Anımsayış

Tuanna
Yazı Rehberi
Published in
11 min readJan 26, 2023
Photo by Vince Fleming on Unsplash

“İnsan olduğunuzu anımsamak hanımefendi, insan olduğunuzu unutmaktan daha zor olmalı.’’

Birdenbire odada beliren yabancının söyledikleri, derin bir düşünce denizinde boğulan diğer yabancıyı ürkütmüştü. Kim, neden böyle bir şeyi tanımadığı birisine söylerdi ki? Çok büyük bir saçmalıktı bu. Bu saçmalığın arasında aklından geçen deli ihtimaller başka bir düşünceyi de beraberinde getirmişti: Karşısındaki yabancı, zihninin henüz kendisine hatırlatmadığı bir tanıdık olabilir miydi?

Gözlerimi yavaşça aralayıp kaderin bizi daha önce karşılaştırmadığını bildiğim yüze doğru çevirdim. Hafif bir uykudan uyanmış gibiydim ama zaman algımın zihnimi yanılttığını hissediyordum. Sonuçta zaman zihnin büyük bir illüzyonuydu.

Yeni uyanmış birisinin yapacağı gibi çevremi algılamaya çalıştım, bedenimle beraber zihnimi de uyandırmak istedim. Odanın loşluğundan anlamıştım ki hava ya yeni aydınlanıyor ya da yeni kararmaya başlıyordu. Hangisi olduğuna bir türlü karar veremedim.

Yabancının rengini gözlerinden alan simsiyah, yere kadar uzanan bir paltosu vardı. Bir suçu saklamak isteyen gözleri tedirgin, sık sık aldığı nefeslerse düzensizdi. Gözlerine korku ve merak karmaşası hakimdi. Bir şeylerin cevabını bekliyordu benden. Hikayemi dinlemek istiyordu ama ben hikayesini bilmediğim bir kişiye hikayemi anlatacak birisi değildim.

Yabancı, söylediklerine bir cevap beklerken derin bir nefes almakla yetindim. Göğsümdeki ağırlık yüzünden nefesim yarıda kesilmiş, göz kapaklarım düşüncelerimin yarattığı yorgunluğa yenik düşmüştü. Böyleydim işte ben, bu kadar acizdim. Acınacak haldeydi benliğim.

Yattığım yerden yavaşça doğruldum. Dışarıdan gelen güçsüz ışıklar, kapalı perdelerin arasından sızarken en azından birkaç düşüncemi aydınlığa kavuşturmak çabasındaydım. Sadece karanlıkta can bulabilen düşüncelerim aydınlıkta bir saniye dahi yaşayamazlardı. Yutkundum ve zihnimden geçenlerin ikimizin de kulaklarında yankılanmasına izin verdim.

‘’Sanıyorum ki öyle olmalı. Peki, bir anımsayışta neler gizlidir?’’

Gözlerime bakakalan yabancı şaşırmıştı, kaşlarını bir şeyleri anlamlandırmak istercesine hafifçe çattı. Solgun yüzünde yorgun bir tebessüm belirdi. Böyle bir soruyu beklemiyordu anlaşılan, cevabını bilmediği belliydi. İlk kez sorulmuş, daha önce hiç cevaplanmamıştı. Söylediklerim zihnindeki planın tüm işleyişini bozmuş gibiydi. Ne hamle ama…

Şah mata bir adım daha, yeniden.

Bir süre pencereye odaklanıp derin birkaç nefes aldıktan sonra sakince yanıma geldi ve bana doğru eğildi. Eğer tüm bunlar gece yaşansaydı karşımdaki yabancının bir karabasan olduğunu, gerçekliğin bir vârisi olmadığını zannederdim.

Bana doğru eğilirken gözlerini gözlerimden bir saniye bile ayırmadı. Gözlerimin içine öylesine derin, öylesine bir anlamlandırma çabasıyla bakıyordu ki gözlerimi gözlerinden ayırmak, işlemediğim bir suçun ihanetinden başka bir şey olamazdı. Bakışları, bakışlarımla buluştuktan sonra kulağıma doğru eğildi ve fısıldayarak konuşmaya başladı.

‘’Kendini anımsamak için önce neyi, neden unuttuğunu anımsa.’’

Düzensiz nefesini boynumda hissettim. Nefes alışverişlerini düzeltme çabası daha da tedirgin ediyordu onu. Nefessiz kalıyordu, nefes alamıyordu.

Sadece fısıldayarak konuşması bile zihnimde büyük yankılar uyandırmaya yetmişti. Hareket edemiyordum, donakalmıştım. Bedenim zihnime eşlik etmişti, kalbim ikisini de kilitlemişti. Tek bir yere, pencereden sızan o zayıf ışığa odaklandım. O ışığın tüm ruhumu dolduracağı anı hayal ettim. Gözlerim, uzun süreli karanlığın ardından baktığım ışığın etkisiyle hem acıyor hem de düşündüklerimin ışığında yaşlarla doluyordu. Bir kabusu yaşadığımı düşündü zihnim, kurtulmayı denedim. Hayır, kolumu çimdiklemek işe yaramamıştı. Gördüğüm kabus, yaşadığım gerçeklikti.

Tek ortak yönleri gerçeklik olan iki yabancı, bir odada neleri paylaşabilirlerdi? Bir yabancı, başka bir yabancıyı neden dinlemeliydi? Bu satırları okuyan sevgili yabancı, sorduğum sorulara bir cevabın var mı bilmiyorum ama hikayelerine ortak olacağımız yabancıların bu soruya hiçbir zaman cevabı olmadı. Çünkü aradıkları cevap, sorunun kendisiydi.

Kendini anımsamak, neyi neden unuttuğunu anımsamak… Ne demekti tüm bunlar? Düşündüm, düşündüm... Düşüncelerim beni tek bir anıya, on beş yıl önceki üstü tozlanmış bir anıya götürüyordu.

Gece yarısı, pencereleri titreten o fırtınanın uğultusuna eşlik eden bir çığlık ve birkaç patırtı. Endişeyle uyandım ve yatağımdan hızlıca kalktım. Odamdan çıktığımda koridorun o soğuk havası yüzüme çarptı, soğuktan titriyordum. Zemini gıcırdayan koridorda sessiz olmaya çalışarak yürümeye başladım. Olanları daha iyi duymak istiyordum. Sesin kaynağına, annemin odasına gidiyordum.

Kapı aralıktı, açmayı denedim ama bir türlü açamadım. Kapının arkasında bir şey vardı, ağır bir şey.

Ne kadar uğraşsam da kapıyı açamadığım için aralıktan içeriye baktım. Gözlerime zifiri bir karanlık hakimdi. Bu karanlık yüzünden gördüklerimi seçemesem de yerde bir karaltı gördüm.

“Anne,” dedim aralıktan içeriye bakarak, “Kapıyı açar mısın?”

Annem cevap vermedi.

Kapıyı tıklattım.

“Kapıyı aç anne, lütfen. Korkuyorum.” söylediklerime karşılık hiçbir cevap alamadım.

Yedi yaşında olan herhangi bir kız çocuğunun yapacağı gibi ağlamaya başladım. Kapıyı tüm gücümle itiyordum ama hala açamıyordum. Sadece aralık mesafesini arttırabiliyordum, içeri girmek için uğraşmam gerekliydi. Ayrıca kapıyı ittikçe arkada bir şeyin sürüklendiğini duyuyordum.

“Anne, eşyalarını yere düşürmüşsün. Kapıyı açamıyorum, uyan artık!” diye bağırdım.

Annem yine cevap vermedi.

Ama birkaç dakika sonrasında zor da olsa kapının aralığından içeri girebildim.

Yerdeki karaltı, kapının diğer tarafındayken gördüğümden daha farklı bir yerdeydi. Yere düşenleri sürüklemeyi başarmıştım ama her yerde cam kırıkları vardı. Sanırım bir şeyler kırılmıştı, kapıyı açarken kırmış olabilirdim. Kapının arkasında anneme yeni hediye ettiğim vazo vardı, belki de onu kırmıştım. Annemi görmek için ışıkları açmayı denedim ama açamadım, elektrikler kesilmiş olmalıydı.

Annemin yatağına doğru gittim ve yanına yattım. Bana bir kabus gördüğünü ve bu yüzden çığlık attığını söyledi. Kabusunda bana çok benzeyen ama benden yaşça büyük birisini görmüş ve kabusun sonunda pek de iyi şeyler olmamış. Bana kabusun nasıl sonlandığını söylemedi ama üzgün olduğunu hissediyordum. Ona sarıldım.

“Bu gece burada, seninle uyuyabilir miyim?”

Ve o gece beraber uyuduk.

Göz kapaklarını serbest bırakıp derin bir uykuya dalmadan önce ona neden kapıyı açmadığını sormadım; neden ona söylediğim hiçbir şeyi dinlemediğini de, neden beni görmezden geldiğini de. Ona tek bir şey bile sormadım, sonuçta söylediklerimi duymamış olabilirdi. Öyle değil mi? Evet, o beni hiçbir zaman duymamıştı. Ben hep sessiz konuşurdum.

Sabah uyandığımda odada ağır bir koku vardı, mide bulandırıcı ve nefes almanızı neredeyse durduracak türden bir koku.

Annem yatakta değildi, bu yüzden arkamı döndüm ve tam kalkacaktım ki dün gece yere düşen o şeyi gördüm.

Tanıdık bir beden, kana bulanmış yabancı bir ceset.

Alınan yaraları anımsatan anılar, zaman geçtikçe zihnin illüzyonuna uğrar. Bu illüzyonda yanılgı gerçeğe, gerçek ise yanılgıya dönüşür. Zihin, bunu bazen bir suçu kapatmak ve de bir suçluyu aklamak için yaparken bazense açılan o yaralara merhem olmak için yapar. Az önce yabancının anımsadığı o anı da bu iki ihtimalden birisine ait ki bu anıda sanıldığının aksine iki kurban yok. Bu anıda, bir kurban ve de yara almış bir zihin var.

‘’Neden, neden yapıyorsun bunu? Her şeyi yeniden anımsamak, önerdiğin tek çözüm mü bana?’’

Annemin intiharını anımsamak zihnimin sınırlarını oldukça zorluyordu. Yıllar boyunca bir saniyeliğine bile unutamadığım ama zihnimin bir yerlerinde unutmak için sakladığım bir anıyı tekrar yaşamak, hiçbir zaman kolay olmuyordu.

Ben kendime gelmeye çalışırken paltosunun ceplerinde bir şey arayan yabancı, elini yavaşça cebinden çıkardı. Elini yüzüme yaklaştırıp çevirdi, bileklerine kadar kan akıyordu.

‘’Doğruları kendine anlatabilmeni sağlamak için bu kadar çabalamam gerektiğini tahmin edebiliyordum.’’

Sesi bir sayıklamadan farksızdı.

‘’Elin, neden kanıyor?’’

Onun aksine ben çok sessiz konuşuyordum.

‘’Gerçekten bilmiyor musun neden kanadığını? Daha da doğrusu, hatırlamıyor musun?’’

Bana cevaplayamayacağım şeyleri sorup duruyordu. İlk defa görüyordum ben onu, nasıl hatırlayabilirdim az önce olan bir şeyi? Nasıl bilebilirdim, bana ilk kez sorduğu soruların yanıtlarını? Onunla tanışıyormuşum gibi davranıyordu, beni deli ediyordu ve zihnimle büyük bir oyun oynuyordu. Onun burada, karşımda olmaması gerekiyordu işte. Tek emin olduğum şey, cevabını tek bildiğim soru buydu.

Tam ona buradan gitmesini söyleyecekken yabancı, kendisini tek bir nefesle benim zihnime zincirledi.

‘’Onu senin öldürdüğünü biliyorum. Her şeyi gördüm.’’

Nutkum tutuldu. “Ne?” diye bağırdım. Ah, hayır bağırmamalıydım! Sesimin titremesine engel olmalıydım!

“Yedi yaşındaki bir kız dediklerini nasıl yapabilir, annesini nasıl öldürebilir? Yalan söylüyorsun, buraya başka bir şey için geldin.”

“Zaman, büyük bir illüzyon. Öyle bir illüzyon ki zaman, zihnindeki anıları değiştiriyor, yok ediyor, onları öldürüyor. Anlasana artık, sen yedi yaşında değildin. Şahit olduğun şey, annenin intiharı değildi.”

Söylediklerine inanmıyordum işte, bunu belli etmeme rağmen yabancı, durmadan konuşmaya devam ediyordu. Beni kendi çıkarları uğruna söylediklerine inandırmak istiyordu.

“Senden başkasının işlediği hiçbir cinayete şahit olmadın sen. 20 yaşında eline o vazoyu alıp anneni öldüren sendin. O kan gölünü sulayan sendin. Her şeyin sorumlusu, sensin.”

“Dediklerinin hiçbirini yapmadım ben. O gece yalnızdım, annemin intiharını benden başka kimse görmedi. Kimsin sen, neden buradasın?”

“Cevabını bildiğin sorular sorma bana. Beni, sana açıklamak zorunda bırakma. O geceye ait uydurduğun hikayeyi anlamlı kılmak uğruna, yanılgılarında bile yalan söylüyorsun kendine. Elektriklerin kesildiğine mi inanıyorsun hala? Canavarlığını bir süreliğine saklamak için uydurduğun bir yalan o! Cesedi en azından o gece görünmez kılmak için uydurduğun, sıradan bir yalan.”

Bağırıyordu, çok bağırarak konuşuyordu. Duvara doğru ittim onu, paltosunun yakalarını tutarak fısıldamaya başladım.

“Bağırma, ne olur bağırma. Duyacaklar seni, ya tekrar götürürlerse beni?”

“Hatırlıyorsun, hatırlıyorsun işte! Kendine itiraf edemesen de hatırlıyorsun!”

Hiçbir şeyi hatırlamıyordum, sadece bir dürtüyü hissediyordum içimde. Bağırmamalıydı, başımı belaya sokacaktı.

“Her şeyi anlatacağım sana, her şeyi ilk defaymışçasına son kez anlatacağım.”

Hayır, ne yaparsa yapsın dinlemeyecektim onun söylediklerini. Ellerimi kulaklarıma götürdüm ve pencerenin yanına çöktüm. Yabancıysa odanın içinde dolaşarak konuşmaya başladı.

“Tam beş yıl önce, şimdiki saatlerde bir plan yapıyordun. Annene en acılı ölümü nasıl tattırabileceğin hakkında bir plan.”

Kulaklarımı ellerimle kapatmak işe yaramıyordu, anlattıklarının zihnimde yankılanmasını engellemiyordu.

“Planına karar vermen çok da uzun sürmedi. Yedi yaşındayken ona doğum günü hediyesi olarak aldığın vazoyla öldürecektin onu. Sahi, bir doğum günü hediyesinin cinayet silahı olacağını bilebilir miydin, annen bunu tahmin edebilir miydi?”

Nefes alamıyordum, nefessiz kalıyordum. Çöktüğüm yerden yavaşça kalktım. Karşısına dikildim ve gözlerinin içine baktım.

“Yalan söylüyorsun, annem ben yedi yaşındayken intihar etti. Kabullen bunu, sen mi suçlusun yoksa? Bu yüzden mi tüm bu suçlamaların? O gece vazo falan kırılmadı, sabah kalktığımda vazo yerinde duruyordu. Kırılan başka bir şeydi.”

“Neydi peki o kırılan?”

“Başka bir şey işte. O vazo hala orada, o odada.”

“Peki sen neden o odada değil de buradasın, neden diğer kaçıkların yanındasın? Hiç sordun mu bunu kendine? Sorduysan bile, hiç cevaplayabildin mi?”

Cümlesini bitirdikten sonra eline baktı, ben de yüzüne bakan gözlerimi yavaşça ellerine doğru indirdim. Elinin üzerindeki kanlar kurumuş, yarası pıhtılaşmıştı.

“Böyle gözüktüğüne bakma, kapanan yaraların tekrar açılması çok da uzun sürmez. Deneyelim mi? Cebimde senin için getirdiğim bir şey var, görmek ister misin?”

Paltosunun cebini bana doğru yaklaştırdı. Gözlerine baktım ve elimi cebine doğru götürdüm.

“Yapabilirsin, daha önce hiç bu kadar yaklaşmamıştık.”

Cebindeki şeye dokundum, canım yandı. Elimi birden çektim ve geri geri yürüdüm.

“Canımı yakmak istiyorsun, sana bir anlığına da olsa güvenmiştim oysaki.”

“Canın yanmayacak, söz veriyorum sana.”

Zihnim artık savaşı bırakmıştı, sadece sonu bekliyordu. Ona karşı gelemezdim. Zihnimin yaptığı, şahını kaybedeceğini anladığın bir satranç maçında, sona daha hızlı ulaşmak için tüm taşları hızlıca feda etmekti.

Elimi tekrar cebine götürdüm ve elimin değdiği şeyi canım yansa da alıp çıkardım.

Anneme hediye ettiğim vazonun kırık ve de kana bulanmış bir parçası.

Eski bir anıyla özdeşleşen somut bir gerçeklik, zihindeki soyutlukların yanılgısını giderebilir. Yabancının elinde gördüğü şey, nihayetinde bir gerçeği ortaya çıkarmıştı: Zihninin anıları hakkında ona yalan söylediğini.

Yabancı; elime, sonrasında da bana baktı. Gözleri gözümden süzülen yaşı takip etti ve konuşmaya başladı.

‘’Şimdi, her şeyi anımsıyorsun değil mi? Elindekini bana geri verebilirsin artık.’’

‘’Hatırlıyorum, her şeyi anımsıyorum ama… Sen gerçekten orada mıydın?’’

Elimdeki vazo parçasını ona doğru uzattım ve o da kırık parçayı elimden aldı. Vazo parçasını eline alır almaz eli tekrar kanamaya başladı. Başımı eğip ellerime baktım, ellerimde ne kan ne de bir yara vardı.

Kanlı elinde tuttuğu kırık vazo parçasını yüzünün hizasına getirdi. Ona bakmaya devam ederken yüzünün önündeki kırık vazo parçasından kendi yansımamı gördüm.

‘’Ben her zaman seninleydim. Sen ne kadar inkar etsen de.’’

Eli kanamasına rağmen o kırık parçayı hala bırakmıyordu, sıkıca elinde tutmaya devam ediyordu. Yavaşça elini yüzünden aşağı indirdi.

‘’Elin kanıyor,’’ dedim ağır bir sesle. ‘’Benimki neden kanamıyor, yoksa ben de yaşanmayan bir anının parçası mıyım?’’

‘’Hayır, sen benim aksime yaşayan bir anısın. Sadece kanadığını görmüyorsun, yaralarını hissetmiyorsun. Geçmişten kendini değil, beni sorumlu tutuyorsun. Tüm bunları hissetmemek için çok çaba verdin sen. Ama artık, sıra bende.’’

Neyin sırasından bahsediyordu? O gece aramızdaki savaşı kazanan bendim, o değil. Ben bunları düşünürken hala konuşmaya devam ediyordu.

‘’Aynı bedenin, farklı zihinlerindeki farklı anıları taşıdık ikimiz. Bana en kötü anıları layık gördün, kendineyse sahte anılardan sahte bir gerçeklik ve de sahte bir kişilik yarattın. Bu düzen artık değişmeye muhtaç.’’

Zihnimdeki bulanık anılar artık netleşmeye başlıyordu. Bir gece yarısı onun odasına nasıl girdiğim, vazoyu alıp onu nasıl öldürdüğüm ve bana yalvarırken söyledikleri... Bunun gibi önemsiz ve istenmeyen detayları anımsamaya başlıyordum. Önemsizlerdi çünkü hiçbiri sonucu değiştirmiyordu. Onu öldürmüştüm.

‘’Buraya kaçıncı gelişin? Kaçıncı kez bana tüm bunları anlatışın?’’

Onu gördüğümden beri kendime tamamen açıklayamasam bile hep dejavu yaşamıştım. Hatta o kadar çok dejavu yaşamıştım ki gördüğüm bir rüyayı tekrar görmek gibiydi onunla geçirdiğim her bir an. Ancak tüm bunların tekrarlandığını kendime itiraf etmek, suçumu kabul etmek demekti. Bense direndim, direndim… En sonunda ise, vezirimi kaybettim. Şimdiyse iki şah, karşı karşıyaydık.

‘’Sayamayacağım kadar çok. Tüm bu anıları sana anımsatmak ve kendi zihnimdeki anıların zincirlerini kırmak çok zordu. Ama ben de özgür olmak istiyorum, bu zihinden ve de bu anılardan kurtulmak istiyorum.’’

Çok umutlu konuşuyordu, gözlerinde görebiliyordum sahip olduğu umudu. Anlatacaklarım hiç de hoşuna gitmeyecekti.

‘’Yıllar boyu taşıdığın anıların yükünü bana teslim edince sadece biraz hafifleyecek zihnin, daha fazlasını bekleme. Özgürlüğü ise… hiç bekleme. Çünkü geçmişte ben de bekledim ama hiç de özgür olmadım.’’

Canını yakacaktım onun, daha da fazla yanıltacaktım zihnini.

‘’Bunun bir satranç maçı olduğunu düşünüyorsun ki ben de öyle düşünüyordum. Kötü anıları sana teslim edip zihnimden saklandığım için benim siyah olduğumu, seninse bu fedakarlığını yaptığın için beyaz taraf olduğunu mu sanıyorsun? Hayır, bu yanlış. İkimiz de ayrı taraftayız, ikimiz de bu maçta siyahız. Onların kabusu, bizim rüyamız.’’

Bir anlığına duraksadım ve yüz ifadelerini inceledim. Birkaç saniye sonra ise konuşmaya devam ettim.

‘’Evet, o gece beni gördün, hemen yanımdaydın benim. Ama bana durmam gerektiğini söylemedin, söyledin mi?’’

Cevap vermesine fırsat vermedim.

‘’Onu öldürüşümden rahatsız olduğunu söyleyemezsin, söyleyemezsin işte. Bana yaptığı her şeyi aynı zamanda bize yapıyordu çünkü. En az benim aldığım zevk kadar sen de zevk aldın!’’

Artık onu dinlemeliydim, zihniyle oynadığım oyun eğlenceli bir hal alıyordu.

‘’Söylediğin hiçbir şey senin için yaptığım fedakarlıkları görünmez kılamaz. O gece bu fedakarlığı ne kadar yalvarsam da benim için yapmadın. Biliyorsun ki yaşananları ikimizden birisi üstlenmeliydi ve ben üstlendim. Yine de dürüst olmak gerekirse, yıllar boyu yaşanmamış bir anıya bağlı kalıp ona inanmak ve de bir odaya kapatılmak zor olmuş olmalı.’’

‘’Evet, zordu.’’

‘’Senin yerine geçip kendi bedenime sahip olunca asla senin yaptıklarını yapmayacağım. Eline geçen fırsatı kaçırdın, başladığın noktadan bir adım öteye bile gidemedin. Bense buralardan kaçacağım, bizi kurtaracağım.’’

‘’Umarım benim başaramadığımı başarabilirsin. Biliyor musun, anıları kabullenmiş olmak iyi geldi bana, korktuğum kadar değilmiş aslında. Artık veda vakti, bu konuşma daha fazla uzamamalı.’’

‘’Bu, o geceden sonra yaşadığımız ilk veda. Birbirimizi hiç tanımadan sadece tek bir ortak anı sayesinde bu kadar çok şeyi paylaşmak bana hep garip geldi doğrusu. Her neyse, geliyorlar.’’

‘’Son olarak şunu unutma, bir yanılgıya düşüyorsun. Bu yaşayacağımız son veda değil. Ben de zaman senin anılarına ihanet etmeye başladıktan sonra gelip kabuslarında ve daha da kötüsü, yaşadığın gerçeklikte belireceğim. Bu kabulleniş şimdiki zamana ait, geleceğe değil. Sadece o günü bekle, tekrar buluşacağız. Ama korkma, canını yakmayacağım.’’

Ona bu izni vereceğimi mi sanıyordu gerçekten, ne komik. Bu beden bana aitti, başkasına değil. Artık gerçekten veda vaktiydi. Elimi, cebime doğru götürdüm.

Diğer yabancının cevap vermesine zaman kalmadan odanın kapısı birden açıldı.

‘’Kiminle konuşuyorsun?’’ dedi orta yaşlı bir adam.

‘’Onunla konuşuyorum doktor,’’ yabancı eliyle konuştuğu kişiyi gösterdi. ‘’Bak, onunla konuşuyorum ben.’’

‘’Kiminle? Nerede olduğunu tekrar göster bana,’’ dedi doktor, yabancıya doğru yavaş yavaş yaklaşıyordu. Yabancı, doktorun elinde tuttuğu fakat saklamayı başaramadığı iğneyi gördü.

‘’Görmüyor musunuz yoksa? Baksanıza!’’ Yabancı bir eliyle konuştuğu kişiyi gösterirken diğer eline cebindeki kırık vazo parçasını aldı.

Yabancının gösterip durduğu kişi, aynadaki yansımasından başkası değildi.

‘’Burası canımı çok sıkıyor, artık ben de aynı senin hayal ettiğin gibi özgür olmak istiyorum. Bana anımsatılan hiçbir şeyi tekrar anımsamak istemiyorum. Hiç kimseye sıramı vermeyeceğim! Kimse beni ele geçiremeyecek işte, kimse beni tekrar oraya götüremeyecek!’’ dedi kahkaha atarak. Tüm bunları söylerken aynaya bakıyor, onunla konuşuyordu.

Son sözünün ardından elindeki vazo parçasını kullanarak ani bir hareketle boynunu kesti ve anında yere yığıldı. Her yer kana bulanmıştı, bu onun yarattığı ikinci kan gölüydü. Bir bedene hapsolmuş iki zihin için artık son veda vaktiydi.

Editör: nur & Pozan

--

--