Çalma Listeleri

Sena Ünal
Yazı Rehberi
Published in
5 min readMay 10, 2024

Siz, hiç beklemediğiniz bir anda galiba birazdan öleceğim diye düşündünüz mü?

Ben düşündüm. Yirmi gün önce bindiğim uçak, kalkıştan bir süre sonra o kadar şiddetli bir sarsıntı yaşadı ki o an için hissedebildiğim tek şey öleceğime dair kuvvetli inançtı. Sarsıntının şiddeti artıp süresi uzadıkça itikatım da artı. Vehmim beynime başka şeyler düşünebilmesi için izin verdiğinde kulağımda çalan şarkıyı fark ettim. Rumeli Ekrem, “Dokumacı Kızlar”. Çok geçmeden bu farkındalığa bir yenisi daha eklendi. Demek ki anılarım film şeridi gibi gözümün önümden geçerken fon müziği olarak bu sesi işitecektim. Bana sorulsaydı ölmeden önce dinlediğim son şarkının bu olmasını istemezdim. Yanlış anlaşılmasın Rumeli Ekrem ile bir derdim yok. Sorun tam olarak “Dokumacı Kızlar” şarkısının kendisinde. Çocukken performans ödevi yapmak için gittiğim internet kafede küfürlü versiyonunu dinleyip travmatize olmanın eşiğinden döndüğüm bu şarkıyı safiyane hislerle hatırlamam çok zor. (Dikkat! Şarkının bu versiyonu ruh sağlığınıza fena halde zarar verebilecek sunturlu küfürler ve birtakım çirkinlikler içermektedir. Sağlığınız için evde dinlemeyiniz.) Üstelik gözümün önünden geçecek anılar arasında şarkıyla uyum sağlayabilecek bir anı da yok. Bu noktada geç de olsa aklıma şarkıyı değiştirmek geldi. Gelen şarkı Sezen Aksu’dan “Kahpe Kader”. Hüzünlü bir melodiyle başlayan şarkı, ilk otuz saniyeden sonra hareketli bir hal alıyor ve hızlıca sözler giriyor:

“A benim avanak arızalı, arsız gönlüm

Feleğin çemberine takılıp döndün ya

Arayan bulur elbet aradın, buldun pes

Hanya’yı Konya’yı gördün ya”

Bu çok daha iyi bir kapanış şarkısı. Hem ismi konsepte uygun hem işiteceğim son sözlerin gönle edilen bir sitem olma ihtimali kulağa fena gelmiyor. Gerçi benim gönlümün, şimdiye kadar yaptıkları ve pek tabii yapamadıkları düşünüldüğünde bunlardan çok daha ağır sözler duymayı hak ediyor ama ağzımı bozmak istemem. Uçağın sarsıntısı yavaşça sonlanırken tam olarak bunları düşünüyordum. Yani ne anılarım gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti ne de içimden hüzünlü bir veda konuşması yapıyordum. O an sadece uygun bir şarkı eşliğinde ölebilmenin derdindeydim. Birkaç şarkı daha değiştirme şansım olsa belki bunu başaracaktım da. Neyse ki ölmedim ve uçak bir saat sonra Yunanistan’a indi. Bu kısımda size biraz geziden bahsedeceğim fakat bu bahis yine oldukça kısa ve belirli anlardan ibaret olacak. Uzun uzun gezi yazıları yazmakta ne gibi bir beis gördüğümü daha önce açıklamıştım. Şahsi deneyimlerin aktarıldığı gezi yazılarından hoşlanıyorsanız Mine Urgan’ın “Bir Dinazorun Anıları” kitabını okuyabilir, kitap okumak bana göre değil diyorsanız Ayhan Sicimoğlu’nun gezi programlarını izleyebilirsiniz. Ayhan Sicimoğlu konusunda sizi baştan uyarmam gerekiyor. Kendisi gezi deneyimlerini ancak önüne iyi bir yemek gelene kadar anlatabiliyor. Onu dinlemeye devam etmek için ise bir süre iştahı ve ağız şapırdatma sesleriyle baş başa kalmayı göze almanız gerekiyor. Beni okumaya devam etmek içinse dağınık bilinç akışıma sabretmeniz. Anda kalabilmeyi sahiden istiyorum. Mesela tam bu kısımda size yediğim güzel yemeklerden, yolculuğumun ilk rotası olan Selanik’ten, hayatımda gördüğüm ilk nar ağacının Atatürk’ün babasıyla evlerinin bahçesine diktiği nar ağacı oluşundan bahsetmek hatta bu son kısmıyla biraz hava da atmak istiyorum ancak bu noktada tek düşünebildiğim Selanik otobüsünde kafamı cama yasladığımda zihnime doluşan bir ilkokul tiyatro anısı. Ben 5. Sınıfa giderken okulumuz Atatürk’ün hayatını anlatan ufak bir tiyatro oyunu sahneye koymaya karar vermişti. Bu oyunun deneyimli oyuncuları da elbette ki bizler olacaktık.

https://linktr.ee/yazirehberi

Çoğumuz hayatında tiyatro sahnesi görmemişti hatta bazılarımız tiyatronun ne olduğundan bile habersizdi ama elbette ki bunlar ufak detaylardı. Hızlıca bir ekip seçildi. Ben oyunculuk kariyerimle gündeme gelmemek için hangi karaktere hayat verdiğimi söylemeyeceğim. Zaten asıl mesele Atatürk’ü kimin oynayacağıydı. Fark ettiyseniz bu günümüzde hala karar verilmesi gereken oldukça ciddi bir mesele. Atatürk olmanın taban puanları sürekli değiştiğinden olacak hemen her sene başka biri Atatürk olarak karşımıza çıkıyor. Şimdiye kadar bu rolü oynayanlar arasında Haluk Bilginer, Rutkay Aziz, Sinan Tuzcu, Halit Ergenç, İlker Kızmaz öne çıkan isimler arasında. Tabii en son Atatürk’ümüz Ertan Saban’ı da es geçmemek lazım. Bir de tüm Türkiye’nin “Atatürk’e benzeyen adam” sıfatıyla tanıdığı beyefendi var ki o başlı başına bir deneme konusu. Mesela kendisi “Atatürk dedi ki” diye bir kitap yazmış ve kitabından “Atatürk dedi ki… Ne dediğini merak ediyorsanız kitabımı alacaksınız işte.” diye bahseden mizah anlayışı hayli kuvvetli biri. Askeri üniformayla gezip girdiği pozlardan bahsetmiyorum bile. Ülkemizin Atatürk rezervi olarak o kadar bereketli ki “Atatürk bugün Atatürk’e benzeyenler yarışmasına katılsa ilk üçe girebilir mi acaba?” diye düşünmeden edemiyor insan. Bu yarışma bizim ilkokulumuzda yapılsaydı muhtemelen ilk ona bile giremeyecek çocuklardan biri seçilmişti Atatürk rolü için. Gerçi Ciguli’yi ve Charlie Chaplin’i tanıyamadığı için birinci seçmeyen jüriye ne kadar güvenilir orasını bilemem. Yine de saydığım tüm bu isimlerin arasında açık ara en kötü Atatürk benim ilkokul arkadaşımdı. Bir kere 130 santimlik boyu, koyu renk saçlarıyla fiziksel olarak uygun değildi üstelik sesi de fena halde inceydi. En kötüsü sınıfımdaki kızların hemen hepsi bu çocuğu seviyordu. Bu çocuğa Atatürk rolü vermek Atatürk’e benzeyen adama “Paşam” diye seslenmek kadar kötü bir fikirdi ama olmuştu. Oyun tam da beklediğim gibi geçti. Ne mi bekliyordum? Her şeyin berbat gitmesini ve çıkan rezillikten zevk alarak gülüp eğlenmeyi. Ben dahil hemen herkes sahnede ne söyleyeceğini unuttu. Atatürk’ün rahmetli babası Ali Rıza Efendi öldüğünü unutup sahneye bir daha çıktı, annesi Zübeyde Hanım şok olduğundan olacak oyunun yarısını sesi titreyerek oynadı. Tahmin edemediğim şey ise oyunun ortalarında Kazım Karabekir’in takılıp düşeceği ve benim buna gülmeyi bir türlü durduramadığım için sahneden indirilmek zorunda kalacağımdı. İsmet İnönü de gülmüştü bu arada ama ona kimse bir şey demedi tabii. (Siyasi şaka yok, zorlamayınız.)

Neyse sorun etmiyorum. Oyunculuk kariyerine başlamak için zaten oldukça kötü bir başlangıçtı. Hem artık epey büyümüş, Selanik otobüsünden çoktan inmiş ve şu an bu satırları Atina’ya yakın bir ada olan Aegina’dan yazıyordum. Düşünecek çok daha mühim şeylere sahiptim. Mesela yüksekten korkmama rağmen tüm Aegina’yı kuş bakışı görebildiğim bu kayada durmaktan neden korkmuyordum? Bu ada biraz Büyükada’ya mı benziyordu yoksa ben mi bu yaz tekrar yaşayacağım için epey mutlu olduğum Büyükada’yı özlemiştim? Atina elbette oldukça güzeldi ama İstanbul daha güzel değil miydi? Suya hasret çöllerde beyaz güller biter mi, dikenleri göğü deler miydi? Bir menekşe kokusunda seni aramak var ya, bu hep böyle böyle gider miydi? Şarkı ile başladığım yazıyı şarkı ile kapatmak iyi bir fikir miydi?

Editör: Sıla Yazıcı

--

--

Sena Ünal
Yazı Rehberi

Bendeniz anlam mefhumuna vurgun bir münzevi. Herkese pay edilen hoşnutsuzluktan nasibini almış, biraz sizden biraz ondan birazcık da bundan biri.