Sokakta Yaşayan Hayvanlar Meselesine Abolisyonist Yaklaşmak

Gülce Özen Gürkan
VeganAbolisyon
Published in
10 min readJul 14, 2024

Bundan birkaç yıl önce aklımızın ucundan dahi geçmeyecek biçimde, gündemimizde hayvanların sokaklardan toplatılıp öldürülmesinin önünü açan ve birkaç gün içinde kabul edilmesi olasılığıyla yüreğimiz ağzımızda beklediğimiz bir yasa değişikliği önerisi var. 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanununda problemli görülen kısımlar üzerine yapılan eylemler ve ileri geri yol almalar elbette yeni değil, ancak işlerin bu noktaya kadar gelebileceğini tahmin etmiyorduk açıkçası. Tür ayırt etmeden tüm hayvanların haklarını savunma ve bu bağlamda da veganlığı yaygınlaştırma odaklı bir aktivizm yürüten bir vegan olarak, bir grup hayvanın türünü ve durumunu diğer hayvanların durum ve türlerinden ayrıca düşünmem gerekebileceği aklıma gelmemişti. İnsanlar tarafından hayvanın türüne göre değer hiyerarşisi içeren birtakım kampanyaları ayrımcı bulduğum için her zaman reddettim. Bununla birlikte, önümüze bırakılan bu saatli bomba sebebiyle meseleye dair tartışmayı genişletmek gerektiğini fark ettim. Bu yazı boyunca, konuya dair kendi düşünme sürecim ve Hayvan Haklarına Abolisyonist Yaklaşım (hayvan hareketinin merkezine hak-veganlık ilişkisini koyan yaklaşım) temelinde aktivizm yapan diğer veganlarla gerçekleşen sohbetler sonrasında yaptığım birtakım çıkarımları, henüz yeterince oturmamış olabileceğini de baştan hesaba katarak paylaşmak istiyorum.

Tek Konulu Kampanyalar ve Hayvanları Koruma Yasası Eylemleri

Öncelikle, yıllardır hayvan hareketinde uzak durmak gerektiğini anlattığımız ve sokakta yaşayan hayvanlar meselesiyle de ortaklıklar içeren Tek Konulu Kampanya (TKK) nedir, bir özetlemek istiyorum. Hayvanların kendi varoluşsal niteliklerinden kaynaklanan ve “içkin değer” olarak anılagelen değerlerini tanımak, yeme-içme, giyim ve ilgili tüm alanlarda hayvan kullanımını meşru gören bir toplumda henüz geliştirmediğimiz bir tutumdur. Zaten hayvanların içkin değerlerini kabul ediyor olsaydık, bu değeri hiçe sayıp onları kullanmazdık. Vegan olurduk. Hayvanları içkin değerleriyle değerlendirmediğimiz için, değer atamayı dışarıdan yapıyoruz. Hayvanlara değer biçme kriterlerimiz, onları kendimize ne derece yakın gördüğümüz, yaşadıkları ortam ya da fiziksel özellikleri sebebiyle ne derece sevimli bulduğumuz ya da romantize ettiğimiz, bedenimize temas etmelerinden ne kadar korktuğumuz ya da tiksindiğimiz, bedenlerini kullanarak elde ettiğimiz ürünlerden aldığımız keyifle ya da bu ürünlere yönelik alışkanlıklarımızla da bağlantılı olarak, onlara çektirdiğimiz çileleri görmezden gelmeyi ne kadar istediğimiz gibi birtakım soruların cevaplarına göre ortaya çıkıyor. Örneğin, bir köpekle bir farenin, ya da bir inekle bir sineğin yaşamlarını aynı değerde görmemiz oldukça zor. Bu zorluktan veganlar da muaf değil üstelik; aynı toplumda, aynı değerlerle büyüdükten sonra, bir anda aldığımız bir kararla, hayvanlara dair düşünme mekanizmamızı anında yeniden düzenleyemiyoruz.

O yüzden de, tüm hayvanların yaşamlarının aynı değerde olduğunu mantıken kabul edip vegan olduğumuzda dahi, bazı hayvanların yaşadıkları sıkıntılar canımızı diğerlerine göre daha çok acıtıyor. Hayvanların durumunu iyileştirmeye yönelik birçok kampanya da, bu alışılageldik değer hiyerarşisi zemininde ortaya çıkıyor. Yumurta yemek bir tavuğun yaşamını fiziksel ve psikolojik anlamda mahvetmek anlamına gelse de, yumurta tüketimini sonlandırma üzerine değil, deneylerde kullanılan ve değer hiyerarşisinde daha yukarıda olduğu sezgisel olarak bilinen birtakım hayvanlar üzerine kampanya yapmak öncelikli görülüyor. Buradan hayvan savunusuna dair iki söylem türetiliyor: Birincisi, zaten değer hiyerarşisinde altta kalmış olan hayvanların bu durumunu daha da yerleştirmek pahasına, üstte olanları kurtarmanın öncelenebileceği. Altta kalanın gerçek anlamda canı çıksa da, insanlar tarafından atanan sırasını beklemesi gerektiği. İkincisi ise, meselenin köküne odaklanan, hayvanların yaşamlarının bizim onlara vereceğimiz herhangi bir değerden bağımsız olarak değerli oldukları fikrini kabul ederek onları kullanmaktan vazgeçmemiz üzerine kurulu bir hareket yerine, hayvanlarla ilgili o an dikkatimizi çeken meseleleri tek tek ele alma üzerine kurulu bir hareketle yol alınabileceği. İşte bu kampanyalara, Tek Konulu Kampanya (TKK) adını veriyoruz.

İlk bakışta, sokakta yaşayan hayvanların yaşamlarını tehlikeye atan yasa değişikliği tasarısına karşı düzenlenen kampanya, TKK tanımına tam olarak uyuyor. Köpekler ve kedilerle sürekli zaman geçiriyor olmamız ve ineklerle ya da tavuklarla geçirdiğimiz zamanın genelde tabaklarımızdaki ölü bedenleriyle sınırlı kalması, köpek ve kedilerin yaşamlarını değer hiyerarşisinde öne taşıyor. Örneğin, insan yemeğine dönüştürmek adına saniyede katledilen binlerce tavuk haber olmasa (ve gündelik olarak görmezden gelmeye alışmış olsak) dahi, kuş gribi sebebiyle binlerce tavuğun katledileceği haberini aldığımızda, onlar için günlerce sokaklarda eylem yapmıyoruz. Üstelik yine bir TKK dinamiği olarak, dernekler, siyasi partiler ve diğer örgütler sokakta yaşayan hayvanlarla ilgili eylemler üzerinden kendilerine maddi ve/veya manevi anlamda taban desteği topluyor; bu oluşumlarda görev alan ya da onlara destek veren çoğu kişi günlük yaşamında aktif olarak yiyecek/giyecek formatında hayvan kullanıyor. Üstelik, yıllarca iyi yönde değişimi için birçok eylem ve kampanya yoluyla uğraşılan yasanın sonuç olarak geldiği nokta, belki de şimdiye kadar geldiği en kötü nokta. Tüm bunlar, bu eylemlere katılmanın ne işe yarayacağının da ötesinde, hayvanlara değer biçme alışkanlıklarımızdaki problem de hesaba katılırsa, bu eylemlerin meseleyi doğrudan ya da dolaylı olarak, kısa ya da uzun vadede daha kötüye götürüyor olabileceği tedirginliğini yaratıyor.

Hayvan Kullanımı, Evcilleştirme ve Sokakta Yaşayan Hayvanlar

Abolisyonist yaklaşım çerçevesinde sokakta yaşayan hayvanlara dair sorgulanması gereken bir diğer mesele ise, bu hayvanların, tıpkı yiyecek/giyecek için kullanılan hayvanlar gibi, evcilleştirme sürecinden geçmiş olması. Abolisyonist yaklaşım, genel olarak evcilleştirme adı altında toplanabilecek, uysallaştırma, melezleme, doğal ortamlarını değiştirme gibi bir dizi işlem sonucu insana bağımlı hâle getirilen ve böylece üretimi ve kullanımı kolaylaştırılan hayvanları kullanmayı reddetmenin yanı sıra, bu mutant hayvan türlerinin bakımını ve kısırlaştırma yoluyla gittikçe azalarak tükenmelerini salık veriyor. Sokakta yaşayan hayvanlar, insan çıkarları için kullanılmaması ve bakımlarının üstlenilmesi ahlaki doğru olarak görülen evcil hayvanlar. Türleri zamanında insan çıkarları için kullanılmış (kimileri hâlen kullanılıyor), ancak sokakta bakılanlar için durum artık böyle değil. Dolayısıyla da, insanların ya da genel olarak toplumun birtakım çıkarları gözetilerek acı çektirilmeleri ve öldürülmeleri, doğrudan bir yükümlülük olarak karşısında durmak ve engellemek adına harekete geçmemiz gereken bir şey.

Öyleyse, bir yasa tasarısının sokaklardaki hayvanların yaşamlarını tehlikeye atması, evcilleştirme sürecinin insan türüne getirdiği yükümlülükler kapsamında değerlendirilmesi gereken bir konu. Toplumdaki vegan sayısı arttıkça ve diğer hayvan türlerinin kullanımı azaldıkça, üretim-tüketim ilişkilerindeki öngörülemeyen dengeler/dengesizlikler sonucunda aynı durum başka hayvanlar için de söz konusu olabilir, muhtemelen de olacak. O yüzden, bugün sokaklardaki köpek ve kediler bağlamında ele alarak oturtacağımız bir hayvan koruma paradigması, evcilleştirme sürecinden zarar görmüş tüm hayvan türleri için de devam ettirilmesi gerekebilecek ahlaki prosedürün bir parçası.

Kazanılmış Hakların Devlet Tarafından Geri Alınması

Abolisyonist yaklaşımın hayvanların toplumdaki yerleşik mülk statüsüyle ilgili önemli bir uyarısı var. Hayvanlar insan malı olarak görüldüğü sürece, halihazırda alınıp satılan hayvanlar bir yana, dünya üzerinde henüz tek bir insanla karşılaşmamış bir hayvan dahi, insanlara ya da insan kurumlarına ait, taşınabilir (menkul) bir mülktür. Mülkün hakkı olmaz. Sahibinin hakları olur. Örneğin, evinizde beslediğiniz bir muhabbet kuşuna biri zarar verse, davayı mülkünüze verilen, yani size verilen zarar üzerinden açarsınız. Muhabbet kuşuna değil, kuşun sahibine verilen zarar esastır.

Bu durum elbette sokakta yaşayan hayvanlara da yansıyor. Doğrudan sahipleri konumunda bir insan da olmadığından, hayatta kalmalarına ve refahlarına biçilen değer, içkin değer anlayışının oturmadığı bir toplumda, toplumun ve devletin onlara rastgele ve eşitsizce biçtiği değer anlamına geliyor. Mevcut yasa zaten içler acısı. Binbir türlü işkenceyle öldürüldüklerinde dahi, insanlara yapıldığında ağırlaştırılmış müebbete varan hapis cezaları söz konusu olurken, onlara bunları yapanlar para ya da en fazla üç yıl hapis cezasıyla yargılanıyor. Acı aynı acı. Ölüm aynı ölüm. Fark, biçilen değerde.

Bununla birlikte, sokakta yaşayan hayvanlar, savunmasızlıkları ve muhtaçlıklarıyla hemen her zaman kamu vicdanının meselelerinden biri. Yazın su ve mama kampanyaları, kışın soğuktan koruma kampanyaları, sokakta yaşayan bir hayvana kasten zarar verildiğinde faili en ağır biçimde yargılamaya yönelik taleplerin yükselmesi, gerek Türkiye’de gerekse dünyanın farklı yerlerinde son derece yerleşik ve beklendik. Bu durumda, devletin sokakta yaşayan hayvanlara yönelik tavrı da, aslında devletle hayvanlar arasında değil, devletle kamu arasında bir mesele oluyor.

Her ne kadar sokakta yaşayan hayvanlara dair meseleler için yazdıkları hemen her metinde içinde din ve Allah geçen bolca cümle görülse de, bu hayvanlara yönelik hak arayışı Türkiye’de genelde seküler addedilen kesimle özdeşleştirilmiş durumda. Doğru olsun ya da olmasın, bu meselelere duyarlı kamunun büyük oranda onlardan oluştuğu yerleşik bir varsayım. Mevcut hükümetin ve iktidar partisinin yıllardır çoğunlukla toplumun muhafazakâr addedilen kesimi tarafından desteklendiği ve önce kendi tabanını memnun etmesinin ve tabanından yana tavır almasının beklendik olduğu da tartışma götürmez. Bu durumda, hayvanları koruma kanunundaki her olası değişiklik, seküler kamuyla muhafazakâr tabanlı hükümet arasındaki bir çekişme olarak da okunabilir. Bu durumda, hayvanları koruma yasası kapsamında, aslında hayvanların değil, seküler addedilen kamunun haklarından bahsediyoruz.

Meseleyi ilk ortaya atan muhafazakâr parti iktidar partisi değil ve sınıfsal bir argüman kurma çabasıyla, yoksul mahallerlerde başı boş gezerek sabah işe giderken köpek saldırısına uğrayan işçileri ve çocukları sebep gösteriyor. Oysa daha az ya da daha çok kazanan herkes işçi; herkes sabah işe gidiyor ve her mahallede köpek var. Yeni nesil milliyetçi seküler tabandan da destek alıyorlar. Ancak yine sahada karşı karşıya gelenler, tasarıyı hazırlayan devlet ve hayvan korumacı sekülerlikle özdeşleştirilen kesim oluyor.

Bu dinamik içinden düşündüğümüzde, yasadaki olası bir değişikliğin herhangi bir tarafa sağlayacağı imkânların da sınırlarına kadar kullanılıp zorlandığı bir ortam söz konusu. Bu bağlamda, tasarıda geçmeyen “alındığı ortama bırakılması” ifadesi, kısırlaştırmaya yeni sınırlama getirilmesi, tasarıda geçen “toplumun yoğun olarak kullandığı yerler hariç alındıkları yerlere bırakılması” ve “kuduz ihtimalinde öldürülmesi” gibi ifadeler, seküler addedilen kamunun sokakta yaşayan hayvanların bakımını üstlenme ya da refahlarına yönelik kontrol ve denetim haklarının ellerinden alınmasına kapı açan ifadeler. O yüzden, mesele devletin bir toplumsal kesim üzerinde bu yasa değişikliği yoluyla biraz daha baskı kurması olarak da okunabilir.

Hayvanlara Bakış Açısının Olumsuz Yönde Değişmesi

Sokakta yaşayan köpeklerin toplatılması ve öldürülmesi fikrinin, hayvanlara yönelik toplumsal tartışmaya girdiğinden beri, küçük ama yüksek sesli bir azınlık tarafından savunulsa dahi, her kesimden insanı, verili kabul ettiği hayvan koruma ilkelerine ve bu hayvanların kendilerine yönelik tekrar düşünmeye ittiğini gözlemliyorum. Örneğin, bu tartışmadan önce sokakta yaşayan köpeklerin öldürülmesi fikrine dehşet duyarak tepki verecek kişiler, “hiç eğitilemiyorsa ancak o zaman ötenazi uygulansın” gibi ifadeler kullanmaya başladılar (ki ötenazinin anlamı çarpıtılıyor; burada bahsedilen şey düpedüz öldürme).

Tasarı geçsin ya da geçmesin, “öldürülmeli mi?” sorusu tartışmaya girmiş ve söylem üzerinde etkisini göstermeye başlamış durumda. Bu da, genel olarak hayvanlara dair düşünsel ve edimsel anlamdaki ahlaki refleksleri olumsuz yönde etkileme riskini doğuruyor. Ahlaki reflekslerin olumsuz yönde etkilenmesi, hayvan kullanımının neden yanlış ve veganlığın neden yükümlülük olduğu tartışmasını başlatan ortak zemine de zarar verebilir. Örneğin, veganlık odaklı aktivizm yaparken, henüz vegan olmayan kişilere hayvanlara yönelik ahlaki reflekslerini hatırlatmak adına ilk sorduğumuz sorulardan biri, insanların sokakta yaşayan hayvanlara nasıl davranılmasını uygun gördükleriyle ilgili. Bu sorunun cevabı “insanları korkutuyorsa öldürmek gerekir” ya da “hayvanın sokakta ne işi var zaten, barınağa yollamak gerekir” gibi bir söylem içinden değişirse, meseleyle bağ kurmaları da zorlaşacaktır.

Kedi ve Köpeklerin Olası/Geçici/İstikrarsız Yarı-Kişi Statüsü

Abolisyonist yaklaşım, varlıkların toplumdaki statülerini hak sahibi olma ya da olmama açısından iki kategoride toplar: Kişi statüsü ve eşya statüsü. Kişilerin hakları vardır, eşyaların hakları olmaz; eşyaların sahibi olan kişilerin hakları olur. Hayvanlar toplumda eşya statüsündedir; birileri tarafından kullanılırlar ve daha önce de bahsettiğim üzere, kendilerinin değil sahiplerinin hakları vardır. Bizdeki yasa da hayvan hakları yasası değil zaten; hayvan koruma yasası. Aynı yasa içinde, insan yiyeceği olmak üzere öldürülecek olan hayvanların “gereksiz” acıdan nasıl korunacağı da geçiyor (saçmalık tabii, hayvanlar üzerinden beslenmeden de gayet sağlıklı ve rahat yaşayabildiğimizi bildiğimize göre, gereksiz acı demek, o hayvanın insan yiyeceği olmak için kullanılması ve öldürülmesi demek). Türkiye Ceza Kanununda idam cezası da olmadığına göre, anayasada kendisine hak tanımlanmış kimsenin öldürülmesi de yasal anlamda düzenlenemez zaten.

Bununla birlikte, sokakta yaşayan kedi ve köpeklerin durumu, kişi-eşya ikiliğiyle nasıl açıklanır, bundan emin olamıyorum. Yaklaşımı ortaya koyan hukuk felsefecisi Francione, yaşadığı yerde hayvanın sokakta yaşaması üzerine yasal bir düzenleme olmadığından, kuramında bu konuyu net bir biçimde ele almıyor. Aklıma gelen başka bir statüyle, Agamben’in yorumladığı bir Eski Roma statüsü olan homo sacer (kutsal insan) statüsüyle benzerlik kuruyorum. Kurban edilmesine izin verilmeyen, ama öldürülmesinin de bir cezası olmayan insanların statüsü. Sokaktaki kedi ve köpekler bağlamında düşündüğümüzde, evet, kurban etmek de dahil, insan çıkarları için yasal anlamda herhangi bir öldürülme biçimine izin verilmiyor. Bunun yanında, öldürülmelerinin de neredeyse bir cezası yok. Kamuoyu oluşturacak birilerinin haberi olursa en fazla 3 yıl cezası var; o da şiddet oranı insanları rahatsız edecek bir miktardaysa. Genelde cezasız ya da ufak meblağlarda para cezalarıyla üzeri örtülüyor. Eski Roma’da diğerleri kadar kişi olmasa da eşya da olmama statüsüyle benziyor.

Ortada bir kullanılma yok (türün tamamı değil, sadece sokakta yaşayanlar özelinde). Ama birtakım koruma tedbirleri dışında tanınan haklar da yok. Tavuk ya da balıkta olduğu gibi, insanlar bedenlerine baktığında yiyecek görmüyor. Ama yüksek sesli bir azınlığın birkaç aylık çalışmasıyla, yaşamlarına insan eliyle son verip vermeme tartışması açılabiliyor ve yasa tasarısına girebiliyor. Ortada ne tam bir eşya statüsü var, ne de tam bir kişi statüsü. Francione hayvanlara yarı-kişi statüsü atamanın onların haklarını kazanma sürecinde anlamı ya da işlevi olmadığından bahsetse de, hayvanları koruma yasasının mevcut hâlinde, sokakta yaşayan hayvanların yaşam haklarını koruyan ve onları öldürmeyi insana nazaran gülünç orantısızlıkta da olsa cezalandıran tedbirler söz konusu. Burada gerçekten bir yarı-kişi statüsünden bahsedemez miyiz?

Peter Singer, bazı hayvanların kişi statüsü kazanmasına yönelik Büyük Maymun Projesi adında bir çalışma yürüttü. Deneylerde kullanılan büyük maymunlara bir noktada emeklilik benzeri bir hak verme ve rehabilite edilmeleri gibi meselelere odaklanıldı; ilk etapta başarıldı da. Ancak daha sonra, deneylerde ihtiyaç olduğu gerekçesiyle, rehabilite edilen maymunlar tekrar kullanılmaya başladı. Hayvan kullanmayı normal gören bir toplumda maymunlar için elde edilemeyen kazanım, sokaklarda yaşayan kedi ve köpekler için elde edilmiş olabilir mi?

Bu sorunun cevabının, daha önce tartıştığım yarı-kişi bağlamında evet olduğunu düşünüyorum. Sebebinin de, bir kampanyayla mevcut düzeni değiştirme yoluyla değil de, yüzyıllar içinde organik bir biçimde gelişen kültürel bir kazanım olması olduğunu düşünüyorum. Ne kadar istikrarsız olabileceğini karşı söylemin çabucak az ya da çok etki edebilmesinden anlıyoruz; ancak, hayvan kullanımının normal görülmediği, hayvan yaşamlarının içkin değer hesaba katılarak değerlendirildiği ve evcilleştirilmiş türler azalarak bitene kadar sorumluluk aldığımız bir dünyaya gidişin aşamalarında yol gösterici bir model başlangıcı olasılığı görüyorum. Elbette bu süreçte hayvanlara dair bakış açımızın nasıl gelişeceğini ve nasıl çözümler üretebileceğimizi şu anda bilemeyiz; ama kendi çıkarlarımız için kullanmadığımız, bireysel olanaklarımızla evimizde de bakımını üstlenemediğimiz evcil hayvanlara dair, sokaktan toplayıp öldürme dışında bir olasılığı şimdiden korumak ve geliştirmek gerekebileceğini de göz ardı etmemek gerekir. Kaldı ki, sokakta yaşayan hayvanlar tam da bu hayvanların ilk örnekleridir.

Öyleyse, ne yapmalı?

Emin değilim. Ama emin olduğunu iddia etmenin bazı perspektifleri kaçırmaktan kaynaklanıyor olabileceğine eminim. Tasarı onaylanmasa da, sokakta yaşayan hayvanların toplatılması tartışması dinmeyecektir. Bunu engellemek için çalışma yapmanın alacağı zaman, hayvan kullanmanın yanlış olduğu söylemini yaymak üzere veganlık odaklı aktivizme ayrılan zamandan çalmaya başlarsa, ortaya nihayetinde sokakta yaşayan hayvanlara da yansıyabilecek bir problem çıkacak; bu problemin adı Yeni Refahçılık. Bununla birlikte, evcil hayvanlara dair sorumluluğumuzu göz ardı ederek abolisyonist yaklaşımı dogmatik bir biçimde ele almak ve uygulamak da, hayvan hareketinde değişen dinamikleri ve bu dinamiklerle ortaya çıkabilecek yeni yükümlülükleri gözden kaçırmaya sebep olabilir. Sanırım bu konuda hem kendime hem de yazıyı okuyan dostlara tavsiyem, şimdiye kadar edindiğimiz bilgi, gözlem ve deneyimleri meseleye eleştirel ve çok yönlü bakabilmeye tahvil etmemiz, devlet bu sefer olduğu gibi işleri fazla aceleye getirmedikçe, iyice düşünmeden harekete geçmememiz olacak. Atacağımız adımların ne sokakta yaşayan hayvanların, ne de saniyede binlercesi katledilen hayvanlardan fazladan tek bir tanesinin yaşamına mâl olmaması gerekliliği, hafife alamayacağımız bir sorumluluk. Örneğin, yasa karşıtı eylemlere katılıp da akşam tabağına ölü bir hayvan alan kimsenin “bu konuda veganlarla birlikte çalışıyoruz” diyerek veganlığı bir “seçenek” haline getirip kendi davranışını meşrulaştırmasına izin vermemek gerektiğini düşünüyorum, ya siz?

--

--

Gülce Özen Gürkan
VeganAbolisyon

Adalet ve özgürlük denince aklıma ilk gelen site: www.VeganOluyorum.com / A website to help you do the right thing for animal rights: www.HowDoIGoVegan.com