Hasta olmak ve birkaç şey

Yağız Basgıcılar
ayın karanlık yüzü
5 min readSep 2, 2020

Düzlüğe çıkmanın, yolun sonunu görmenin verdiği rahatlıkla, işgal kuvvetleri daha vücudumu tam terketmiş olmasalar bile, artık geriye dönüşün giderek uzak görünmesinden, bir normale dönüş heyecanı kapladı içimi. Boğaz ağrımın başlamasından bugüne sadece bir hafta geçti ama bu sürede kurallar yeniden yazıldı, öncelikler yeniden sıralandı ve hayati olmayan her şey rafa kalktı. Aslında şu an da boğazımda ilk günkü sızının aynısı var. Ama biliyorum ki bu işgalcilerin kaçarken yaktıkları köylerin ateşinin acısı.

Bir yanımda bir yığın ilaç, diğer yanımda aniden geri gelen kuvvetim ve yaşama isteğimle yaptığım hayata dönüş keki ve kahvem. Son birkaç gün ve gecedir biriktirdiğim düşüncelerimi derlemeye çalışıyoruz. Korona testimin sonucunu yarın alacağım ancak gidişat şiddetli bir boğaz enfeksiyonu geçirdiğim yönünde. Sonuç pozitif çıkarsa da bu hastalığı rahat atlatanlar arasına katılacağım. Tabi ki sonucun negatif çıkmasını umuyorum son günlerde sorumsuzca temasta bulunduğum arkadaşlarım adına.

Özetlemek gerekirse, 3 günü ve gecesi epey sancılı, şiddetli boğaz ağrısı ve ateşle dolu bir hafta geçirdim. O 3 gün, hastaların ya da yaşlılarına dilinden düşmeyen bir sözü anlamamı sağladı “Her şeyin başı sağlık”. Bazı şeyleri yaşamadan bilemiyor insan. İlk defa hastalanmadım, son hastalığım da olmayacak ama ölüm ihtimalinin yükseldiği bir ortamda hastalığa, daha doğrusu sağlıktan yoksunluğa da bakışım değişmiş oldu. Ama bunlar sağlıklı beslenmek, uykuya dikkat etmek gibi alışılagelmiş kurallara daha sıkı sarılmaktan ziyade, hastalığa bir durum olarak değişen bakışım.

Geceleri parasetamolün azalan etkisiyle eş zamanlı olarak geri gelen boğaz ağrımın şiddetiyle gözlerim karanlığa her açıldığında, parasetamolü nereye koyduğum düşüncesini takip eden son hapı saat kaçta aldığım, saatin kaç olduğu ve hapı ne kadar az yudum suyla içebileceğimdi. Yaklaşık üç saatte bir tekrarlanan bu senaryoda değişen tek şey gözlerimi her açtığımda dışarıdaki rengin değişmesiydi. Bir sonraki hapı almama daha saatler olduğunu farkettiğim anlarda, yatağımda doğrulup, dizlerime sarılıp, tükürük salınımını ve dolayısıyla yutkunmamı gerektirecek her türlü ağız hareketinden kaçınıp şişkin sol bademciğime daha geniş yer sağlasın diye istemsizce sola kaymış çenem ve her an acıyla kısılmaya hazır gözlerimle, gecenin sessizliğinde düşünmek kaçınılmaz bir uğraş haline geldi. İşte o anların sevk ettiği ilginç birkaç fikri derlemeye çalışacağım.

Bunlardan bir tanesi acı fikri. Çektiğim acı büyüktü demiyorum. Dünya acılarla dolu ama acı acıdır ne de olsa. Acının şiddeti, süresi, sıklığı, sonu ve tipi olarak kendimce 5 kategoride ele alıyorum boğaz ağrımı. Her yutkunduğumda tüm vücudumu kasan, yakıcı, ilaçla azalan ama kaybolmayan, sonunu göremediğim ve 3 gün neredeyse kesintisiz varolan fiziksel bir acıydı. Öyle şiddetliydi ki, su içerken canım yandığı için gırtlağımda kastığım bazı kaslar bir refleks geliştirdi ve içtiğim her yudum sıvının bir kısmı burun deliklerimden çıkar oldu. Acının en yoğun olduğu anlarda bedenime lanet ettim ve sinir hücrelerim neden hissettikleri iyi ya da kötü her sinyali iletmek zorunda diye düşündüm. Bir kaşığı ocakta kızdırıp da bademciğimi dağlamak ya da farklı şekillerde uyuşturmak geçti aklımdan. Sola dönük şekilde sek rakı mı içsem dedim bademciğimin üzerinden yavaşça akacak şekilde. Şiş sokup patlatmak ve içindeki iltihabı akıtmak geçti aklımdan. Bu ilkel acının bana ne faydası olduğunu sordum sadece kendime. Ama o aynı ilkel acı ve aynı sinir hücreleri ki, bademciklerimin birkaç milimetre üstündeki boynumda, öpüldüklerinde en büyük zevklere ev sahipleri. Bir keresinde dişçide uyuşmuş dudaklarımla kahve içme gafletinde bulunmuş ve normalde nöbetçilik yapan dudaklarımın asla içeri almayacağı sıcaklıkta bir kahveyi dilimde hissetmiştim. Hüseyin Amca’ya gidebilsem şu an da o iğneden saplayıverse bademciklerime.

Duvara, cama, sabahın bir anı yoldan geçen arabaların ışıklarının odamdaki gölgelerine bakarken, fiziksel acının bileşenlerine gitti bir de kafam. Acı dediğin hormonların, sentezlenen kimyasalların bir ürünü, vücutta gerçekleşen milyonlarca tepkime gibi. Bu kimyasallar atomlardan, moleküllerden bir araya geliyor. Belki aynı atomlar farklı şekilde bir araya gelip farklı şeyler hissettiriyor. Bilmiyorum ama boğaz ağrımla boynuma konan bir öpücüğü beynimde bir hisse çeviren kimyasal aynı atomların farklı dizilimi olamaz mı? İkiyüzlülük değil mi bu? Ya da bana dün öpücük hazzını veren hormondaki atom bugün bana bu acının elçiliğini yapıyor. Nasıl düzen bu? Şu atoma desem, acı fermanı gelirse ben evde yokum, bana okuma, olmaz mı? Ağrı kesiciler bunu yapıyor hadi, ama bunu ben kafamda becersem harika olmaz mı?

Acı fikrini moleküler boyutta düşünürken bir de başka bir şey geldi aklıma. O da görecelik, ama Einstein’ın ele aldığı anlamıyla değil. Şöyle anlatmaya çalışayım; vücuduma giren bir virüs ya da bakterinin yegane amacı beni içten fethetmek değil aslında, yaşamak ve çoğalmak. Hepimizin anlamını ve nedenini bilmediği ama bir türlü de vazgeçemediği yaşama ve çoğalma arzusuyla, belki bizden daha bilinçsiz bir şekilde çoğalmaya çalışıyor bir bakteri de virüs de. Hiçbirinin ulvi amacı, ay sonu hedefinin ya da yıl sonu priminin hesabı yok ettikleri organizmalarla ölçülmüyor. Çürüyen meyveler bizim gözümüzde hiç olan, değersizleşen maddelerken görmediğimiz organizmaların ziyafeti ve bizimkiler kadar sefil olan hayatlarını çoğaltma fırsatı. Onlar da bilmedikleri bir sebeple beslenmek ve çoğalmak istiyor. Yani görecelik ile kastettiğim, beni bu düşüncelere sevkeden ve başka hiçbir şey yapmama izin vermeyen bu acının arkasında bir grup bakterinin oluşu ve onların bu durumdan faydası. Evrimsel amaçları tıpkı bizim gibi çoğalmak ve tüketmek olan bir grup serseri benim bedenimde alem yapıyor. Bunlar kötü bakteriler. Bir de iyi olanlar var. Mesela şu bağırsakta yaşayan, çeşitli faydaları olan bakteriler. Yani bize olan faydalarına göre ikiye ayrıldı bakteriler. İnsanlar gibi aslında, dostlar ve düşmanlar, iyiler ve kötüler. O zaman şunu sordum kendime; biz, dünyanın asalağı insanlar, dünya için iyi miyiz kötü mü? Bana kalırsa kötüyüz. Yok olsak dünyaya faydası olacak tek canlı türüyüz. Peki köpek gözünden nasıl insan mesela? Kendisine korunaklı bir ortamda hayati ihtiyaçlarını karşılayan, hayatta kalma ihtimalini artıran hatta bir de manevi katkı sağlayan insan iyi olsa gerek bir köpeğin gözünde.

Moleküler seviyedeki düşlerim son olarak da biraz ruhani bir boyutta kendini gösterdi. Özellikle de iki parasetamol arasındaki o ağrı ve ateş dolu anlarda, düşünce gücüyle bir şeyleri değiştiremez miyim diye sordum kendime. Günden güne inancımı kaybetmeye başladığım eski dostum Reiki’nin kapısını çaldım ve kendisini davet ettim. Ona dedim ki “Ey Evren’in enerjisi, Taç Çakram’dan gir bedenime ve avuçlarımdan şifa akıt dokunduğum yere”. Avuçlarımı alnıma koydum ateşim düşsün diye, boğazıma koydum ağrım dinsin diye. İnandım buna, eskisi kadar olmasa da. Buna gerçeküstü, sihirli bir değnek gibi değil de, durumun kendisine göre yardım eden, onarıcı bir güç gibi yaklaştım. Eğer boğazlarımın sağlıklı halinin bir hücresel ve moleküler yapısı varsa, Reiki enerjisi şu an bozuk o yapıdan geçsin ve hepsini normale getirsin istedim. Tıpkı manyetik dizilimi bozulmuş bir mıknatısı yeniden mıknatıslamak gibi. Ya da bozulmuş bir DNA sarmalındaki mutasyonları onarmak gibi. Ya da enjekte edilen kök hücrelerin ihtiyaca göre doğru hücrelere evrilmesi. Kafamdaki mantık buydu. O an net bir değişiklik hissetmedim tabi. Belki inanmadan çağırdım Reiki’yi, belki şiş boğazlarımdan sesim çıkmamıştı, belki de aidat çekilememişti bu ay hesabımdan.

Her şeyin ardında bir sebep olduğuna inanmakla birlikte bir yandan da evrenin aslında çok da umrunda olmadığımızı düşünmeye başladım bu sıralar. Tanrı benim hasta olduğumu biliyor muydu? Her şeyin bu kadar göreceli, birinin hastalığının bir başkasının ziyafeti olduğu bu evrende karmayla, iyilik kötülük defterleriyle uğraşan varlıkların olduğuna inancım devam etse de, her halta bir anlam takmamaya biraz daha özen göstermeye çalışıyorum hayatı dualara ve hesaplaşmalara havale etmemek için. Hastalığımı bana kazandırdığı bu bakış açısıyla uğurlarken kendisiyle yakın zamanda tekrar karşılaşmamayı umuyorum. En mutlu anımda ve en büyük acımda dünya nasıl döndüyse, en son nefesimde de dönmeye devam edecek ve benden dağılan atomların bazıları birinin boğazındaki bakteriler olurken, bazıları portakaldaki vitamin, bir öpücükteki tükürük, birinin orgazmını yaşatan nörotransmiter madde, su şişesi, brownie ya da kışın giyilen delik bir çorap olacak. Yağız hiçbir yerde olmayacak ama her yerde olacak.

--

--