Mücadeleler Birleşir mi?

Gülce Özen Gürkan
VeganAbolisyon
Published in
10 min readJul 13, 2022

Son dönemde insan hakları ve hayvan hakları mücadelelerinin devlet tarafından her alanda zora sokulduğuna şahit oluyoruz. Mücadeleler elbette doğası gereği toplumlar ve yönetimlerle yaşanan uyuşmazlıklar sonucu ortaya çıkar ve mücadele tarihi süregelen bir dönüştürme çabasına yönelik kimi zaman ağır bilançolar da getiren çatışmalarla doludur; bununla birlikte, yönetim otoriterleştikçe aktivistlere daha az alan bırakıldığı da apaçık ortada. Barış sürecinin askerî müdahaleyle sonlandırılmasına bir metinle tepki gösteren akademisyenlere dava açılması, Onur Yürüyüşü 2015'ten beri çeşitli bahanelerle zaten yasaklanıyorken bu sefer de Onur Haftasının tamamen yasaklanması, 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşlerine birkaç yıldır düzenli olarak gelen polis müdahaleleri, İstanbul Sözleşmesinden çıkma çalışmaları, üniversitelere dışarıdan yapılan rektör atamalarına tepki gösteren öğrencilere ve akademik personele sert polis müdahaleleri ve açılan davalar, basın mensubu tutuklamaları, Gezi tutuklamaları, müzisyen tutuklamaları, sosyal medyada görüş beyanı tutuklamaları ve son yıllarda gerçekleşen daha birçok baskı unsuru, bu alanlarda hareketli olan ya da harekete geçmek isteyen çoğumuzun elini kolunu bağlıyor; bizi nefessiz bırakıyor.

Vegan aktivistler olarak, hayvan meselesinin ve bununla bağlantılı olarak veganlığın devlet tarafından henüz yeterince politik görülmemesinin de etkisiyle, aktivizm için diğer mücadelelere nispeten daha fazla alan sahibi olmamızdan ve bu alanlarda hareketin hızla büyümesinden biraz da olsa umut ve güç alıyoruz. Alıyorduk. Şimdiye kadar. Son zamanlarda veganlıkla ilgili münferit gibi görünen, ancak bir arada düşünüldüğünde endişe verici olabilen birtakım olumsuz gelişmeler yaşanmaya başladı. Bazı milliyetçi ve muhafazakâr parti ve gruplar, veganlığı “din düşmanlığı” ve “topluma yapay et yedirme çabası” gibi tuhaf yakıştırmalar ve komplo teorileriyle birlikte anarken, Tarım ve Orman Bakanlığı, “şekil benzerliği” gibi kimseyi ikna etmeyen bir gerekçeyle vegan peynir satışına yasak getirdi. Yaşanan son gelişmelerden biri de, Vegan Yaşam Kampından gelen şu açıklama oldu:

İşletmelerden durumun kampla ilgili olmadığı, ruhsat problemleri olduğu gibi farklı açıklamalar gelmesi, kampa gidecek olanlara meseleyle ilgili çok az açıklama yapılması gibi çelişkili durumlar da söz konusu olmakla birlikte, bu yazı kapsamında Vegan Yaşam Kampı organizasyonunun yukarıdaki açıklamasını esas almak istiyorum. Kaldı ki, verdikleri bir röportajda, jandarmanın vegan kampı “bir değişik” bulup engellemeye çalıştığını itiraf ettiğine dair bir beyanları var; ülkeye hâkim olan yasakçı ve otoriter zihniyet elbette jandarmalara kadar gitmiş, birçok memur gibi onlar da “yasal anlamda hiçbir hakları olmayan bir engelleme girişimini başka yollarla gerçekleştirme” konusunda epeyce normalleştirme ve pratikten geçmişlerdir. Her ne kadar birlikte aktivizm yaptığım arkadaşlarım kamp durumundaki belirsizlik ve iletişimsizlikten rahatsız oldukları için kendilerini güvende hissettikleri bir çadır alanına gitme kararı aldıklarında telefonda “hain” ilân edilip kamptan dışlanmış olsalar da, organizasyonun bu hatasıyla kampın maruz bırakıldığı ayrımcılığı ayrı tutmayı doğru buluyorum.

Vegan Yaşam Kampı’nın bu açıklaması üzerine bir başka veganın yazdığı tweet, büyük tartışmalara yol açtı:

Aynı kişi, attığı tweet dizisinde, vegan stantta gökkuşağı bayrağı açılmasını da şu sözlerle eleştiriyor:

Bu tweet dizisi defalarca alıntılandı; haklı bulanlar, yarı haklı bulanlar ve tamamen haksız bulanlar oldu. Benim ise şöyle bir çıkarımım var: İçinde bulunduğumuz baskı ve şiddet ortamı, hepimizin kafasını karıştırıyor ve normal şartlar altında kaçınacağımız sonuçlara varıyoruz. Kimimiz hayvan haklarını insan haklarının üstünde tutuyor, kimimiz ise tam tersini yapıyor. Hayvan Haklarına Abolisyonist Yaklaşım biraz daha objektif ve elmayla armutu birbirinden ayrı tutabilen bir analize olanak sağladığı için, böyle zamanlarda da sağduyuyu korumaya yardımcı oluyor; o yüzden, aynı şartları paylaşıyor olmakla birlikte, kuramın sağladığı perspektifi aktarmanın açmaza doğru giden bu duruma çözüm üretmemizi sağlayabileceğini düşünüyorum.

Öncelikle, en keskin görünen cümlede gözden kaçırılan noktayı konuşalım. “Irkçı bir veganı vegan olmayan bir lgbt destekçisine tercih ederim” cümlesinde, görünürde, tercihe konu edilen iki taraf da bir ayrımcılığın faili. Üstelik, saniyede binlerce hayvanın insan zevki ve alışkanlıkları için katledildiği düşünülürse, vegan olmayanın dahil olduğu ayrımcılık çok daha büyük ve korkunç görünüyor. Bununla birlikte, ayrımcılıkların toplumsal normlar içindeki yerleşiklik seviyesi ve mücadelelerden elde edilen kazanımların kişiler düzeyinde yarattığı dönüşüm gibi önemli etmenler, meselenin iki faili suçun büyüklüğüne göre teraziye koymaktan daha fazlasını gerektirdiğini gösteriyor. Toplumun hayvanlara karşı işlemekte olduğu suçun büyüklüğü ve yerleşikliği, onu aynı zamanda görünmez yapan şey; yani, insan haklarına dair birçok konuda duruş sahibi olan, hattâ düzenli olarak harekete geçen birçok kişi, hayvan meselesine dair yanlışını görmekte zorlanabiliyor. Üzerine yine ayrımcılığın yaygınlığı ve yerleşikliğiyle gelen, “ya besinsizlikten hasta olursam veya ölürsem?”, “ya bütün arkadaşlarımı kaybedersem?”, “ya tutunduğum inançlarımı kaybedersem?”, “ya yalnız kalırsam?”, “ya bu kadar büyük bir değişimi kaldıramazsam?” gibi, her veganın yersiz olduğunu bildiği, ama vegan olmadan önce en az birini yaşadığı kaygılar da binince, diğer tüm konularda “iyi insan” olarak tanımladığımız kişilerin, aynı tanıma uygun olarak anında vegan olmaları beklentimizi karşılayamadıklarını görebiliyoruz. Bu beklentimiz sonsuza kadar karşılıksız kalmayacak elbette; vegan sayısı arttıkça veganlık temelli hayvan hakları fikri toplumda gittikçe daha çok yer bulacak ve herkesin hayvanlara dair düşünce ve davranışları da veganlık fikrine daha yakın duracak. Yani, toplumda vegan sayısı arttıkça veganlık daha da kolay yayılacak. O durumda muhtemelen insan hakları savunucuları da diğerlerinden önce vegan olacak. Bunun işaretlerini şimdi dahi görebiliriz; LGBTİ+ hareketindeki vegan sayısı diğer çevrelerdekine fark atmış olsa gerek ki, dünyanın çeşitli kısımlarında zaman zaman veganlara aynı zamanda LGBTİ+ olup olmadıkları soruluyor; iki hareketi birbirine karıştıranlar oluyor. Gezi parkında da vegan mutfakla LGBTİ+ mutfak birbirine yakındı; o keşmekeş içinde dahi bizden bilgi alıp vegan olanlar olmuştu.

Bir kişinin LGBTİ+ fobik olması, ırkçı olması vs. vegan olmasına elbette engel değil; ama bir kişi, vegan olarak aksi yönde en önemli adımı attığı türcülüğü de dâhil olmak üzere, tüm ayrımcı görüşlerini gidermek için kendisini eğitmekle yükümlü. Hayvanlara insanlara borçlu olduğumuzdan daha azını borçlu değiliz ama bunun aksi de geçerli. Hissedebilen tüm varlıklara karşı, onları gereksiz yere incitmemekle yükümlüyüz. Atı inekten, erkeği kadından, natrans kadını trans kadından, heteroseksizmi eşcinsellikten, baskın sayılan etnisiteyi azınlık sayılandan üstün tutmamakla yükümlüyüz. Ötesinde, baskıya ve şiddete uğrayanın, ötekileştirilenin haklarını savunmakla, seslerini yükseltmekle, onlar ses çıkaramadığında sesleri olmakla yükümlüyüz. Bunlar “aktivist” adı altında sorumluluk yüklenenlerin değil, hepimizin topluma karşı görevleri. Görevinin farkında olmayanı görevi konusunda bilgilendirmek de bir diğer görevimiz. Biz bu görevlerin farkında olmazsak, elimizi taşın altına koyup toplumu elbirliğiyle dönüştürmezsek, ne insanlar ne de hayvanlar kurtulur.

Buradan mücadeleleri birleştirmemiz gerektiği sonucunu mu çıkarmalıyız? Aktivistleri ikileme düşüren meselelerden biri de bu. Şunun farkına varmak gerekiyor: Irkçılık karşıtı mücadeleyle cinsiyetçilik karşıtı mücadeleyi tamamen birleştirmek nasıl mümkün değilse — zaten fail taraf oldukları ve failliklerini meşru gören bir paradigmada yetiştikleri için cinsiyetçilik karşıtı mücadelenin öznesi natrans heteroseksüel erkekler olamaz; ırkçılığa erkekler de maruz kaldığı için ise, ırkçılık karşıtı mücadeleyi sadece kadınlar yürütemez; o yüzden iki mücadele tamamen birleştirilemez — insan hakları mücadeleleriyle hayvan hakları mücadeleleri de tamamen birleştirilemez — LGBTİ+ bireylerin, ırkçılığa maruz bırakılanların, göçmenlerin, mültecilerin de herkes gibi vegan olması beklenir, ancak hakları vegan olup olmadıklarına bakılarak savunulamaz. Kaldı ki, kesişimsellik, son derece yanlış kullanıldığı üzere, “birlikte mücadele” demek değil, bir ayrımcılıkla mücadele alanında başka bir ayrımcılığa uğrayanların (örneğin ırkçılıkla mücadelede kadın olarak, feminist mücadelede siyah olarak ayrımcılığa uğrayan siyah kadınların; ya da LGBTİ+ hareketindeki Türklerden ve Kürt hareketindeki heteroseksistlerden ayrımcılık ve şiddet gören Kürt LGBTİ+ların), iki ya da daha fazla ayrımcılığın kesişim kümesinde olma durumunu “bütünleşik” değil “ayrıca” tanımlama çabasıdır. Hayvanlar, insanlar tarafından kullanılarak ayrımcılığa uğrarlar; uğradıkları bu ayrımcılık, kendileri için cinsiyetçilik ya da ırkçılık gibi bir diğer ayrımcılık alanıyla kesişmez. Türcülüğün yanı sıra cinsiyetçiliğe uğrayan hayvan yoktur. Bizler, aktivizm yaptığımız alanlarda insanlara yönelik herhangi bir ayrımcılığa izin vermeyen güvenli alanlar yaratmaya çalışmak suretiyle “hayvan meselesine yönelik kesişimsel” bir mücadelede bulunmuş olmuyoruz. Hayatımızın her alanında yapmamız gerektiği üzere, hayvan hakları aktivizmi yaparken de, zaten hemen her zaman kesişimsel olan insan haklarına dair sorumluluğumuzu yerine getiriyoruz.

İnsan hakları ve hayvan hakları mücadelelerinin birleştirilmesi çabası bir kaçınılmaz sonuca daha gebedir: Türcülük, kendisine en yakın yoğunluktaki insan hakları ihlâlinden dahi açık ara farkla derindir; bu derinlik zorunlu bir derinliktir; aksi hâlde hissedebilen varlıkların saniyede binlercesi insanların basit zevkleri için doğurtulamaz, işkenceler içindeki yaşamlara mahkûm edilemez ve katledilemezdi. İnsanların çoğunun, bir saniye dahi empati kurduğu bir hayvanın gözlerinin önünde zarar görmesine dayanamayacak, her gün tabağına ölüsü gelen hayvanların bu süreçteki kesimlerine dair görüntülerden travmatize olacak kadar hassas yaratıklar olduğunu hatırlayalım. Yolda görseler başını okşayacakları hayvanların o katledilmiş bedenlerinin derilerini, kaslarını, kemiklerini, iç organlarını, tüylerini, yavrularını besleme sıvılarını, üreme döngülerini günlük yaşamlarının vazgeçilmez bir parçası hâline getirmek için öyle derin, toplumun öyle içine işlemiş bir gerekçeye/mecburiyete/ayrımcılığa/yalana ihtiyaçları var ki, türcülük dediğimiz bu gerekçeden/yalandan vegan olduğumuzda dahi kolay kolay kurtulamıyoruz. Saniyede binlerce hayvan gözümüzün önünde katledilmediği (ve kurban bayramı gibi gözümüzün önüne geldiği zamanlarda kamplara sığındığımız), her birinin yasını lâyıkıyla tutamadığımız, ama Hande Kader’in ve Pınar Gültekin’in işkence görerek katledilmesinin yasını tutabildiğimiz, bir sonraki kötü haberden önce öfkemizi ifade edecek birkaç gün/saat/dakika dahi olsa bulabildiğimiz için, insan haklarına dair mücadele isteğimiz hayvan meselesine baskın çıkabiliyor. Üç dört günlük bir vegan kamp programında, doğrudan ve sadece veganlık temelli hayvan hakları üzerine sadece bir iki sunumla yetinip, diğerlerini insana yönelik ayrımcılıklar üzerine kurabiliyoruz. Hele de bu ayrımcılıklardan birinin doğrudan hedefiysek, hayatımızda bu ayrımcılığa karşı mücadelenin yeri hayvan meselesinin üzerine doğallıkla çıkabiliyor.

Hayvanlar kendileri için böyle bir mücadele veremiyor. Bu durumda, hayvanların haklarını kim savunacak? Hayvan haklarını, onların haklarına saygı duymanın asgarisi olan veganlığı yaygınlaştırmayı kim önceliği hâline getirecek? Oysa, keyfi olarak insanlara şiddet uygulamanın zeminini, çocukluktan itibaren keyfî olarak hayvanlara şiddet uygulama pratiğiyle oluşturmuyor muyuz? Diyelim ki birçok insan hayvanları sağlığının bozulacağından korktuğu gerekçesiyle kullanıyor; mangal başında ya da et lokantasında hayvanların kaslarına organlarına bu mecburiyet sebebiyle ağlayarak diş geçiren, ineğin yavrusuna ürettiği süte el koyduğu için peynir yerken rahatsız olan kimseyi tanıyor musunuz? Demek ki, hayvanları sağ tutarak ya da öldürerek kullanmaktan kendimize zevk çıkardığımız, bu zevki normalleştirdiğimiz bir toplumsal düzende yaşıyoruz. Bu norm değişmedikçe, insanların birbirlerine uyguladıkları keyfî şiddet ve ayrımcılığı geri dönüşsüz bir biçimde ortadan kaldırmak elbette mümkün olamayacak. Hayvana şiddeti böylesine meşrulaştıran ve görünmezleştiren bir toplumda yaşamaktan aldığımız pay olan ve veganlıkla bile tam olarak iyileşmeyen türcülüğümüz, hayvan haklarını kendi içinde yeterince politik bulmadığımız bir perspektif getiriyorsa ve bundan kurtulamıyorsak, en azından hayvana yönelik ayrımcılık ve şiddetin insana yönelik ayrımcılık ve şiddete de kaynaklık ettiğini hatırlayarak, hayvan meselesini merkeze almayı deneyebiliriz.

O zaman ne yapalım? Vegan standa hiçbir zaman gökkuşağı bayrağı koymayalım mı? Buna dair çok güzel bir anımız var. 2015'te, Onur Yürüyüşü’ne gidip daha metrodan iner inmez hayretler içinde biber gazı yemeye başladığımız günün ertesi günü, Efe’yle (Berk Efe Altınal) açtığımız vegan standa gökkuşağı bayrağı koymuştuk. Bir yandan veganlık anlatıyor, bir yandan da biri bayrağı sorduğunda bir gün önce yaşananları aktarıyorduk. Daha sonra, Efe’yle konuşmaya gelen biri, bir önceki hafta standa gelip bizden veganlık dinlerken bayrağın orada olmadığını söyleyerek, bayrağı neden standa koyduğumuzu sordu. Efe ona önceki gün olanları kısaca açıkladıktan sonra, bu kişi, LGBTİ+ aktivistlerinin ramazana saygısızlık yaptığını, devletin haksız olmadığını düşündüğünü söyledi. Efe de, neden ikisinin birbiriyle hiçbir ilgisi olmadığını ve bu meselede LGBTİ+ hareketinin yanında durmak gerektiğini, tıpkı veganlık anlatır gibi, sakin sakin anlattı. Gelen kişi sonunda Efe’ye hak verdi ve detaylı açıklaması için de teşekkür etti. Yukarıdaki tweeti karşı çıkarak alıntılayanların bazıları, “gökkuşağı bayrağından tetiklenene zaten veganlık anlatılmaz” minvalinde ifadeler kullanmış; bahsettiğim stant deneyimi, yanlış bir genelleme yaptıklarını da gösterir nitelikte.

Bir diğer örnek de, yasaklanmasını devletin toplumsal dönüşüme attığı en büyük kazıklardan biri olarak gördüğüm Onur Haftası da dâhil olmak üzere, LGBTİ+ mücadelesi kapsamındaki etkinliklerde biz vegan aktivistlere hayvan hakları anlatmak için defalarca ortam sağlanması, bu anlatımlarda birçok LGBTİ+ aktivistinin vegan olması, birçoğunun da veganlığa dair önyargılarının kırılmasıdır. Yine aynı etkinlikler, bizler için de hayvan hakları anlatımında kullandığımız dilin LGBTİ+ hakları ve mücadelesi bağlamında daha kapsayıcı bir hâle gelmesine vesile olmuştur.

Yaşadığımız bu deneyimlerden benim çıkarımım şu oldu: Aktivizmimizi hayvan odaklı yapabiliriz ve yapmamız da gerekir. Bununla birlikte, özellikle kritik anlarda insan hakları mücadelelerine destek vermemiz, ve tıpkı hayvan haklarında olduğu gibi insan hakları mücadelelerine de doğru destek verebilmek için gereken kuramsal altyapıyı edinmemiz gerekir. Örneğin, bu altyapının eksikliği yukarıdaki tweeti atan veganda olduğu kadar, onu alıntılayan ve karşıt fikirde olan veganların çoğunda da fark ediliyor. Hiçbir mücadeleyi kuramsal olarak böylesine eksik ve derinliksiz savunularla ilerletemeyiz.

Bir diğer mesele de şu: Sosyalizm, anarşizm, kapitalizm, efektif altruizm gibi herhangi bir ekonomik/politik/toplumsal sistemi/yöntemi topluma öneriyor/savunuyor olabiliriz. Kendi hayvan hakları mücadelemizi bu öneri ya da savunuyla harmanlıyor da olabiliriz. Bununla birlikte, savunduğumuz sistem ya da yöntemi, “topyekün mücadele” çatısı altında, doğru ve yanlışları keskin ve kategorik olan hak savunularıyla aynı kefeye koyarak sunmak, farklı sistem ve yöntemlerden yana olanları ve onların savunularını dışarıda bırakmak (örneğin, iktisat profesörü bir vegan hayvan meselesine anti-kapitalizm dışında bir perspektiften bakıyor diye, kendi hattını anlatacağı bir sunum yaptırmamak, onun perspektifini tartışmaya açmayı reddetmek), bizim bir taban hareketi değil, amacı yerine kendi varlığını önceleyen, alışılşageldik bir örgüt gibi davrandığımızı gösterir. Hayvan meselesi politik olarak hak ettiği muameleyi gördüğünde, insan toplumuna dair sistem ve yöntem önerilerine uydurulmak yerine, kendisinin merkeze alındığı yeni bir kurulum üzerine yapılacak, insan-merkezli olmayan, açık ve tarafsız (insanın tarafını tutmayan) tartışmalara ihtiyaç duyulacaktır. Bu açıklığı ise, hayvan kullanımının sonlanmasını merkeze alan her fikri tartışabilen bir taban hareketi sağlayacaktır. Hayvan hareketi tarihi bize defalarca göstermiştir ki, haklar ve onların veganlık, ayrımcılık karşıtlığı vb. gereklilikleri gibi ortaklıklar temelinde çeşitlenen bir taban hareketi olmanın dışına her çıkış, hayvanların aleyhine işleyen bir yapılanmaya dönüşmüştür. Hayvanlara karşı sorumlu davranma niyetindeki her vegan aktivistin bundan kaçınması gerekir. Bunun anlamı, vegan sosyalistlerin, vegan anarşistlerin, vegan kapitalistlerin bir araya gelemeyeceği değildir; ancak, veganlara hayvan haklarıyla doğrudan bağlantısı olmayan herhangi bir sistem ya da yöntemi hayvan haklarının bütünleşik gereği olarak önermek kimsenin hakkı da haddi de olamaz, olmamalıdır.

Sözün özü: İnsanların ve insan harici hayvanların haklarına saygı duyduğunu iddia eden herkes, hayvan bedenlerini kendi malı ve kaynağı olarak kullanmamakla (yani vegan olmakla), sözlerini ve edimlerini ayrımcı ifadelerden arındırmakla, bunu yapabilmek için gereken kuramsal altyapıyı edinmekle doğrudan yükümlüdür. Bu yükümlülükleri yerine getirirken, ayrımcılık hedefi olma sebebiyle ya da hedefte olanlarla dayanışma amacıyla, üzerine toplumun diğer mensuplarını da bu yükümlülüklerden haberdar etme sorumluluğunu alanlar ise (bu kişilere “aktivist” demek mi doğru, yoksa diğerlerine “kendi sorumluluğunu başkalarının üzerine atan” demek mi, takdiri size bırakıyorum), odaklandıkları mücadelenin yanı sıra, kendi mücadele pratiklerinden ilham ve güç alarak, özellikle kritik zamanlarda diğer mücadelelere de destek verdiklerinde, önemli kazanımlar ortaya çıkabilir. Gelgelelim, hayvan hakları aktivistleri olarak, hayvan hakları mücadelesinin insan haklarına dair meseleler altında gittikçe göz ardı edilebileceği türcülük seviyesinde bir toplumun mensupları olduğumuzu unutmamamız, aktivizmimizi bu durumu gözeterek inşa etmemiz gerekir. Her halükârda, kimsenin insan ve insan harici hayvanlara dair temel haklar dışındaki değerlerini taban hareketine çatı yapmaya hakkı olmadığı gibi, kimsenin de bu değerleri ve daha da önemlisi, insan hakları mücadelelerini, hayvan hakları temelli taban hareketinden dışlamaya, hayvan hakları mücadelesini insanlara yönelik ayrımcılıkların bahanesi hâline getirecek konumları “önce hayvanlar” söylemiyle meşrulaştırmaya hakkı yoktur.

Hayvan hareketinden bahsediyorsak, elbette önce hayvanlar. Ama asla sadece hayvanlar değil, zaten/çünkü böyle bir şey mümkün değil.

--

--

Gülce Özen Gürkan
VeganAbolisyon

Adalet ve özgürlük denince aklıma ilk gelen site: www.VeganOluyorum.com / A website to help you do the right thing for animal rights: www.HowDoIGoVegan.com