Çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?

Sena Ünal
Yazı Rehberi
Published in
7 min readJun 10, 2024

“İyi yazının birinci cümlesi, mevzuya girmek için tereddütsüz atılmış ilk adımdır. Arkasından gelen cümleler; vezinli adımlarla, sekmeden, aksamadan, sendelemeden onu takip ederler.”

Peyami Safa’nın “İyi Yazı Kötü Yazı” adlı metnine ait bu alıntı, iyi yazı için müessir bir girizgâh yapmanın öneminden söz ediyor. Ben ise kendisine son derece katılmakla beraber bahsini ettiği etkili girişi bulamadığım için ufak bir hinlik yaparak girizgâhı kendisine yaptırmış bulundum, umarım kusura bakmamıştır.

Bugün sizlere biraz, takribi sekiz ay önce geldiğim Bratislava’dan bahsetmek istiyorum. Çünkü insanlığın payına düşen nankörlükten herkes kadar nasibini almış biri olarak ben de sıklıkla elimdekinin kıymetini ancak onu yitireceğimi idrak edince anlayabiliyorum. Coğrafyası en az benim kadar kötü olanlarınız için Bratislava’nın Slovakya’nın başkenti olduğu bilgisini vererek başlayayım.

475.000 nüfusa sahip olan bu kent, Türkiye’den yaklaşık 2278 kilometre uzakta olan küçük bir Avrupa şehri. İklimi ılıman, insanı hayli soğuk, coğrafyası engebeli, resmi dili Slovakça, para birimi ise euro. Slovakça merhaba “ahoj”, günaydın “dobré ráno”, iyi günler “pekný deň”, iyi akşamlar “dobrý večer” demek. Buraya kadar yazılan kelimeleri aklınızda tutabildiyseniz tebrikler, benim sekiz aydır geldiğim Slovakça seviyesine kolayca eriştiniz. Ha bir de kelime anlamı “elbette” olan “dobre” var ki ben bunu, bizim dilimizdeki bağlaç niyetine kullanılan küfürlere benzetiyorum. Zira hemen her şeyin başına ve sonuna bu kelimeyi ekliyorlar. Bunu da öğrendiyseniz artık hazırsınız.

Benimle Bratislava’da geçirmeyi sevdiğim günlerden birine eşlik edebilirsiniz.

Bratislava’ya dair en sevdiğim şey, şehir topraklarının yarısından fazlasını ormanların kaplaması. (Bir de otobüslerin hep ekranda yazdığı dakikada gelip hiç gecikmemesini seviyorum ama onu yazının gidişatıyla bir alakası yok.) Bu, canınız ne zaman bir orman yürüyüşüne çıkıp her şeyin yoluna gireceğine dair itikat tazelemek istese kolayca erişim sağlayabileceğiniz anlamına geliyor. Ben de bugün öyle yapacağım. Yürümek için sıklıkla tercih ettiğim güzergahlardan biri orman diğeri ise şehrin ortasına boylu boyunca uzanan Tuna Nehri’nin kıyısı. Ülkenin sahip olduğu dört nehirden biri olan Tuna’yı tanırsınız. Hani şu “Akmam.”, “Etrafımı yıkmam.” gibi menfi cümleleri kurduğu söylenen marştaki nehir. Yeri gelmişken söylemem gerekir ki kendisi hakkında söylenenler gerçeği yansıtmıyor. Doğru, etrafı falan yıktığı yok ama naz niyaz etmeden gürül gürül akıyor. Fakat ben bugün insan kalabalığına karışmamak için orman tarafında yürümek istiyorum. Üstüme beni yürüyüş yapacağıma ikna eden birkaç şey geçirip kendimi dışarı atıyorum.

Durak 1: Gün boyu Billa’nın önünde dikilen sinirli anketör.

Çocukluktan beri çatık kaşlarıyla etrafa asabi bakışlar atan insanları güldürmeye çalışma refleksine sahibim. Bilinçli olarak tasarlamadığım bu dürtü başımı daha önce çokça belaya soktuğu için artık eskisi kadar ona kulak vermiyorum. Yine de ne zaman bu abiyi görsem yüzündeki öfkeyi bir nebze kırabilmek umuduyla gözlerinin içine bakarak gülüyorum ama bırakın bir yumuşama belirtisini sanki onu daha fazla sinirlendiriyorum. Bazen o kadar hırslanıyorum ki o gözlerini kaçırdıkça ben yüzümdeki gülüşün dozunu ürkütücü bir hâle gelene kadar abartıyorum. Tam pes etmeye yakınken aniden “Şaşı taklidi yapsam güler mi acaba?” diyorum. Sonra “İnsanların şaşı olması sana komik mi geliyor Sena? Ne kadar ayıp!” sesiyle irkilip önüme dönüyorum. En azından bu abi tarafından azarlanmadığıma seviniyorum. Çünkü sarının hayatımda gördüğüm en kötü tonuna sahip saçlarıyla beni her markete gittiğimde azarlamanın bir yolunu bulan kasiyer hanımefendi tarafından düzenli olarak tersleniyorum. O beni tekdir ededursun ben o sırada arkadaşlarımla girdiğim iddiaları düşünüyorum. Kaç para verilse saçımı bu renge boyarım merakı içinde marketten çıkıyorum.

Durak 2: Hanımellerine çıkan yokuşlu yol.

Orman yolu güzergâhından biraz saparak bir yol ayrımına geliyorum. Her defasında sonu hanımellerine çıkan sokağı seçeceğimi bilsem de bir an için durup düşünüyorum ve malumu seçerek zorlu bir yokuşu çıkmaya başlıyorum. Kalbi benim gibi pek güçlü olmayanlar için yokuş çıkmayı ayva yemeye benzetiyorum. İkisinde de öleceğinizi düşünüyor, bundan sinsi bir haz alıp eyleminize devam ediyor, en sonunda yaşamak yükünün altında ezilip ölmüyorsunuz. Esasen ben, yedi tepeli İstanbul’dan yokuş çıkmaya alışkınım ama bu sokak beni her defasında zorluyor. Yolun sonunda burnuma dolan ve beni hayatın güzel olduğunu düşündürmeye meylettirecek hanımellerinin kokusunu bir mükâfat olarak görüp biraz soluklanıyorum.

Durak 3: Sessizliğin gölgesinde bir yeşil bank.

Bence bu hayatta hepimiz mevcudiyetimize az ya da çok bir aidiyet kazandırabilme gayreti içindeyiz. Yalnızca aidiyet mefhumu üzerine birbiri ardınca sayısız cümle kurulabilir ama benim derdim tumturaklı cümlelerle aklınızı bulandırmak değil, bir şehre aidiyet duygusu besleyebilmek için yaptığım şeylerden birine sizi eşlikçi etmektir. Hayat olanca hızıyla akar, değişken zamanın içinde her şey eriyip kaybolur. Böylesi bir devinim içinde ben sıklıkla “aynılıklara” ihtiyaç duyarım. Yıllardır dinlediğim aynı albümler, defalarca izlememe rağmen sıkılmadığım filmler, kitaplığımda duran her yanı iz dolu kitaplar bunun tezahürüdür. Bir şehri sahiplenmeye karar verdiğimde yine bir aynılık ihtiyacı ile bir yer belirlerim kafamda. Bu belirlemeyi neye göre yaptığımı ben bile bilmiyorum. Yalnızca çok kabalık yerler seçmemeye gayreti içinde olduğumu biliyorum. İşte bu yeşil bank, benim Bratislava şehrindeki ayniyet noktamdır. Orman yolunun çıkışındaki patika yola bakan bu bank, geceleri ışıklandırılan ufak bir kulübeye ve iki büyük çınar ağacına bakıyor.

Muhtemelen yamuk olan ayağı yüzünden ne zaman gelsem boş oluyor. Ben de sonunda toplumsal güzellik standartlarını avantaja çevirebilmenin sevinciyle dilediğim kadar bu bankta oturabiliyorum. En azından bugüne kadar oturabiliyordum. Bugünse heyecanlarından ilişkilerinin taze olduğunu anladığım yirmilerinin başında bir çift çok geçmeden gelip yanıma oturdu.

O andan itibaren kendi dünyamın kahramanı olmaktan çıkıp IMDB’si altı olan bir romantik komedi filminin içinde, kimsenin hatırlamayacağı silik bir yan karakter oldum. Aslında normalde hemen kalkıp giderdim ama nedense o gün bankın sahibi olduğumu sanma yanılgısı yüzünden gitmedim. Size bakmıyorum mesajı verebilmek için kafamı yolun diğer tarafına çevirip kulaklığımdaki müziğin sesini yükselttim. O sırada kendime “Hayır Sena hiç de ayıp değil yaptığın. Önce sen gelip oturdun. Neden gitmek zorunda olasın?” gibi telkinlerde bulundum. Heyecanlı çiftimizin öpüşmeye başlamasıyla kendimi ikna çabalarıma saniyesinde son vererek hızlıca yerimden kalktım. Öpüşen bir çiftin yanında uzaklara bakmaya çalışırken boynu tutulan bir kadın rolünün üstümde hiç durmadığını fark ettim.

Hayat romantik komedi filmi içine hapsolmuş bir yan karakterseniz gerçekten çok zor.

Durak 4: “ Gayet de akabiliyorum.” diyen Tuna Nehri’nin kıyısı.

Sağ tarafında alabildiğine uzanan Tuna Nehri ve orman, sol tarafında birbiri ardınca dikilmiş ağaçların olduğu bu yol şehrin en kalabalık yerlerinden biri. Öyle kalabalık dediğime bakmayın. Bu şehrin en kalabalık hâli bile bayram zamanı boşaldığı iddia edilen İstanbul’umuzun en sakin halinden katbekat sakindir. Hatta hafta içi sekizden sonra her yer öylesine boş olur ki kendinizi şehir üstünüze kitlenmiş de siz içeride unutulmuş gibi hissedersiniz. İlk zamanlar oldukça garipsediğim bu durum şimdilerde hoşuma bile gidiyor. Çünkü şu an yürüdüğüm yolu ezber edebilecek kadar bir süreyi bu şehirde geçirdim. Mesela otobüsten indikten sonra yaklaşık altı şarkı sonra sevdiğim bankın önünde olacağımı, bu bankı geçtikten tam yedi ağaç sonra UFO Kulesi’ne bakmak için duracağımı ve Slovakya’nın Cengiz İnşaat’ı tarafından dikilip şehrin silüetini büsbütün bozan plazayı görüp sinirleneceğimi biliyorum. Birazdan bisikletin arkasına oturtulmuş sevimli bir çocuk görüntüsüne, yaz kış koşan Slovak insanların görüntüsünün karışacağını, kibarlığı ile günümü güzelleştiren hanımefendiden kahve almayı düşüneceğimi biliyorum.

Nehrin üzerindeki Pink Whale isimli bardan yükselen kötü rock müzik sebebiyle anı güzelleştirme çabasından sıyrılıyor ve aniden onunla konuşmaya başlıyorum. Sevgili Pink Whale, bu şehre dair unutmayacağım şeylerden biri de sen olacaksın. Ne pembesin ne balinaya benziyorsun. Üstüne sarılı alüminyum folyolarla ilkokulda yaptığım kötü teknoloji tasarım ödevlerine benziyorsun. Hepsini geçtim fena halde kötü rock müzik yapan bu kadar grubu nasıl buluyorsun? Kötü rock müzik demişken lütfen sahnendeki beyefendiye söyler misin sorunlarını rock müzik kisvesi altında bağırarak çözmeye çalışmasın ve ben seninle konuşmak yerine anda kalabileyim.

Teşekkürler, öpüyorum.

Durak 5: Anlam yeşili köprü ve kapanış konuşması.

Bratislava şehri dört köprüye sahip. Bunların üçü nehir kıyısı boyunca uzandığından “Üç Kardeş Köprüler” ismiyle de biliniyor. Ben ise dördüncü köprüye yapılan bu ayrıştırıcı tutumu kınadığım için onlara renkleriyle hitap ediyorum. Örneğin şu an üzerindeki bir banka oturup şehri izlediğim Eski Köprü’ye yeşil, ondan bir öncekine gri, sonrakineyse mavi diyorum. (İsim bulma konusundaki yaratıcılığımdan etkilendiyseniz doğru yoldasınız. Yol biraz engebelidir lütfen dikkat ediniz.)

Peyami Safa katılır mı bilmem ama kanaatimce iyi bir son etkili bir girizgahtan çok daha zor. En azından benim için. Çünkü ben büyük vedalara, alımlı bitiş cümlelerine değil kendiliğinden sone erişlere inanıyorum. Ne zaman aksini yapmayı denesem ya beceremiyor ya da kuvvetli bir pişmanlık duyuyorum. Üstelik vedaları filmlerde gösterildiği gibi yalnızca hüzün duygusuna bulanmış dramatik bir sahne olarak da görmüyorum.

Bu filmlerde kahramanımız o çok sevdiği kişiye, yere veda ederken dünya sanki onun etrafında dönmeye başlıyor ve aniden her şey yavaşlıyor. Oysa gerçek hayatta siz bir otobüs durağında gülüşünü ezber ettiğiniz kişiye veda ederken yanınızda oturan kadın otobüsü kaçırdığına, bir diğeri yarın işe gideceğine üzülüyor. Ne dünya yavaşlıyor sizin için ne arkadan duygusal bir şarkı yükseliyor. İnsan kalabalığının gürültüsüne korna sesleri karışıyor. Söylemek istediğiniz o göz alıcı son cümleyse hep sonradan aklınıza geliyor. En nihayetinde kitapta da dediği gibi her şey bir şeyin etrafında hiç durmadan dönüyor, insanın payına ise yalnızca sarhoşluk düşüyor.

Not: Eğer hâlâ benden bir şey duymayı bekliyorsan vedalar için ettiğim onca sözden sonra sana veda edemem Bratislava ama her şey için teşekkür edebilirim. Ettim bile.

Editör: Pozan

--

--

Sena Ünal
Yazı Rehberi

Bendeniz anlam mefhumuna vurgun bir münzevi. Herkese pay edilen hoşnutsuzluktan nasibini almış, biraz sizden biraz ondan birazcık da bundan biri.