Eski Aşkım, Tanrım

Yağız Basgıcılar
ayın karanlık yüzü
4 min readFeb 12, 2020

Çocukken bir tanrıya inanırdım. İslam’ın tanrısına. Daha doğrusu İslami ritüellerle, Arapça dualarla ve Türk coğrafyasında Şaman geleneklerinin yoğurulmasıyla ulaşılmaya çalışılan bir tanrıya. Her an beni izlediğine inandığım, elimi pantolonumdan içeri sokunca suçluluk duymamı sağlayan bir tanrıydı. Başka işi olmayan ve sürekli beni takip eden, defterinin bana ayrılan bölümünde günah hanesine ezdiğim karıncaları, sevap hanesine de yaptığım iyilikleri yazan ve öldüğüm gün bunların muhasebesini yapacak ve cennete mi yoksa cehenneme mi gideceğime karar verecek bir tanrı. Ya da dediklerine göre cehennemde ne kadar kalacağıma. Böyle rahatça yazıyor olsam da gerçekten inandım bu tanrıya. Sadece hiçbir zaman korkmadım ondan. Baş harfini küçük yazdığım ve onu insanı özelliklerle anlattığım için kızacak kadar gaddar olacağına inanmadım çünkü asla. İyi bir mümin olduğumu söyleyemem dinin şartlarını düşününce ama iyi bir insan olduğuma yemin ederim, tanrı üstüne. Her neyse, sonuçta akşam anlamlarını bilmediğim Arapça dualarımı okumadan uyuyamayacak kadar inançlıydım. Ya da aslında uykudaydım da haberim yoktu.

Lisenin sonlarına doğru, bilimsel eğitimimin tavan yaptığı yıllara geldiğimde çoktan bir şeyler değişmişti. Tanrımın tahtı sallanır olmuştu. Onunla hala görüşüyordum ama sabah acıkmadan kahvaltı etmek gibi, bir refleksti daha ziyade. Sanırım onunla son ciddi görüşmemiz üniversite giriş sınavı öncesinde özel ders aldığımız matematik öğretmenimizin bizi topluca Eyüp Sultan’a götürdüğü ve tevekkülün dibine vurduğumuz gündü. Sınav da bittikten sonra zaten uzun bir süre işim de düşmeyeceği için artık ona ihtiyacım da kalmamıştı.

Sonra olan oldu. Tanrım öldü. Tanrımı ben öldürdüm ya da aldığım eğitim onu tahtından atıp yerine kendisi geçti. Sonuç olarak o artık yoktu. Üniversiteye geldiğimde tanrıya inanmayan bir delikanlıydım artık. Tanrıyı hiç inkar etmedim ama olmadığına şiddetle inanmaya başladım. Aile büyüklerimle, özellikle uçak mühendisi Kenan Dayımla konuşurken niye tanrının olamayacağını anlatmaya çalıştım. Eski bir mühendisin tanrıya inanmasına dayanamadım. İleride sen de inanırsın demesine ise sinir oldum. Büyük Patlama teorisini kendim bile tam anlamadan anlatmaya çalıştım. Evrim ve dinlerin nasıl ters düştüğünü, nasıl tüm dinlerin birbirinden evrildiğini savundum. Bir yakınımın cenazesine gitmek inanmadığım tanrıyla yüzleşmek zorunda olduğum seyrek anlardandı. Ölenin arkasından son vazifemi yapmak ve inanmadığım bir varlığa bilmediğim kelimelerle mesajlar ulaştırmak arasında çok gidip geldim. Herkesin ellerini kaldırıp dua etmesi esnasında ben de dudaklarımı Türkçe niyetler ile titrettim. Artık canlı sayılmayan bir bedene dini olmayan sözlerle güzel dileklerimi ilettim.

Tanrı uzun süre yoktu hayatımda. En azından evin hiç açılmayan deposu gibi, ulaşması zor bir yere koymuştum onu. Karanlık bir sokaktan geçerken ya da uçak sallandığında ona sığınmak yüzsüzlük gibi hissettirdiğinden kendimle bir anlaşma yapmıştım; sudan sebeplerle tanrıya gitmek yoktu. O zamandan anlamam lazımdı ki olmadığına inanmak istenen bir şey vardır. En azından benim kafamda bir yerlerde varmış.

Geçen sene ruhani anlamda güzeldi benim için. Baya yol aldım. Böyle ifade etmek ne kadar doğru orası tartışılır. Saç uzatmak ya da vücut geliştirmek, 10 Km’yi daha hızlı koşmak gibi bir şey değil ne de olsa bu. Olup biten her şey kafamda sonuçta. Ama yine de yol aldım ve aldığımı fark ettim. Ne oldu? Yine olan oldu. Tanrım yeniden doğdu. Yeniden bir tanrım oldu. Ergenliğimin sonlarında gömdüğüm, öldürdüğüm, terk ettiğim, bir odaya kapattığım tanrım geri geldi. Parçaladığım tanrımı yeniden birleştirdim. Ama bambaşka bir şekilde. Sanki bir Lego’yu bozup aynı parçalarla daha iyisini yaratmak gibi. Aynı değerlere sahip, benzer temellere kurulu ama çok daha akla yatan ve dinlerden bağımsız bir tanrı yarattım. Öyle bir tanrı ki alkol almama izin veriyor, küfür etmeme takmıyor, oruç tutmazsam ya da Hac’a gitmezsem beni dışlamıyor. Evrimin bana bu formda verdiği vücudumla tattığım zevkler günah değil bu tanrımın gözünde. Cumaya gitmem gerekmiyor ona ibadet etmem için. Sadece belli binalardan da ulaşmıyorum ona. O, benim olduğum her yerde. Öyle bir tanrı ki kendi güzelliğini kendimde ve her şeyde görmemi sağlıyor. Aynada dipsiz göz bebeğime baktığımda onu görebiliyorum mesela, ya da işe giderken metrodaki mutlu mutsuz diğer benlere bakınca. Mutlu olunca biliyorum ki üzüleceğim de bir gün. Üzülünce de kahkaha atacağım günlerin geleceğini biliyorum. Ona inandığım için emin olabiliyorum bunlardan. Bilimle ters düşmeyen bir tanrım var, tam tersine bilime temel hazırlayan ortamın ta kendisi. Maddenin var olmasını sağlıyor öncelikle, atomların birleşmesini mümkün kılıyor, maddenin şekil değiştirmesini. Evrende nereye gidersen hem de. Vücudumdaki atomların arasındaki boşluğa ruhun girmesi de onun altyapısıyla çalışıyor. Tanrıyı düşünebiliyorsam, onu sınırlı insan beynim izin verdiğince anlamaya çalışabiliyorsam bu da tanrının yarattığı sistem bunlara izin veriyor diye. Orgazmla tanrı aynı cümlede geçer mi? İkisini de beynimdeki nöronlar sayesinde hissediyorsam geçebilmeliler bence.

Geçen seneden beri yeniden bir tanrım var hayatımda ve çok mutluyum. Yıllar sonra çocukluk aşkına dönmek gibi. Yıllar sonra onunla barıştığımızda ilk konuşmamızda ağladım sevinçten. Onu görmezden geldiğim yılları düşününce pişman olmam gerekirdi ama hiç olmadım. Böylesi çok daha iyi oldu. Eksik bir şeyler vardı, onlar yerine oturdu.

Tanrımı umarım çıkartmam bir daha hayatımdan. Ya da çıkartırsam doğru an gelince yine tahtına oturturum. Bunu demek üzücü ama yapmam dediğim ve yaptığım şeyleri düşününce, gelecek ne getirir bilemiyorum. Sadece tanrımdan onu görmemi ve hep görmemi sağlamasını istiyorum her konuşmamızda. Aynaya baktığımda aynada kir olmasın istiyorum ki onu göreyim. Ya da hayat bana onun önüne geçecek şeyler vermesin.

Kızmamışsınızdır umarım yazdıklarıma ve tanrıyı böyle ele alışıma. Ne de olsa o benim tanrım, herkesin günahı boynuna.

--

--