekler. Kitaba ismini veren ılımlı veganlık da buradan geliyor, yazarın “aklımdaki tam olarak buna benziyor” diyerek Jonathan Safran Foer’den yaptığı alıntıyla ılımlılık “arada yalan söyleyen dürüst insanlar, zaman zaman et yiyen vejetaryenler” olmayı içeriyor.

Kaçamaklar

Takip eden sayfalarda yazar, sonu daima bir hayvansal ürünü tüketivermesiyle biten bir dizi hikaye anlatıyor; et suyu içeren mercimek çorbası, yemeğin sonunda sofraya sipariş edilmediği halde geliveren bir dondurma, arkadaşlarının doğum günü pastası, aç kaldım diye yenilen pizza dilimi, üzerine yumurta sürülmüş ekmek dilimi, ikram edilen bir kadeh şarap, sigara ardından uzatılan ve içeriği incelenmeden yenen bir parça çikolata, bir daha ne zaman Paris’e gelirim ki denilerek yenilen ekler, vitamin niyetine arada bir çatalın ucuyla yenen beyaz peynir derken liste uzayıp gidiyor. “Canım çekecek bir pozisyonda kalırsam yerim valla.” diyor yazar “Hiç acımam. Yılda birkaç kez onları peynir ya da çikolata formunda aldattığım için tüm hayvanlardan özür dilerim. Bazen de doğum günü pastası formunda tabii.” (s. 102).

Yazar, bu durumun kendisinden ibaret de olmadığını, örneğin bir davette karşılaştığı bir blogger’ın gün boyu hayvansal yiyecekleri deneyip akşam veganlığı övdüğü bir video çektiğine şahit olduğunu ya da akşama kadar veganlık hakkında konuştuğu bir İspanyalı gencin akşam “başka ülkelere gidince farklı yiyecekler deniyorum” diyerek gyros (Yunanistan’da yapılan döner benzeri bir et yemeği) yediğini, kendini vegan olarak tanıtan bir başkasının sadece Yunanistan’da diye “deniz ürünleri” tabağı sipariş ettiğini, yine bir başkasının ton balıklı sandviç yediğini anlatıyor (s. 89 ve s. 102). Yine kendine vegan diyen ama sofraya et ya da balık gelince “arada bir bunlardan da yiyorum” diyerek ortamı idare eden arkadaşlarından bahsediyor (s. 90).

Kitabın bir yerinde Gary L. Francione’un “veganlık bir kısıtlama değildir, bir keyiftir” sözüne atıf yapıyor. Kitabın tanıtımı için hazırlanan afişlerde de “Veganlık sevdiğin şeylerden vazgeçmek değil, hayatın tadını çıkarmaktır” yazmakta. Afişi ilk gördüğünüzde, vegan olduğunuzda sevdiğiniz hiçbir şeyden vazgeçmeniz gerekmeyeceği, çünkü tamamının bitkisel alternatifleri de olduğu söyleniyor sanıyorsunuz. Ancak kitapta, arka arkaya hayvansal ürün tüketimi içeren kaçamaklar anlatılırken “dünyanın bütün yükünü ben sırtlamak istemiyorum” diyor, “hayattan zevk almak istiyorum”. Böylelikle, Francione’un kastettiğinin aksine, tutarlı bir vegan yaşam bir çeşit çilekeşlik olarak tanımlanırken, hayvansal ürünlerle kaçamak yapmak hayattan keyif alabilmenin bir ön koşulu haline geliyor. Veganlık, sevdiğin (hayvansal) şeylerden vazgeçmek değil, aslında arada bir onları tüketerek de vegan olabilirsin, zaten bunu yapmamak aşırıya kaçmak ve hayatı bir çileye çevirmek olur denmiş oluyor bu anlatılanlarla.

Yazar bu hikayeleri bir “günah çıkarma” olarak anlatmadığını söylüyor. Bunlar, kafaya takmamak gereken birer kaçamak olarak tanımlanıyor. Kitabı okuyan naveganların veganlığın zor ve erişilmez katılıkta bir yaşam tarzı olduğu şeklindeki inançlarının değişeceği, böylelikle veganlığın altında yatan ahlaki argümana kulak kabartarak “belki ben de yapabilirim” diyecekleri düşünülüyor. Yani bunlar bir “kaçamak” olarak anlatılsa da, bir yandan aslında veganlığı böyle gevşek bir yerden tanımlamanın ahlaken daha doğru olduğu, çünkü bunun daha fazla insanın veganlığın (en azından bu versiyonunu) benimsemesiyle sonuçlanacağı söylenmiş oluyor.

Ancak hiçbiri bir “zorunda kalma” haline dayanmayan, tamamı alışkanlıklar, merak ya da hayvansal ürünleri tüketme deneyiminin o anda getireceği hazla ilişkili bu kaçamak hikayelerinin ardından kulak verilebilecek bir ahlaki argüman kalmıyor. Veganlığı şekillendiren en basit ilkeyi, “ortada böyle bir eylemi gerekçelendirebilecek güçlü bir zorunluluk durumu olmadığı halde hayvanlara zarar vermek ve hayvanları öldürmek yanlıştır” şeklinde düşünürsek, bu örnekler tam da bu ilkeyi yürürlükten kaldırıyor.

Paris seyahati esnasında ünlü bir ekleri yemenin getireceği bedensel ve zihinsel hazla, eklerin üretimi esnasında zarar gören inek ve tavukların (süt ve yumurta içerdiğini varsayıyorum) çıkarları bir teraziye koyuluyor ve merak ya da bir an sonra yok olup gidecek damak tadının hayvanların çıkarlarından daha önemli olduğuna karar veriliyor. Bu zaten navegan dünyanın kurucu ilkesi; insanların damak zevki gibi yaşamsal olmayan bir çıkarı karşısında hayvanların hayatta kalma ve başkasının malı/kaynağı olmama gibi temel çıkarlarının değerlerinin sıfır olması.

Aslında yazar birkaç yerde, bu kaçamakları gören naveganların kendisini eleştirdiğinden ve bu çelişkilere işaret ettiğinden bahsetmiş, buna karşılık kendisinin sadece bir insan olduğunu ve elbette hayattan zevk almaya hakkı olduğunu, sürekli et yiyenlerin bu konuda kendisini eleştirmeye hakkı olmadığını anlatıyor. Üstelik böyle yaptığında karşısındakine veganlığın aslında zor olmadığı, zevklerinden vazgeçmesine gerek olmadığı izlenimini verdiği kanısında. Ancak, yemek sofrasında hayvansal ürünler yemesini ağır bir biçimde eleştiren (özellikle kuzu yiyenleri çok ağır eleştirdiğini ifade ediyor yazar) birini, gecenin ilerleyen saatlerinde keyif alarak dondurma yerken gören bir naveganın “veganlık aslında o kadar katı bir şey değilmiş, vegan olmayı düşünebilirim” gibi bir kanaate kapılması bana hiç de mümkün görünmüyor. Daha büyük olasılık, kendisine vegan diyen kişinin bile veganlığı o kadar da ciddiye almadığını görüp konuyu tamamen önemsiz görmesi olacaktır. Bu kitabı okuyan bir naveganın da farklı düşüneceğini hayal etmekte zorlanıyorum.

Et ve diğerleri

Yazar söz konusu et yemek olduğunda bu sınırı çok daha katı çekiyor, arada bir et yiyenlerin kendine vegan diyemeyeceğini (s. 87) ve bunu yapan kişileri tuhaf bulduğunu (s. 88) söylüyor. Fakat bu kaçamakları et tüketerek yapmakla, diğer hayvansal ürünleri tüketerek yapmak arasında nasıl bir fark olduğunu açıklamakta zorlanıyor. Kitapta aktarılan bir hastanede eşlikçi olma hikayesinde yazar, açlığın da etkisiyle servis edilen etli patlıcanın sebzelerinden yediğini ve gün boyu süren bir rahatsızlık hissettiğini anlatıyor. Gyros yiyen İspanyalı üzerine düşündüğü paragrafta, “Ben nasıl hiçbir şey yoksa peynirli bir şey bulup yiyor ya da zaman zaman tatlı krizime engel olamayıp vegan olmayan şeylerden bir çatal alıyorsam, böyle bir yapı da gerçek olabilir belki” diyor “Fakat et yemek başka bir level sanki. Eğer arada bir et yiyebiliyorsan konudan çok uzaklaşmışsın demektir. Hayvansal ürünlerin tamamını yemeye devam ederek vegan anlayışına geçmek iç rahatlatmaktan başka bir şey değil sanki” (s. 89).

Bu paragraf, kitaptaki ılımlılık anlatısı boyunca odanın ortasında duran file işaret ediyor; yazar için uzun yıllardır sürdürdüğü vejetaryenlik etik bir ilke anlamı taşırken diğer hayvansal ürünlere ilişkin benzer bir ilke değil, bir opsiyon söz konusu. Kaçamak tercihleri, bu ürünleri tüketmemek daha iyi ama tüketmek de çok mühim değil, esas olan ölü hayvan bedenini doğrudan yememek gibi bir önerme ortaya çıkarıyor. Avrupa’da oldukça yaygın olan, azaltmacılık ya da fleksitaryenlik gibi isimler takılan yaklaşım bu ve yazarın aktardığı deneyimlerde bu durum çok açık bir şekilde görülüyor. Yazar kendi durumunu ılımlı vegan olarak adlandırıyor, ancak düşünme biçimi büyük oranda vejetaryenliği yansıtıyor.

Kilit noktalardan biri, yazarın akşamdan kalma olarak uyandığı ve canının hamburger çektiği hikaye, bir süre dışarıdan burger sipariş vermeyi ölçüp tartıyor, ancak sonra mutfakta bulduğu bir paket patates cipsiyle aşermesini bastırıyor. Ardından da, aslında istediğinin et değil tuz ve yağ olduğunun farkına vardığını ifade ediyor. Bu deneyimden çıkarılan sonuç diğer hayvansal gıdalara da genellenebilir, ancak yazar bu durumun etrafından dolaşıyor ve et ile diğer hayvansal ürünler arasında koyduğu ayrımla hiçbir zaman yüzleşmeden kitabı sonlandırıyor. Paris’e gelmişken bir de kaz ciğeri yiyeyim dememesi, ancak Paris’e gelmişken ünlü pastanenin eklerinden yemeliyim demesinin altında yatan düşünsel süreci asla sorgulamıyor. Oysa problem o kaçamakları yaptığı anda değil, tam da bu kaçamağı arzu edilebilir ve zevk alınabilir kılan bu düşünsel süreçte yatıyor.

İçinde bulunduğumuz şartlar ve karşı karşıya kaldığımız uyaranlar bizde öylesine hızlı duygusal tepkiler yaratır ki, bazen bunların otomatik ya da doğal oldukları inancına kapılır, bunların sorgulanmasını aşırı buluruz. Bunu yaparken, çoğu zaman ortam ve şartlar ile duygular ve tepkiler arasındaki bir basamağı görmezden geldiğimizi unuturuz. Bu basamak bizim farkında olarak ya da olmayarak benimsediğimiz düşünce kalıplarıdır. Aynı uyaranların (diyelim ki döner kebap kokusunun) bir kişide arzu diğerinde tiksinti ya da bu kebabı yapmak için öldürülen hayvanlara üzülme hissini yaratması benimsedikleri düşüncelerden kaynaklanır. Bu düşüncelerin her zaman apaçık farkında olmayız.

Vegan olmaya karar verdikten sonra, kökü binlerce yıl öncesine dayanan ve hayatımızın her bir köşesine nüfuz etmiş türcülükle hemen hesaplaşmamış olduğumuzun farkında olmamız, hayvan hakları kuramını dikkatle çalışmamız, bu yüzden önem taşımakta.

Hayvanların birer mal ve kaynak olmadığını anladığımızda, bir anlık damak zevkimizin, yiyeceklere ya da başka deneyimlere dair meraklarımızın, alışkanlıklarımızın ya da bireysel ve toplumsal geleneklerimizin hayvanların nesneleştirilmelerinden daha önemli olmadığı düşüncesini içselleştirdiğimizde sözü edilen hayvansal ürünler artık arzu edilir gıdalar ya da hayattan zevk almayı sağlayan araçlar olmaktan çıkıyor. Bunun için hayvan haklarını benimsememiz, hayvanların bedenlerini ve beden çıktılarını canımız istediğinde ya da böylesi daha kolay geldiğinde elimizi uzatabileceğimiz bir zevk repertuarı olarak görmekten vazgeçmemiz gerekiyor. Hayvanların yaşamlarının bir değeri varsa, onları kullanmakla aramıza bir duvar örmeliyiz.

Ilımlı naveganlık, aşırı “enveganlık”

Ilımlı Vegan, hayvanları keyfi bir biçimde (canımız öyle istediği için, öyle alıştığımız için ya da merak ettiğimiz için) kullanmanın yanlış olduğu şeklindeki vegan ilkeyi önemsizleştiriyor ve et ile diğer hayvansal ürünler arasına net bir ayrım koyuyor. Bu durumun sonucunda, tutarlı bir veganlık da ekstrem bir yerde konumlanıyor. Yani, bir dilim peynirli pizzaya “hayır” demek pek tabii veganlığın kendisiyken, birden böyle bir tavır enveganlık olarak aşağılanıyor ya da vegandhilik olarak yüceltilerek dışlanıyor (ikisi de yazarın ifadeleri).

“Belki de kendime vegan dememeliyim” diyor yazar bir yerde, ama sonrasında “ılımlı vegan” etiketiyle bir çözüm buluyor içinde bulunduğu ikileme. Böylece hayvan kullanımının reddini aşırılık olarak gören ana akım ideoloji yeniden üretiliyor.

Hayvan kullanımını bir spektruma yerleştirip, bazı keyfi kullanımların hoş görülebilir olduğunu söylemeye başladığımızda, hayvan kullanımına dair ahlaki bir sınır çizmenin herhangi tutarlı bir yolu kalmıyor. Paris’e giden birinin ekler yemesi kabul edilebilir bir şeyse, neden herhangi bir gün hayvansal şeyler yemek kabul edilebilir olmasın? Bu soru sorulduğu anda, yazarın savunduğu biçimiyle veganlığın, herhangi bir tutarlı tarafı olmayan, büyük oranda hayvanlara yönelik duygusal hislerden neşet eden, kendi takipçileri tarafından dahi ciddiye alınmayan irrasyonel bir duyarlılık olarak görülmesi oldukça beklendik bir durum.

Yazar kendisi de, ne zaman buluşsalar hayvan parçaları yiyen arkadaşlarının aslında başkalarına kıyasla ne kadar az et tükettiklerinden dem vurduklarını anlatıyor kinayeli biçimde. Ben de yıllar içinde vegan stantlarda ve gündelik yaşamda birçok naveganın “başkalarına göre daha az et yediğini” söyleyerek kendi konumunu savunduğuna şahit oldum. Fakat “hayvansal ürünleri tüketmek genel olarak yanlış olsa da hayattan zevk almak için de biraz tüketmek gerekiyor” diye bir ahlaki görüşü “ılımlı görüş” olarak kabul etmek tam da bu kaygan zemini hazırlayan şey. Bu görüş, tutarlı bir veganlığı “aşırıcı” bir tutum olarak resmederken, farkında olarak veya olmayarak Peter Singer gibi düşünürlerin “bilinçli/vicdanlı hepçillik” gibi isimler taktığı duruşu makul bir duruş olarak merkeze koyuyor (İşin ilginç tarafı, Singer da benzer şeyleri anlattığı bir röportajında Paris’e giden birinin hayvansal peynir tükettiği Paris istisnasından söz ediyor.). Sonuçta “veganlar bile” biraz hayvansal ürün tüketmekte sakınca olmadığını söylemeye başladığında, konuya yabancı bir kişinin hayvanların mal ve kaynak olmadığını söylemeyi aşırılık olarak görmesi neredeyse kaçınılmaz hale geliyor.

İşin aslı, bir hayvanın yaşamının değerinin Paris gezisinde bir merakı gidermekten daha önemsiz olduğunu söylemek o kadar da “ılımlı” bir şey değil. Paris’te, belki HappyCow’a girip vegan ekler aramak aşırılık, “enveganlık” sayılırken, söz konusu ekleri “hiç acımadan yemenin” ılımlılık sayılması, vegan olmaya karar vermiş kişileri bile etkileyebilen türcü ideolojinin ve hayvanların bu dünyada insan zevki ve meraklarını tatmin etmek için var oldukları şeklindeki insan üstünlükçü anlayışın bir neticesinden başka bir şey değil.

Her yıl yüz milyarlarca hayvanın insanlar tarafından dünyaya getirilmesi, sömürülmesi ve öldürülmesinin altında tam da, insan keyif ve alışkanlıklarının hayvanların tüm haklarından daha önemli olduğu anlayışı yatıyor. Bu anlayışı “hayattan zevk almak” gibi kişisel, ya da “veganlığı böyle daha kolay yayarız” gibi ulvi amaçlarla “ılımlı” şekillerde yeniden üretmek hayvanları mal ve kaynak statüsüne bir kez daha hapsediyor.

Destek ağları

Kitapla ilgili yazıyı sonlandırmadan önce, kitabı okumuş ve “peki yazarın bahsettiği durumlarda ne yapacağız” diye sormakta olan kişiler için birkaç not eklemek istiyorum.

Konforlu bir vegan yaşam çoğu zaman hazırlık yapmaktan geçiyor; navegan dünyanın her zaman her imkanı sunmayacağını öngörmek ve önlem almak işin anahtarı. Tanımadığınız bir yere gidecekseniz, öncesinde neler yiyebileceğinizi kontrol ediyorsunuz ya da çantanıza ne olur ne olmaz diye birkaç atıştırmalık koyuyorsunuz. Tatlı krizi yaşayacağınız bir ortama giriyorsanız önceden içerik listesini okuduğunuz bir paket çikolata yanınızda oluyor. Bir yere seyahat edecekseniz oradaki vegan seçenekleri araştırıyor, gerekirse gittiğiniz yerdeki veganlarla iletişime geçiyorsunuz. Dünyanın hayvan sömürüsünün normal sayıldığı bir şekilde dizayn edildiği ortada, böyle bir dünyaya adım atarken hazırlıklı olmak şart.

Her zaman her soruna kendi başımıza yanıt bulamayız, böyle zamanlarda da internetteki destek ağlarından başka veganlara soruyoruz. Bir aktivistin, “benim durumumdaki biri vegan olamaz demeyin, sizin durumunuzda vegan olan birini arayın” dediğini hatırlıyorum. Askerde vegan yaşayan, hapishanede vegan yaşayan, deprem bölgesinde afet kurtarma ekibinde ağır çalışmalar yaparken vegan olan… Çözülemez görünen problemleri sizden önce yaşamış ve baş etmiş birileri oluyor, önemli olan yapamam demek yerine nasıl yaparım diyerek hareket etmek.

Vegan olmak hayvan haklarının gereği olmasının yanında, çilekeşliğin aksine, son derece keyifli ve sağlıklı da bir yaşam. Arada bir kaçamak yapıp hayvan haklarına hiçbir katkısı olmayan özürler dilemek yerine, türcü olmayan bir dünyayı inşa ederken karşımıza çıkan bitkisel lezzetlerden kendimize hem âdil hem de konforlu, hem maceraperest hem de huzurlu bir koza örebiliyoruz.

Hayvan refahı ideolojisinin hakim olduğu Avrupa’nın birçok yerinde kendisine vegan deyip kaçamaklar yapanların delik deşik kozalarının aksine, Türkiye’de vegan koza sapasağlam; tutarlı sözler ve pratiklerle kazandığımız her vegan bu kozayı büyütüyor. İçtiğimiz, gezdiğimiz, çalıştığımız, sosyalleştiğimiz her an birbirimizden destek alıyor, kendi ufak zevklerimiz için hayvan bedenlerine el uzatmayı aklımızdan dahi geçirmiyoruz. Budak’ın çok önemsediğinden bahsettiği hayvanları kurtaran da, böylesine tutarlı, tavizsiz ve güçlü bir vegan hareketin kanatlanması olacak.

--

--