Bir hayat dersi olarak Tunus seyahati

Nefelibata
wabisabizihin
Published in
18 min readSep 16, 2019

Tunus sürpriz bir rota oldu. Çünkü aslında dünyanın aklıma düşmeyen bir köşesiydi. Daha doğrusu, hafızamı tazelediğimde tam da sürpriz olduğu söylenemez. 2015 yılında Tunus’ta dünyanın dört bir yanından gelen 150 sanatçının bir kentin duvarlarını 250 grafitti ile renklendirdiği Djerbahood projesini duyduğumda “Tunus’a gitmek istiyorum!” demiştim kendi kendime. Sonrasında ülkede saldırılar meydana geldi ve araya gitmek istediğim/gittiğim bir dolu ülke girdi.

Bir tatil zamanı daha yaklaşırken hala nereye gideceğimize karar veremediğimiz için yedekte her zaman tuttuğum Fas planını çıkardım arşivlerden. Ama bir şekilde, beni çeken Fas değildi kendisine. Sanki zorla gitmem gerekiyor gibi uçak biletlerini araştırırken Tunus aktarmalı bir uçuş buldum ve transit süresi 17 saat olduğu için o süreyi nasıl değerlendirebilirim diye Tunus’u araştırmaya başladım. İlk gördüğüm resim, Santorini ile aynı mimariye ve mavi-beyaz kubbeli yapılara sahip olan Sidi Bou Said oldu. Daha sonra da tüm ülkeyi araştırmaya başladım ve Tunus’un başlı başına bir rota olması gerektiğine karar verdim.

Seyahat beklentileri zaman içerisinde şekillenir. Daha fazlasını, daha ilgincini, insanı daha derinden etkileyeni gördükçe insanın görmek istediği ülkeler baştan şekillenir. Tunus’un beklentilerimi tam olarak karşılayacağına, Tunus’un Ürdün gibi bir ülke olduğunu anlayınca emin oldum. Ürdün; Roma veya Paris gibi en çok görülmek istenen ülkeler arasında yer almasa da benim en güzel ülkeler listemin ilk sıralarındadır. Zira Ürdün’de bir insanın isteyebileceği her şey var: deniz, çöl, renkli bir denizaltı dünyası, tarih, mimari… Tunus’un da benzer şeyler vaat ettiğini fark ettim. Bu tür ülkeler Avrupa şehirleri gibi birkaç meydan ve bir-iki müze gezdikten sonra “bitmez”, her zaman keşfedilebilecek ek noktalar sunar. Ve tabii bu snob’luğumu, Avupa şehirlerini gezip bitireli çok uzun yıllar olduğu için yapabiliyorum. Konuya geri dönecek olursam; Tunus hem uzun bir kıyı şeridine ve güzel koylara sahip, hem şehirlerinde insanı estetik açıdan cezbeden mimari öğeleri barındırıyor, hem Roma’dakinden çok daha fazla sayıda Roma kalıntısı var, hem müzeleri şahane, hem de ülkenin yarısı Sahra Çölü ile kaplı. Biletlerimizi aldıktan sonra gitmeye iki hafta kala tek bir iş kalmıştı: seyahati planlamak. Karar vermek ve biletleri almak kısa, planlama ise geceler boyu sürdü. Tunus planlaması için bir hafta sonu denize gitmemeyi seçtim desem belki planlama aşamasının zorluğunu yansıtamayabilirim ama benim için bir konuya denize dahi gitmeyecek kadar odaklanmak, büyük bir olay.

Tunus’un dünya haritası üzerinde çok küçük bir yer kaplıyor olmasına rağmen neden bu kadar zor planlandığı ancak çok fazla turist almaması, alsa da ağırlıklı olarak Fransa’dan gelen turistlere “paket turların” satılması ve kimsenin bireysel olarak plan yapıp bilgi yaymamasıyla açıklanabilir. Normalde gideceğim ülkelerin genel rotalarını kesinleştirdikten sonra Tripadvisor forumlarında planlarımı teyit ettirir veya sorular sorarım. Bu yöntem her zaman o ülkenin uzmanlarına kolayca ulaşabildiğim için çok da faydalı olur. Ancak herhangi bir ülkenin forumuna “Oralarda havalar nasıl?” dahi yazdığımda bir dolu cevap alabilmeme rağmen Tunus’un forumu hiç aktif değildi — bu yöntemi elemiş olduk.

Tunus’u rotasını kıyı şeridi olan doğu kısmı ve Berberi köyleri ile çölü içeren güney kısmı olarak ayırabiliriz. Elbette kıyı şeridi her şey dahil otelleriyle daha popüler olduğu için bilgiye ulaşması basit. Ancak Berberi köylerini, Sahra Çölü’nü ve vahaları planlama kısmı tam bir bilinmezlikti. Öncelikle bu “bilinmeyen” kısımlara gidip ardından “kolay ulaşım sağlanabilen” kıyı şeridini gezmeyi planladık ki dönüş uçağı için yakın şehirlerde olalım, herhangi bir aksilik durumunda uçağı kaçırma riskimiz olmasın. Doğrudan Tunis’ten vaha şehrine bir tren olduğunu görmek işimizi epey kolaylaştıracağa benziyordu. Ancak sonrasında Lonely Planet üzerinden bulduğum bir kişi, “Tren biletlerinin alındığı websitesinden Tozeur’e biletin satın alınabilmesinin böyle bir trenin var olduğu anlamına gelmediğini” (!) söylemesi üzerine rota altüst oldu. Bir diğer başlıca engel de, kurban bayramıydı. Bir yerlerden kurban bayramında birçok 4x4 çöl turu yapan şirketin çalışmadığını okuduk. Birçok çöl tur şirketine yazdım, sırf otellerden bilgi almak için daha sonra iptal etmek üzere otel rezervasyonu yaptım ama nafile, edinmek istediğim bilgilere dair elde var sıfır. Uzun lafın kısası, ilk defa plan içermeyen bir plan yapmaya karar verdik, hem de böylesine bilinmez bir ülkede. Sadece varacağımız gece için başkent Tunis’te bir otel rezervasyonu, ve birkaç gün sonrası için çöle doğru yola çıkmak üzere zar zor bulduğumuz bir araç kiraladık ve o sürede arabayı kiralayacağımız Djerba Havalimanı’na ulaşacağımızı varsaydık (Tunis — Djerba mesafesi yaklaşık 7 saat). Ve öylece yola çıktık. Tek planımız bir SIM kart alıp her gün için otel rezervasyonumuzu yapabileceğimiz bir bağlantımızın olması gerektiğine dairdi.

Genel Bilgiler

Tunus her ne kadar altyapısıyla (daha doğrusu altyapısızlığıyla) bir Arap ülkesi olduğunu hissettirse de devamlı Fransızca konuşulduğunu duymak insana bazen nerede olduğunu sorgulatıyor. Fransız sömürgesinden kalma miras, Fransızca’nın ikinci yabancı değil neredeyse ana dil olmasını sağlamış. Her kesimden her insan Fransızca’yı kullanıyor, ikinci yabancı dil ise Almanca. İngilizce’yi ise eğitimli, genç kesim konuşabiliyor.

Ülke içerisinde kullanılan en yaygın ulaşım araçları, trenin yanı sıra sudan ucuz taksiler ve bizdeki dolmuşların şehirler arası hizmet veren karşılıkları olan louage’lar. Louage’ların rotası hakkında gitmeden bilgi edinmek pek mümkün değil. Hatta duraklara gidince de bilgi edinmek pek mümkün olmuyor. “Buradan X’e louage var mı?” diye 10 kişiye sorduğunuzda 5 farklı cevap alabiliyorsunuz. Çoğunlukta olan bir cevap varsa ve aradığınız o louage karşınızda duruyorsa emin olabiliyorsunuz.

Rota

8 günlük Tunus seyahatimizde “çılgınlık” olarak adlandırılabilecek bir rota izledik. Öyle çılgın ki, dönüş uçağımıza binmek üzere yeniden başkent Tunis’e döndüğümüzde kaldığımız Airbnb’nin sahibi gittiğimiz yolun “Bir Tunuslunun kendi ülkesi içerisinde ömrü boyunca gittiği mesafeden fazla” olduğunu söyledi.

Rotamız şöyleydi: Tunis-Sidi Bou Said-Hammamet-Sousse-Monastir-Sousse-Gabes-Djerba-Tataouine-Ksar Ghilane-Gabes-Tozeur-Medenine-Gabes-Matmata-Gabes-Tunis. Bu yolun toplamı tam tamına 1965 km. Hesaplaması dahi uzun sürdü çünkü Google Maps tek seferde yalnızca 10 nokta arasında hesaplama yapılmasına imkan tanıyor. Nasıl başardık, nasıl sığdırdık bilmiyorum. Ama bir şekilde oldu. Üstelik tren veya uçak kullanmadan, yalnızca louage’larla seyahat ederek.

Uyarı

Bu Tunus yazısı, Tunus’a gitmeye teşvik etmeyi bırakın, Tunus’a gitmekten vazgeçilebilir. Aslında her şey göründüğü (okunduğu) gibi değil dahi diyemeyeceğim. Otelsiz kalmak, aç kalmak, “kapalı” şehirlerle karşılaşmak, vahada “esir” kalmak gibi örneklerimiz var başımıza gelenlerin arasında. Ama bir şekilde yol bir macera ve zaten biz, her şey dahil otellerde yerimizden kıpırdamadan ve güven içerisinde kalmak yerine “bir yola çıkalım, bakalım neler olacak” diyerek binmiştik uçağa. Taksilerin neredeyse bedava olması nedeniyle uzun bir süre taksi bulamadan kaldırımda beklediğimiz ve benim ağlama krizine girdiğim günün haricinde tüm yaşadıklarımızın harika anılara dönüşeceğinin de farkındaydık.

Tunis

Başkent Tunis hakkında çoğu başkent hakkında düşündüğümün aynısını düşündüm gitmeden önce; muhtemelen görülmesi gereken çok az şeyin olmasına rağmen hakkında en fazla bilgi bulabildiğimiz şehirdi. Ancak yine de başkentte görmeden dönmek istemediğim birkaç nokta vardı. Bardo Müzesi, Medine ve ayrı bir şehir gibi olsa da Tunis’e bağlı olan Sidi Bou Said.

İstanbul — Tunis uçağında hayatımın ikinci barotravmasını geçirip ülkeye korkunç ağrılar içerisinde inmem ve hatalı otel rezervasyonu yaptırmış olmam dışında sorunsuzca ulaştık şehre. Gideceğim ülkelere gece iniş yapmayı ve üzerine uyuyup, gözümü farklı bir ülkede açtığımdaki heyecanı çok severim. Böyle bir heyecanla ilk güne uyandım, kendi yatağımda değil Tunus’taki bir otelde olduğumu kavrayınca da Bardo Müzesi’ne doğru yola çıktık. Bardo Müzesi, dünyanın en büyük mozaik müzesi olarak biliniyor. Belki de güzelliği dünyaya yayılamadan, müzeye yapılan İŞID saldırısı üzerine gölge düşürmüş.

Beni en son bir müze ne zaman bu kadar şaşırtmıştı ve etkilemişti, hatırlamıyorum. Bardo Müzesi’ndeki mozaikler o denli iyi korunmuş, o kadar güzel bir şekilde yayılmış ki 3 katlı müzeye; her birinin önünde saatler geçirmek istiyor insan.

Sidi Bou Said

Tunis’ten trenle yaklaşık 20 dakikada ulaşılabilen Sidi Bou Said’e varınca insan, Akdeniz’i aşıp Santorini’ye ulaşmış gibi hissediyor. Kubbeli evleri ve mavi-beyaz renkleriyle bu küçük sahil kenti insanın sokaklarında dolaşmaya doyamayacağı türden. Tunus’un meşhur kapılarını ilk defa gördüğümüz nokta da burası oldu. Birkaç saat her bir binaya hayran olarak gezinmek ve manzaralı kafelerde oturmak güzel bir deneyim. Ufak bir not: Sidi Bou Said, ekvatordaki herhangi bir yerde hissettiğim sıcaklıktan kat kat fazlasını hissettirdi.

Tunus’un Medinesi, yani duvarlarla çevrilmiş eski kentini gezme fırsatı bulamadık. Varış günümüz Kurban Bayramı arefesine rastladığı ve gitmeye çalıştığımız saat gün sonuna doğru olduğu için Medine’nin kapandığı bilgisini aldık ve bu gezintiyi Tunis’e yeniden döneceğimiz seyahatin son gününe sakladık. Medine’yi bir Kapalıçarşı olarak hayal etmiştim: Yüzlerce mağaza, labirent gibi sokaklar, keşmekeş ve kalabalık. Gözümde canlandırdığımın tersine Medine, insanların hala yaşadığı, yalnızca bazı bölgelerinde mağazalar bulunan, içinde camisi dahi olan ve hala varlık gösteren küçük bir “kent içinde kent” esasında. En çarpıcı yanı ise; sarı, mavi, yeşil renklere sahip ve her biri birer sanat eseri olan kapıları. Tunus kapılarının farklı sesler çıkaran ve kadınlar ile erkekler için ayrı ayrı olan kapı tokmakları var. Böylece ev sahipleri hangi cinsin geldiğini anlayabiliyor ve kapıyı gelen misafire uygun şekilde açıyor. Kapıların bir diğer özelliği de, ancak incelendiğinde görülen bir kapı daha barındırmaları. Küçük olan kapı sıradan ziyaretçiler için. Büyük olan, yani kapının tamamını oluşturan kapı ise yalnızca önemli bir misafir geldiğinde açılıyor.

Hammamet-Sousse-Monastir-Gabes

Tunis’te başlıca görmek istediğimiz yerleri gördükten sonra vakit kazanmak adına ilk günün akşamında geçtiğimiz Hammamet, Tunus’ta deniz tatili yapmak isteyenlerin tercih ettiği bir şehir. Biraz Bodrum’u, az biraz da Marmaris’i andıran bir yanı var kalesi ve marinaya yakın kısımlarındaki yan yana dizilmiş restoranlarıyla. Belki farklı bir ülkeden gitmiş olsak daha fazla etkilenebilirdik ancak bize çok çekici, daha doğrusu farklı gelmedi. Tuhaf ama, Hammamet’te girdiğimiz deniz sanki Akdeniz değil, bir göl gibi. Öyle tuzsuz bir deniz ki, insan dibe çöküyor yüzerken.

Tunis’ten başlayıp güneye, Berberi köylerine ve Sahra Çölü’ne doğru ilerleyen rotamızdaki bir sonraki durağımız Sousse idi. Ülkenin Tunis ve Sfax’tan sonraki üçüncü büyük şehri olan Sousse; kumsalları, Medine’si ve yine Bardo gibi güzel mozaikler barındıran arkeoloji müzesi ile ünlü. Hammamet’ten yola çıkmadan önce, bayramın birinci günü olması nedeniyle trenlerin ve louage’ların hizmet vermediğine dair duyumlarımız Sousse’a asla ulaşamayacağımız umutsuzluğuna kapılmamıza neden olsa da dolmuş duraklarına ulaştığımız anda bir louage bulabildik ve 1 saatlik yolculuktan sonra Sousse Medine’sinin duvarları içerisinde bir otele yerleştik. Tunis’teki Medine’yi ilk seferde göremediğimiz için Sousse Medine’sini keşfetmek üzere eşyalarımızı bırakıp hemen heyecanla sokaklara atıldık. “Ufak” bir sürprizle karşılaştık: Bayramın birinci günüydü; Medine, müzeler, mağazalar, manzara noktaları olmak üzere tüm şehir “kapalıydı”. İlk defa, bir şehri şehir yapanın yalnızca binalar veya mimari özellikler değil, “insanlar” olduğunu anladım. Şehirleri görmek yeterli değil, insanların gündelik hayatını gözlemlemek, şehrin enerjisini anlamak, şehrin ruhunu bu şekilde okumak gerekiyor. Deniz kıyısında da aynı hareketsizlikle karşılaşacağımızı düşündük, şansımızı denemedik. Bir ihtimalimiz daha vardı, o da Afrika kıtasının en büyük amfitiyatrosu olan ve şehre 70 km mesafede bulunan El Jem’i ziyaret etmekti. Sorduğumuz kişilerin bir kısmı amfitiyatronun açık olduğunu, araç bulabileceğimizi, bir kısmı da kapalı olduğunu iddia etti. Müze olduğu için bayramda kapalı olduğu yönünde mantık yürüttük, gitsek de dönmek için muhtemelen araç bulamayacağımızı düşündük ve vazgeçtik.

En mantıklı karar, 20 dakika mesafedeki sahil kenti Monastir’a doğru yola koyulmaktı. Tek engel, otele giriş yapmış olmamızdı. Şansımızı denedik, binbir bahaneyle ve Google Translate iletişimi kurarak ödediğimiz ücretin bir kısmını geri aldık. Monastir şehrinin de bayram nedeniyle “ölü” olabileceğini düşünüp bu sefer, dersini aldığımız duruma uygun şekilde, otel rezervasyonu yapmadan gidip önce bir bakmayı planladık. Öngörülerimiz doğru çıktı, sahilde toplanmış birtakım insanlar dışında şehirde hareket, olan biten yoktu. Life of Brian’ın çekildiği Ribat da dahil olmak üzere, kapalıydı. Bu sefer dolaşmayı denemedik dahi, yine arkamıza bakmadan ve direnmeden ilerlemeye karar verdik. Tek sorumuz vardı, ilerlemek için gerekli ve tutarlı bilgiye ulaşamamak…

Bir sonraki durak, aracı kiraladığımız Djerba’ya ulaşmak üzere aktarma noktası olan Gabes olmak durumundaydı. Sorduğumuz kimi insanlar “Doğrudan louage var”, kimisi “Oraya bayramda gidemezsiniz”, kimisi de “Önce Sousse’a geri dönmeniz gerekir” dedi. Sousse aracı bulduk sandık, bu sefer birden araç içinde ödeme alınan louage’lar “biletli” oluverdi ve “biletler tükenivermiş” oldu. Bir şekilde otelden çıkış yapıp, ödemeyi dil dökerek geri aldığımız şehir olan Sousse’a döndük. Gabes’e giden louage’ı da bulduk. Elbette gün bitmeden engeller de bitmeyecekti; louage’lar 7 kişilik yer dolmayınca kalkmıyor. Gün batana kadar bekledik, eksik iki kişi gelmeyince de ücreti aramızda bölüştük.

5 saatlik yola koyulduk. Hammamet > Sousse > Monastir > Sousse > Gabes olmak üzere günün beşinci şehrine aç, yorgun ve umduğunu bulamamış şekilde gidiyorduk nihayet. Sanki gidilmesi gereken kilometrelerce yol yokmuşcasına dolmuş şoförü yol üzerindeki bir kentte yer alan evine uğramaktan, namaz kılmaktan, yolcular için kapalı bir pastaneyi açtırmaktan ve pastane sahibine kurabiyelerin gramajı tartabileceği tartının kullanımını öğretmeye vakit ayırmaktan çekinmedi. “Tunus’un yollarının tehlikeli olduğunu neden yazmışlar ki orada burada? Yollar gayet iyi durumda?” diye düşünüp güzelce daldığım uykudan aynı güzellikte uyanmadım. Şoför sanki uyku halinde/yorgunluktan ölmüş şekilde/büyük bir çılgınlık içerisinde gibi araç kullanıyor, tam bariyerlere çarpacakken yön değiştirip hayatta kalıyorduk uyandığımda. Dil bariyeri yüzünden diğer yolculara “Şoför yorgun galiba?” mesajımızı anlatamadık, Translate uygulamasıyla meramımızı aktardığımızda da “naif ölüm tehlikesi endişemizle” bir kahkahayla dalga geçildi! Tuvalet molası bahanesiyle bir şekilde durdurmayı başardığımız louage şoförü, yüzünü yıkadıktan sonra dahi o eski iyi sürücü haline geri bürünmedi. “Pisi pisine öleceğiz” diye düşüne düşüne vardık Gabes’e. Ama yine bitmedi. Bu sefer de aracın yan tekerleri kaldırımı da aşıp bir palmiyeye tırmandı ve geri indi — sanki olmazsa olmaz bir rutinmişcesine de yola devam edildi.

Üzerimizden kamyon geçmişcesine (veya gerçekten araçla bir ağaç gövdesine tırmanmış gibi) gece yarısını biraz geçe ulaştığımız şehirde bir sabır sınavı daha vardı. Ülkede mağazaların, restoranların, sayamayacağım her şeyin kapalı olmasını kabullenmiştik ama bir şehirde bayram nedeniyle otellerin dahi kapalı olması çok uç bir örnek oldu. Günün beşinci şehri; aç ve yorgun bizleri sokak sokak dolaştırıp, karşımıza haritada otel görünen tüm yerlerde yıkık binalar/kapalı oteller çıkardı. Boyunlarımız bükük şekilde, ne yapacağını bilemez durumda bir sokak köşesinde beklerken, “aziz” olarak adlandırdığımız kişi serilerinin ilki çıktı karşımıza: İngilizce seviyeleri mükemmel olan iki kişi bizi arabasına aldı, bir otel buldu, fiyat anlaşması yaptı ve bizi otelimize yerleştirdi. İhtiyacımız olursa diye de kartvizit bırakmak için otele geri dönüp bizi resepsiyonda yakalamayı ihmal etmediler.

Djerba Adası

Üçüncü günümüze Gabes’te uyandığımızdan itibaren seyahatimize “Tunus azizleri” yardımıyla devam ettik. Otelden çıkıp kaldırıma adım attığımız anda birine Djerba’ya nasıl gideceğimizi sorduk. Bu kişi, adeta o an karar vermişcesine bir salise düşünüp “Ben de oraya gidiyorum” dedi. Djerba’ya ulaştığımızda esasında HALA TATİL BAŞLAMIŞ DEĞİLDİ. Ülke içerisinde durmaksızın ilerlemiş, henüz keyif yapma kısmına geçememiş, devamlı lojistik meselelerde ilgilenmiştik. Öyle ki, Djerba’ya ulaştığımızda zihinlerimiz bir Tabula Rasa misali, neden orada olduğumuzu ve ne yapacağımızı unutmuştu…

Otogarda oturup “bizim burada ne işimiz vardı?” kısmını netleştirdikten veya daha iyi ifade etmek gerekirse netleştiremedikten sonra, havalimanına gidip ertesi gün kiralayacağımız aracı bir gün önceden almayı denemeye ve bilgi edinmeye karar verdik. Bilgi almasına aldık; kaç depo benzin gerekli olacak, çöle giden yolda benzin istasyonu bulacak mıyız, hepsini netleştirdik. Ama esas gerekli olanı, arabayı alamadık. Fahiş sayılacak provizyon bedeli için kendi hesaplarımız arasında yapacağımız EFT tabii ki her şey gibi bayram tatili engeline takıldı. Aklımıza gelen her yolu denedik, olmadı. Bunda bir hayır var dışında bir fikir düşmedi aklımıza.

Hala açtık, hala yorgunduk, hala elle tutulur bir şey görmemiştik. Bir otel bulup bedenlerimizi çılgınca dinlendirdik ve ertesi gün nihayet seyahat, gerçek anlamda başladı.

Djerba Adası, Avrupalıların gözdesi niteliğinde bir ada. Her şey dahil otellerle, güzel kumsallarla dolu. Bizim ilgimizi uyandıran adanın bu yönü değil, Erriadh kentindeki Djerbahood projesiydi. Rengarenk grafitiler ile süslenmiş yüzlerce duvar, her bakılan yönde yepyeni bir karşılaşma, “görmediğim bir şey kalmasın, baktığım binanın herhangi bir köşesinde kaçırdığım bir şey var mı?” heyecanı ile dolaştık sokaklarda. Djerbahood projesine dair okuduğum haberden zihnimde kalan tek sokak sanatı eseri, eriyen şekilde boyanmış bir küreydi. Birkaç kişiye sorup, aradığımızı bulamadıktan sonra çözüm, ekran görüntüsünü göstermek oldu. Djerbahood gezisi başarıyla tamamlanabildi.

Tataouine

Normal düzende kiralık araç ile gideceğimiz yola bu sefer louage ile çıktık — söylemeye gerek yok; plansızca. Neyse ki Tataouine, Djerba’dan tek araçla ulaşılabilen bir yer. İndiğimiz noktada yanımıza gelen taksiciyle bize günlük bir tur yaptırması için anlaştık, yerleri netleştirdik, fiyatı kesinleştirdik. Bir şekilde, karşıdakinin Fransızca konuşması ve bizim İngilizce konuşmamız tüm bunlar için bir engel değildi. Belirlediğimiz dört Berberi köyüne gitmeyi planlarken taksici bizi bir kahvehaneye götürdü. Araca binen kişi, “günün azizi” etiketini yapıştırmakta gecikmediğimiz, taksicinin İngilizce bilen kuzeniymiş ve bir turizm acentesi sahibiymiş. Sayesinde gideceğimiz yerleri yeniden düzenledik ve taksicinin bizi Tataouine geri getirmek yerine Ksar Ghilane vahasına bırakması konusunda yeni bir anlaşma yaptık. Ksar Ghilane’da konaklama konusunda sorun ve oradan ayrılırken ulaşım sıkıntısını yaşamayacağımızı söylemişti. Bu garanti edici cümlenin ne denli maceraları yol açacağını bilemezdik elbet.

Gezdiğimiz ksar’lar, yani Berberi köyleri, tahıl ambarları veya yerleşim yeri olarak kullanılan ilginç yapılar, sırasıyla şöyle: Ksar Ouled Debbab, Douiret, Chenini, Germessa. Birinci durak sanki hiç zarar görmemiş gibi duran bir ksar içeriyor. Douiret ve Chenini’de ise, uzaktan yalnızca bir roketi andıran bembeyaz, minimalist camileri görünen, köylere yaklaştıkça da dağların eteklerine oyulmuş, ortamın rengiyle bütünleşmiş ve görünmeyen evler bulunuyor. Germessa’nın bulunduğu dağa çıkmak yasak, ancak aşağıdan gözlemlenebiliyor.

Bu günlük gezintiyle birlikte artık gerçekten güneye açılan kapıdan geçmiş ve Djerbahood’dan sonra göze hitap eden harika yerler görmeye başlamıştık. Rotamızı tamamladıktan sonra, Ksar Ghilane yolunda yavaş yavaş çöl görünmeye başladı, karanın yapısı değişti, renkler farklılaştı.

Ksar Ghilane

Ksar Ghilane, tam olarak Sahra Çölü’nün başlangıcı sayılabilir. İnsanın gözüyle görmeden varlığını kavrayamayacağı yerlerden. Kum tepelerinin içinden yükselen hurma ağaçları, ve o ağaçların ortasında çöle rağmen var olabilmiş, içinde yüzülebilen su birikintilerinin bulunduğu bu vaha, bir serap değil. Gözle görülür, elle tutulur gerçek bir yer.

Ksar Ghilane vahasında hem oteller, hem de çadır kampları bulunuyor. Otelimizi ayarladıktan sonra tam da gün batımı vaktinde develerle tura çıktık. Bu turlar, gün batımına bir saat kala yola çıkılan ve güneşi batırdıktan sonra tamamlanan turlar oluyor. Çöl öyle tarifsiz, öyle özel ki… Tek bir maddeden yani kumdan oluşan, hayatın var olmadığı sanılan bu yerde aslında rengin, hareketin tam da içinde oluyor insan. Güneş ışınlarının yeryüzüne düştüğü her farklı açıyla birlikte kumların da renk değiştirmesi, çöle dair tanıklık edilebilecek en güzel şey. Bir de, sessizlik var tabii. O derin, alışkın olmadığımız sessizlik, “çölde dinleriz” diye hazırladığımız şarkı listesini bile unutturdu.

Gün batımında kızıl ve turuncu tonlarına şahit olduğumuz çölü bir de gün doğarken görmek istedik. Gün doğumunda kum tepelerinin güneş görmeyen kısımları henüz karanlıkta olduğu için çölün “kontrastı” daha çok ortaya çıkıyor ve kum tepelerinin rüzgarlar eşliğinde değişen kıvrımları daha bir güzel görünüyor.

Ksar Ghilane çölündeki vahada yüzmek de apayrı bir deneyim. Su, tamamen doğal. Sıcacık, berrak ve el değmemiş.

Dönüş vaktine kadar dönüşü düşünmemiştik, yapılacak her şey tamamlandıktan sonra düşünmenin fayda etmeyeceğini fark ettik. Tataouine’de kiraladığımız takside tanıştırıldığımız turizm acentesi sahibinin söylediği gibi Ksar Ghilane’den ulaşım yokmuş. Ağırlıklı olarak Tunus’un turizm cenneti olan Djerba’dan gelen turistler de, birkaç saatlik veya bir gecelik turlar ile, sınırlı sayıda yeri olan araçlarla geliyormuş. Öylece Tataouine’den taksiyle çıkıp geliveren ilk kişiler biz dahi olabiliriz. Önceki gün bize deve turu ve otel bulmakta yardımcı olan, vahanın türban satıcısı Berberi Nacip dahil olmak üzere konuştuğumuz herkes bize inanamayan gözlerle baktılar: “Nasıl geldiniz madem? Nasıl, aracınız yok mu? Otostop falan mı çektiniz?”. O kadar olağanüstü bir durum ki, Nacip bize polise gitmemizi söyledi. Küçük bir not: Nacip de “azizlerimizden” biri, yani o olmasa ne yapacağımızı hiç bilemezdik. Evet, vahada bir polis ofisi varmış. İkinci hatta üçüncü kez Nacip’e yardım çağrısı için gittiğimizde durumu ancak gerçekten “kavradık”. Sanki polis olamazmış gibi bu tavsiyesini duymazdan geldik bir süre.

Polise derdimizi anlattık, bir şekilde yardımcı olurlar diye su kenarına gidip birkaç saat rahat rahat bekledik. Polis şefinin yardımcısı “sanırım şefimiz bir Qibili’den gelen bir aracı ayarlayacak” dediğinde, bilmeden ve istemeden rüşvet teklif etmiş oldum. Sonradan anladık ki, bize transfer ayarlanmayacak. Vahanın polis şefi ve yardımcısı, bizi kendi polis araçlarında ellerinde tüfeklerle sorumlu oldukları bölgenin sonuna kadar götürdü. Qibili’den çıkan üç polis de bizi burada karşıladı, araç değiştirdik ve en yakın şehir olan Medenine’e ulaşabileceğimiz dolmuşlara kadar götürüldük. Böylece “kayıp turist” olarak Tunus’ta resmi bir polis kaydımız olmuş oldu.

Medenine-Tozeur-Matmata

Bu üç şehre, her zaman “gece gece otelsiz kaldığımız şehir” olarak hatırlayacağımız Gabes’ten ulaşım sağlanıyor. Medenine, çok özellikli bir kent değil esasında ancak Star Wars çekimlerinin yapıldığı bir ksar olan Ksar Medenine burada yer alıyor. Şehrin ortasında öylece unutulmuş, turistlerin dahi olmadığı bu ksar belki de en etkileyicilerinden.

Geziden önce beni Ksar Ghilane ve Berberi köylerinin yanı sıra en çok heyecanlandıran bir diğer şehir de, “vaha kenti” olarak adlandırılan Tozeur olmuştu.

Tozeur, bambaşka bir atmosfere ve mimariye sahip. Şehrin çoğu binasının ön yüzü, tuğlalarla girintili çıkıntılı bir şekilde tasarlanmış ve bu şekilde geometrik desenler oluşturulmuş. Her bir bina, taştan yapılmış farklı bir kilimi andırıyor.

Tozeur, Chebika, Mides ve Tamerza vahalarına turların yapıldığı ana merkez. Günlük turlar, 4x4 araçlar ile bu noktaları gezdiriyor, ayrıca Tozeur çevresindeki Star Wars seti olan Mos Espa ve Omg Jmal’e götürüyor. Üç vaha içerisinde en öne çıkanı, dağların eteklerinden pudra mavisi suların aktığı, şelalenin altında yüzülebilen, yemyeşil Chebika. Bazen bilgi edinmemek daha güzel süprizler yaşanmasını sağlıyor. Turun içeriğini bilmeden çıktığımız yolda sadece vahaları görmekle kalmadık. Anlamı “deve boynu” olan Omg Jmal, Chott el Garsa tuz gölü, Sylvester Stallone’un gittiğimizden birkaç ay önce film çekmek için yaptırdığı bir kale, kumların arasındaki 4x4 hız şovu, tüm Tunus’un en turistik Star Wars seti Mos Espa, Nefta çölü ve Nefta şehrinden kentin eteklerindeki vahayı izleyebildiğimiz manzara noktası; ilk günlerde Tunus’ta yaşadığımız zorlukları unutturacak kadar büyüleyiciydi.

Chott el Gharsa tuz gölü üzerinde giderken şoförün “bakın, serap” demesi, sepabın benim hayalimdeki gibi bir şey olmadığını anlamamı sağladı. Benim serap tanımım, filmlerde gördüğümüz kadarıyla kısıtlıydı. Çöldeki hiçlikte insanın o an hayalini kurduğunu şeyi bir halüsinasyon şeklinde gördüğünü düşünürdüm. 4 kişinin gördüğü, serap olamazdı örneğin. Tuz gölü üzerinde gittikçe aynı uzaklıkta kalmaya devam eden gümüş renkli gölü “hayal etmediğime” inanmak için 4x4 turunu paylaştığımız otel arkadaşlarımızın çektiği fotoğraflara baktım; gördüğüm serap fotoğrafı çekilebilen bir olguydu demek. Serabı artık, halüsiyasyon değil göz yanılması olarak tanımlayabilirim birinci elden deneyimlediğim için.

Dünyanın yolunu gitmişken ve hazır zor ulaşılan güney kısmındayken, aktarma için dördüncü kez Gabes’e gitmek durumunda kalsak da Matmata’yı da eksik bırakmak istemedik. Matmata’nın turistleri kendine çekme sebebi, Star Wars oteli. Matmata’ya özgü troglodyte evlerden biri olan otel; yerden aşağıya doğru inen, dev kuyular gibi görünen yer altı evlerinin şekline sahip bir yapı. Tur otobüsleriyle getirilen turistler sadece bizim “popülist” olarak adlandırdığımız bu oteli geziyor, isteyen de konaklıyor. Ancak Matmata’nın yer altında gizli olan troglodyte cevherlerinden çok sayıda var; bunlar da ancak otel gezmek ile sınırlı kalmayınca keşfedilebiliyor. Tunus güneşinin sıcağında toprağın serinliğine sığınmak için yapılan bu evlerde nasıl yaşandığını da “deliklerin” tepelerinden gözlemlemek mümkün. Kocaman bir oyuğun içerisinde inşa edilmiş yeraltı evleri, ev halkına pek de özel hayat sağlamıyor neticede.

Matmata ile birlikte de rota tamamlanmış oldu, üzerine bir de Tunis’te bir günlük dinlenme payı kaldı. Yorucu bir seyahatin sonunda dinlenip yenilenerek gelmek, akılda daha da iyi anılar bırakıyormuş, bunu anladım.

Hayat dersi kısmı…

Tunus seyahatinden önce benden kesin bir plan olmadan herhangi bir yola çıkmam istense, bu benim sonum olabilirdi. 6 ay sonraki seyahatin 3. gününde tam olarak hangi noktada, hangi kıyafetle duracağını bilen, 2 gün sonraki kahvaltıyı hangi peynirle sonlandıracağını çoktan planlamış biri olarak kontrol edilemeyen ve bilinmezlerle dolu durumlar bir kabustan farklı değil. Hele ki ilk defa gittiğim bir ülkede…

Minik kalbim “ya görmek istediğim yeri göremezsem, ya çok güzel bir şey varsa ve ben plansız gittiğim için bunu kaçırırsam da kendimi affedemezsem” diye atıp durur normalde. Herhalde bu davranış modelimde bir değişiklik gerekiyordu ki Tunus gibi, uykusuz kalsam da, aylarımı plan yaparak geçirsem de bilinmezliklerin önüne geçemeyeceğim bir ülke çıktı karşıma.

Bu sefer mecburiyetin de getirdiği bir kabullenişle “yoluma ne çıkıyorsa onu yaşamayı” kabullenmiştim. Evet, çok zor oldu. Evet, ilk günlerde ara ara içimdeki control freak’in sessiz çığlıklarını bastırmam gerekti. Ama en nihayetinde, zaten ne göreceksek onu gördük. Hem de daha fazla anıyla, daha tatmin edici, hatırladığımızda bizi daha çok gülümsetecek olayla döndük.

Bir de, bir şekilde yola güvenince o “azizlerimiz” diye nitelendirdiğimiz adamlar tüm ülkeye bize yardım etmek için serpiştirilmiş gibi karşımıza çıkıp durdu. Bir şekilde oluyor, yol akıyor, en güzel halini sunuyor demek ki.

--

--