Ay

Ulaş
Yazı Rehberi
Published in
9 min readAug 3, 2023
Photo by Tim Umphreys on Unsplash

“Sokağın milleti burjuvanın önünde iki büklüm oluyor, iki büklüm! Bu adamlar nasıl rahat bir nefes alsın. Ekmek parası kovalamaktan perperişan. “Yozlaşmışlık” dediğin şeyi ne bilirler? Bitmek bilmeyen hayatta kalma öyküsünün içerisinde anlamsız bir kelime bu, onlar için. Aman deyip geçiyorlar. Bizim gibi sağa sola soracak, hovardalık peşinde uğraşıp duracak zamanları yok azizim. Bu millet aç, aç! Yükselip yanımıza çıkabilseler ancak o zaman gayriihtiyari öğrenir, bu gibi durumları anlar ve benimserler. Sonra da ayıplarlar bizim gibi. Biz; sen ve ben fakirlik görmemiş, okumuş, İngiltere gibi üzerinde güneş batmamış ailelerin çocuklarıyız. Ne kadar ayıplarsak ayıplayalım onlar sandığımız aynalarımıza kusarız nefretimizi. Tükürsem ya Rabbi şükür diyecek olan gene benim yani. Su görmemiş bahçeler kuruyup gider unutma, unutma! ”

“Ah Nihat’ım! Hala bana toplumun güzelliğinden, insanların küçük çiçekler gibi açamadan solduğundan bahsediyorsun. Ne çiçeği, ne güzelliği allasen! Yozlaşmışlığın kralını yaşıyor kimsesiz sokaklar. Ara mahallelerden geçmeye korkan kadınlarımız, kızlarımız var diyeceğim sana; lakin senin de cevabın hazırdır, ‘Onlar hep vardı,’ diyeceksin. Senin bu diyeceğin cümle bile başlı başına bir yozlaşmışlıkken ben de sana ‘Ulan artık o ara mahallelerden ben bile geçmeye korkuyorum,’ diyeceğim,’’ sözüm bittikten sonra zaten gevşek olan kravatını iyice gevşetip boğazını, bahsi geçen toplum gibi sıkan o bir tek düğmeyi açtı. Bir oh çekti düşünceli dostuna karşı. “Öyle kaldın, kalırsın tabii. Ben kahvelerimizi tazeleteyim sen de bu sırada düşünedur, belki işin içinden çıkarsın.”

Zoraki gülümsedi pişkin arkadaşına. “Yozlaşmışmış! Ulan sokaktaki adamın yozlaşmaya zamanı mı var? Parası mı var yoksa fikri mi? Hepsi ödünç, hepsi borç!” diye geçirdi içinden. Kafeye bir göz gezdirdi gayriihtiyari. Dopdoluydu. Adım atacak yer, oturacak sandalye hatta duyulacak söz bile yoktu. Bağırtı, şamata, kahkahaların bini bir para! Kimse kimin ne dediğini bilmiyor gibi. Öylece uçuyor sözcükler. Ağızdan çıkanla kulağa varanın alakası hiç yok, olmasına da gerek yok. Bilinçsiz bir eğlence havası, refleks gibi bir keyiflilik. “Sokaktaki adamı ne bilsin bunlar.”

“Gene bön bön izliyorsun tek bir noktayı, dalmış gitmişsin. Geldi kahvelerimiz. Tezgahtar hanımla bir muhabbet döndürdük duyma! Ondan sürdü biraz dönmem,” dedi gecikmiş olduğunu fark etmeyen arkadaşına. “Bir güzel ki görme. Aylardır geliyorum buraya. Düşüremedim tongaya, çekemedim peşimden. Aklı havada kız değil. Edebiyat da konuşuluyor tarih de, hatta sanat konuştuk az önce. Varlığı bir sanat, haberi yok.”

“Ne ala ki bulmuşsun takılacak bir şeyler Metin. Bu hoş halinden biliyordum böyle bir haber ile geleceğini. Pek şensin, pek neşelisin hınzır! O düşmüş mü bilmem lakin sen tongaya fena düşmüşsün!” dedikten sonra bir kahkahadır ki patladı. Kafedeki diğer patlayan kahkahalara karıştı. Bütün bütün gülüşme sesiyle dolup taştı. Dünyada dert yok, tasa yok gibi inim inim inledi bu yeni doğmuş kahkahalar.

*

Gece yavaştan sessizleşmeye, mahzunlaşmaya başladığında ayrıldı ikili. Beline sarıldığı sarı bukleli güzel ile düz bir yolun bakımsız kaldırımında, mutluluktan seker gibi gözden kayboldu Metin. Arkalarından sanki güneş oradan doğuyormuş gibi kıstığı gözlerindeki sahte kamaşma ile izledi onları Nihat. “Mutluluk pasparlak be!” diye fısıldadı.

Ana yoldan dümdüz ilerlemeye koyuldu. Gecenin sessizliğini derin derin içine çekiyor, beyninin kıvrımlarında dolaşan boş kahkahaları ve anlamsız gürültüleri biraz olsun yok etmeye çalışıyordu. Kapadı gözlerini ve mutluluğu düşünmeye çalıştı. Aradığı mutluluk acaba Metin’in elde etmek için kırk takla attığı gibi miydi? Güzel bir gülüşün ardında bulacağı daha fazla anlamsızlık, başkalarının cümleleri, sanki varmış gibi verilen umutlar, akıl karıştıran kıvrımlar. En kötüsü; düşünceli anlarda göz kapaklarının yamacına asılı birinin silik ama umutsuzca bağlı sureti. “Boş ver be oğlum! Kendimi kaybetmeye değmez,” diye geçti kelimeler kapalı dudaklarından.

Silkindi bir anda. Diken diken olan tüylerini sertçe kaşıdı. Kendini kaybettiği yerle doldu anıları. Umutsuzluğu bir mezar belleyip boylu boyunca uzandığını ancak derin yalnızlığın orayı bir rahime çevirdiğini ve yeniden doğduğunu, doğmak zorunda kaldığını hatırladı. Rüyalarından bile sakındığı yemyeşil gözler karanlıkta varlığından emin olamadığı çimlerde sanki gündüzmüş gibi göründü. İçinde bir fısıltı işitti. Yanan bir şeyler vardı ki çıkardığı çıtırtı boşlukta onu duyacak kulağa ancak bir fısıltı gibi geliyordu. Anlatacak şeyleri olan bir fısıltı.

Kaybolduğu anılarla birlikte bitmek bilmeyen yolun aslında bitmek bilmeyen bir yanlışlık olduğunu fark etti. İçinde yaşadığı hataları ya da hata saymaya korktuğu tatlı anıları yaşar gibi düşlerken bir hata da gideceği yolda yapmıştı. Evine giden dönemeci bütün diğer dönemeçlerden ayıramamış, yaptığı yanlışı anlayamamıştı. Etrafına bakındı. Boş olması gereken sokaklar aslında o kadar da boş değildi. Yol kenarında sıska kızlar, uzaktan uzaktan, yaklaşma isteği olmadan, düşük voltaj bir ampul gibi parıltısız gözlerini kırpıyorlardı.

Yürümekte olan bir adam hınçla yaklaşıyor kızın yanına. Kafası dumanlı, gözleri istekli, elleri oynak. “Herkes işinde gücünde,” diye düşündü Nihat. Başka bir tarafa baktı. El ele kol kola gezenler, tek başına yolları arşınlayanlar. Cesaretsiz içine kapanmışlar, yine cesaretsiz dışa bağımlılar. Düşünceliler, sağı solu izleyenler, birini bekleyenler ya da sadece zaman geçirenler. Değişik hislerle ara sokaklardan birine daldı, hepsini geride bıraktı. Ana caddeden geriye gitmek hem utanç vericiydi hem de zaman kaybettirici. Varsın biraz daha kara kaldırımlar, biraz daha sesli yapraklar olsun.

Karanlığın çaresiz bırakan körlüğüne alışınca gözleri, nispeten daha yaşanabilir bir ana kavuştuğunu sandı Nihat. Ancak körlüğün rahatlığı da kaybolmuş oldu. Görmenin verdiği buz gibi bir belirsizlik kol gezdi tüylerinde, ürperdi. Kendi nefesinin başkasına ait olabileceği şüphesi kanını dondurmakla kalmadı nefes alışverişini de durdurdu. Dikkat kesildi olası bir fark edilmeden kaçınarak, dinledi. Bir Fatih gibi attığı adımları yere basmaya kıyamaz hale geldi. Normalde tek bir nokta arayıp kilitlenen, uzun uzun inceleme fırsatı kollayan gözleri şimdi fıldır fıldır dönüyor; hiçbir yere bir saniyeden fazla dikkatli bakamıyordu. Hızla akan bir derenin içinde hareket etmeyen taşlar, bitkiler hatta dere yatağının kendisi gibi nehirden bihaberdi. İnsanlar, hayvanlar, evler, arabalar, sokaklar akar giderdi yanından; ruhu duymazdı. Şimdi ise ayağının dibindeki karıncadan, yanından az önce geçen sineğin ne tarafa gittiğinden, birkaç adım ilerideki arabanın tekerinin altında gizlenmiş, selektör yapan gözlerden haberi vardı. Soğuk terler dökerken bilinci açılmış, farkındalığı artmıştı. Dayanamadı. “Ulan kara sokak senin ben anan-“ diye bağırırken sesini dibinde açılan bir pencere tertemiz bir kesikle ikiye böldü. Arkasına bakmasına sebep olan da bir anahtarın deliğe oturma sesi oldu. Dahasını beklemeden bariz olan fikir aklına tam anlamıyla oturdu. Yutkunmaya çalışırken adımlarını hızlandırdı, birkaç saniye sonra artık koşuyordu.

Ara sokaktan var gücüyle çıktığında nispeten daha ışıklı olan ana cadde aklını karıştırdı. Sabaha karşı, günün en karanlık saatinde cıvıl cıvıl, ışıklı ve az önceki deneyime nazaran dolu sayılırdı burası. Gerilmiş sinirleri hızla gevşedi. Açık kafe bulsa atlayacak, güneş adamakıllı aydınlanana kadar oturacaktı. Yürümeye devam etti. Bilinci de eski haline dönmüş, etrafına olan farkındalığı bir balon gibi sönmüştü. Bina merdivenlerine oturan gençlerin sigaraları tütüyor gözleri flört edecek genç kızları süzüyordu. Bu kızlar da meyleden bakışlar atıyor ancak laf olur söz olur çekincesiyle iki kelimeyi yan yana koyup bir cümle kuramıyorlardı. Uzun uzun sürüp giden bakışmaları çok romantik buldu Nihat. Genç erkeklerden birisi sigarasını yanan kalbinin heyecanıyla çekiyordu. Bir an olsun harının solmasına, kısacık kalmış sigarasının o renk almış ateşinin cılızlaşmasına, gecenin karanlığında varlığını belli etmeyi bırakmasına izin vermiyordu. Bakışlarını diktiği tek kızı ayırt etmek imkansızdı. Şayet o kız parlamıyordu. Sigarası sönmeden bir diğerini yakan, ciğerleri neredeyse dumana dönüşmüş olan, şu genç yaşının ufacık bedeninden belli olduğu erkek sigarasının yani kalbinin ateşiyle ziyadesiyle parlıyordu.

Bütün bu insanlardan çekti bakışlarını Nihat. Göğe baktı. “Bulutlar, yıldızlar, ay. Derya deniz gibi bir his. Ne sonsuz! Ne ebedi! Git git bitmez. Nereye gideceksin ki? Bu kadar insan, yay göğe, her yıldıza birini hatta ikisini ki yalnız kalmasın birisi. Benim gibi avare avare evinin yolu kaybetmesin öylece. Kaybetmedim de ha. Bakıyorum etrafa, biliyorum buraları, evimin evindeyim zaten. Ne karşıya geçmişim ne de sınırı. Düşüne düşüne daireler çizmiş durmuşumdur. Şu yıldızlar da bana onu söylerler, dinlemeyi bilsem. ‘‘Ulan dangalak iyi baksana bize, harita gibiyiz maşallah!’’ demezlerse eminim ki hiçbir şey bilmem. Zaten yalan sayılmaz. İşim gücüm ahkam kesmek. Sağa sola laf atmak, bilir kişi rolü yapmak. Oyun hepsi oyun. Ya sana ne demeli ay. Ay Dede? Senin gibi dedenin ben! Ulan ne de güzel bir şey. İkiye bölünmüş simit gibi duruyor şimdi. Ya başka zaman? Ne idüğü belirsiz bir şey, şimdi böyle yarın başka. Gecenin bu karanlığında kafayı bir kaldırıyorsun gündüz gibi aydınlık. Sırf ona bakarak tepsem yolumu gene de kaybolur muyum acaba? Göz görmez, kulak duymaz, sessiz ve renksiz. Tepkisiz. Tıpkı ay gibi. Adımlarım gökte bir yankı. Bomboş. Sadece ben. Sad-” diye kesildi düşünceleri. Gökte ararken devayı, yerde buldu derdi.

Birkaç saniye boyunca çarptığı kadınla birlikte öylece kalakaldılar. Baştan aşağıya süzdü kadını bilmem kaç kere. Güzel buldu. Buldu bulmasına ama kadının rengi giderek değişti. Ağzı yüzü kaydı. Sinirli gibi oldu, değişti birden üzgün oldu. “Özür dilerim hanımefendi. Talihsizlik önüme bakmamışım. Büyük hay-” derken az önce kesilmiş düşüncelerine çok benzer olmasa da aynı mantıkta kesildi sözleri. “Mahmudd! Koş aşkım! Mahmudd! Bu adam bana dokundu. Irz düşmanı, sapık, it. Ne halt yediğini şimdi görürsün,” diye cırtlak sesi ile inletti ortalığı. Cin gibi orada belirdi kara kuru adam. Gözleri sonuna kadar açık, ağzı yamuk. Elinde sigara, söndü sönecek, Nihatın üstüne fırlattı. “Ulan gevşek. Ne duydum ben? Aşkım bu herif dimi? Bu bu. Başka kimse de yok etrafta. Sen utanmıyor musun elin karısına kızına hallenmeye? Seni burda itlere yem edeyim mi lan he dürzü?” Tükürükler saçan kelimelermiş gibi yüzünü silmeye kalkışmadı Nihat şayet silse olay daha da büyüyebilir endişesi vardı. “Bakın beyefendi. Eşiniz, sevgiliniz artık her neyiniz ise bu hanıma bir ithamım veya farklı bir yakınlaşmam olmadı. Terslik, dikkatim dağılmış; çarptım. Özür dileyecektim, bana izin vermeden bağırmaya başladı,” ne nokta ne virgül dinlemeden daldı yabancı adam. “Sen benim bebeğime yalancı mı diyorsun yani? Olum bu gece işlediğin günahı daha ne kadar arttıracaksın? Vurayım mı seni yoksa şişleyeyim mi?”

“Bakın efendim. Yaptığınız şey beni de kendinizi de rencide etmek. Böyle şeyler söylemek hele ki bir hanımefendinin önünde hiç yakışıyor mu size? Bir sıkıntı hissediyorsanız veya şüpheniz varsa buyrun karakola gidelim, bu işi hakla hukukla çözelim. Ne gereği var ki burada tatsızlık çıkarmanın,” deyince Nihat karşısındaki adamın karışan kafasını fark etti. Doğru yerden yakalamıştı halkı. Hak hukuk varken magandalık halka yakışmazdı. “Mahmud! Sen bu adamın yaptığını yanına kar mı bırakacaksın. Benim namusumu böyle mi koruyacaksın. Allah senin belanı versin. Sat bir de beni istersen he! Sattın zaten ne farkı kaldı ki? Bir el sıkışmadığınız kaldı,” diyen kadına öylece bakakaldı Nihat. “Ya bu kadın ne diyor? Salak mı yoksa sarhoş mu? Alt tarafı bir omuzcuk çarptım. Ne elim değdi sözde namusuna ne bir yerim. Resmen şeytan bu. Oyuncu. Bu adam bu çukura düşmez ben halka güve-” şeklindeki düşüncesini aniden yediği okkalı tokatın etkisiyle iki seksen uzandığı yerde biraz kan, küçük bir diş ve bolca inleme ile tükürdü. Çınlayan kulağı sebebiyle bağıran adamı duyamıyor, sinsi sinsi gülen kadını kargacık burgacık ancak seçebiliyor ama durumun geldiği virgülü ve gideceği noktayı hepsinden iyi bir şekilde anlıyor, şaşırtıcı derecede net ve sakin tahminler kuruyordu. “Ya kaçtın ya kaçtın Nihat,” dedi kendi kendine. “Bu adam seni şişe takıp çevirecek. Yanındaki aşufte de ekmek banacak! Dikkat dağıt kaç!”

Dikkat dağıtacak aklı fikri kalmasa da şansı yaver gitti. Arkalarından gelen sese dönen ikilinin tekrar kendisine dönmesini beklemeden vurdu deparı kaçmaya başladı. Küfür kıyamet koşturma sesleri gelmeye başlayınca kulağına karanlık, ıssız demeden rastgele sokaklara girmeye başladı. Birine giriyor, oradan bir diğerine ve sanki bütün ara sokakları arşınlamaya yemin etmiş gibi girmediği sokak, geçmediği yer bırakmadan koşuyor, izini kaybettirmeye çalışıyordu. Yorgun argın iki koca ağacın arasında ışık tutmadan baksan asla görünmeyecek bir yer bulup hemen yerleşti. Kan ter içinde kalmıştı. Nefesini almaması gereken bir yerden alıyor ve suyun terk edip gittiği damağında acı bir sızı kol geziyorken başına geleni düşünmeye başladı.

“Adam neden öyle yaptı? Ben kötü bir şey söylemedim. Hatta ikna olmaya çok yakındı gözlerinden belliydi gözlerinden! Kadın. Ahh kadın! Erkekler bir kadın uğruna nerelere battı nerelerden çıktı. Toplumun kanı kadınların elinde desem şu an az bile demiş olurum. Sakin ol Nihat. Bir aşüftenin günahını acılar içindeki birçok kadına mal etme. Bu kadar düşersem anasını satayım daha da kalkamam.” Göğe döndü yüzünü. Bulutların ardında saklanmasına yardım eden aya baktı. “Ulan ay dede. Sana bakarken kalay yedik üstüne de dayak. Afiyet bal olsun diye içinden geçmiyorsan şerefsizim. İnsanlar ne hale gelmiş lan. Ne ar ne namus ikisinin de anlamını bilmiyorlar. Kadına değdim diye kellemi alacak adi herif. Bunlar var ya yobazlığın tanımı. Asacaksın bunları.”

Düşünmeyi bırakıp öylece boşluğa bakakaldıktan sonra büyükçe bir karaltının hareket ettiğini düşündü. Nefesini tuttu. Yaprakların rüzgarla çıkardıkları hışırtı en ala korku filmlerin gerici müziğine bin basar hale gelince artık terlemeye başladı. Karaltıya bütün dikkatiyle, gözünü kırpmadan, nefes almadan, hışırtıdan başka bir şey duymasa, duyamasa da kulaklarını bile oraya dikerek öylece durdu. Kıpkırmızı oldu. Birden verdiği nefes sanki küçük bir ıslık gibi çıktı. İçinden bu hatanın sonu olacağı düşüncesi geçti. Biraz rahatladı. Çünkü gizlenmek çok zordu ama afişe olmuştu artık. Her an karaltı bütün gücüyle üzerine atılabilirdi. Bekledi. Bekledi. Ama karaltı orada öylece duruyordu. Bir anda güneş doğmuş gibi her yer aydınlandı. Ay ihtişamının bulutların ardında sıkışıp kalmasına, dikkatin dünyevi şeylere çekilmesine, yalnız bırakılmış ve sanki büyülü bir şeymiş gibi adına şiirler yazılmamış olmasına bozulmuş olacak ki bütün ışığı sanki binlerce güneşi arkasına almış gibi pasparlak, Nihat’ın olduğu o küçük mahalle dahil dünyanın ona dönük her yerine dağıtmaya başlamıştı. En azından saf karanlığın hakim olduğu o küçük gözlerin sahibi öyle düşünüyordu. Küçük bir odada günlerce kapalı kalmış da varlığını unuttuğu ultra güçlü ampul bir anda yanmış gibi oldu onun için. Dünya aydınlandı ve korkudan içinin gittiği karaltının ağaç dalına asılmış bir ceket olduğunu fark etti. Siniri tepesine çıktı. “Hangi şerefsiz bir dala ceket asar?” diye çok da ses çıkarmadan belki fısıltı kadar bir sesle söylediği bu cümleye bir karşılık geldi. “Ben.”

Nihat ardına döndüğünde birkaç adam ile birlikte orada duran tanıdık iki yüz gördü. Etrafını kısa bir bakış attıktan sonra burasının kadına çarptığı yer olduğunu anladı. Gerçeği aydınlatmış olan ay, yavaşça bulutların arkasına çekildi. Sonuçları ile ilgilenmiyordu belli ki. Kimse de ne gerçeği düşündü ne de sonucunu. Olan oluyordu muhakkak.

Editör: Begüm Uğurlu

--

--

Ulaş
Yazı Rehberi

Kendimce bir şeyler yaratmak istiyorum. Küçük küçük dünyalar ve daha küçük insanlar. Sonra da hepsinin arkasına saklanmayı planlıyorum. Yok olup gidene dek.