Deprem Günlüğü

Mehmet Engin Ayatar
Yazı Rehberi
Published in
4 min readFeb 17, 2024

--

Bugün depremin beşinci günü. Antakya’ya ulaşmak hiç kolay olmadı. Dört saatlik bir yolculuğun son dakikalarında henüz araçtan inmeden büyük yıkımın görüntüleri göz kapaklarımızı ağırlaştırıp yüreğimizi tam olarak tarif edemediğimiz bir şekilde boşaltıyor. Bu hiçliğin baskısı ağırlığı dayanılmaz.

Antakya Gazetesi

Kıskacından çıkmanın mümkün görünmediği bir vakanın içinden yazıyorum. Ne yana dönsem enkaz, yıkım ve ölüm. Deprem şehrinde görevliyim. Hasar tespit için buradayız. Yapıları az, orta ağır hasarlı, yıkık, kullanılamaz gibi tanımlarla tasnif etmemiz gerekiyor. Göreve başlıyoruz.

Ağır bombardıman geçirmiş bir savaş şehrinde turluyoruz sanki. Gördüklerimiz ekran aldatmacasının bizlere sunduklarından çok daha vahim. Bina enkazları yolları kapatmış, çoğu kez yönümüzü kaybediyoruz, sokaklar tanınamaz hâlde. Yıkıntıların başında insanlar yakınlarını bekliyor. Yaşam her zamanki gibi ölümü bekliyor. Yüzlerde garip bir ifadesizlik göze çarpıyor. Ağır bir travmanın acısına katlanmanın başka yolu yok. Duygular çoktan mimikleri terk etmiş.

Sokak başlarında ceset torbaları; kimi yerde dokuz kimi yerde altı kimi yerde iki. Siyah torbaların içinde kimliksiz sahipsiz insan…

***

Hasar tespit çalışmaları yoğun yıkımın olduğu yerlerde hızlı devam ediyor. Çoğu bina ağır hasarlı ve yıkık. Tespit sayıları, kaosun siluetini çizmek onun sınırlarını, boyutunu anlamlandırmak ve onu resmileştirmek üzere tutulan bir kayıt sadece lakin sayılar kaosun karanlığını anlatmak için yeterli değil.

Bir adam “Her şeyimi kaybettim, çoluğum çocuğuma bir şey olmadı ya yeter.” diyor. Bir diğeri “Karım ve iki çocuğumun cenazesini yeni çıkarttılar.” diyor. Ölümü anmak bu kadar kolay mı? Kolaymış meğer lime lime edilmiş bir hayata tutunmaya çabalarken. Ateşler yakılmış korkuların orta yerine. “Bekliyorum.” diyor. “Babam enkaz altında.”

Onedio: 6 Şubat’taki Kahramanmaraş Merkezli Depremin Üzerinden 6 Ay Geçti: İşte Depremden Unutamadığımız Fotoğraflar

Ufak bir binada kurtarma çalışmaları devam ediyor. Yapı küçük olduğu için haber değeri taşımıyor. Bir baba iki kızını kolları arasında almış ve meydan okumuş Azrail’in hükmüne. Yalnız kızlardan biri canlı kurtulabiliyor. Molozların arasında darmadağın bir deste fotoğraf; kan tutmuş köşelerini sahipsiz anıların. Utanıyorum birkaçını almaya. Siyah beyaz bir başlangıç; düğün sonra çocukların neşesiyle renklenen hayatın resimleri bunlar. Evin en değerli köşesine konacak hatıraları molozların üstüne bırakırken mesleğimden, insanlığımdan, yaşadıklarımdan utanıyorum.

Aklıma bir türkü geliyor: Ezim ezim eziliyor yüreğim / Çok yalvardım kabul olmaz dileğim / Ben ağlarım doktor ağlar, dert ağlar / Haram oldum yâri gördüğüm çağlar

***

Eski Antakya’da taştan evler, duvarlar daracık sokaklara çökmüş, yapılara ulaşmakta güçlük çekiyoruz. Kim bilir yüzyıllardır nelere şahit olmuş bu avlular artık birer virane. Ulaşamadığımız yapılara uzaktan bakabilmek için duvarları derin çatlaklarla yaralı bir evin çatısına çıkıyoruz. Antakya’da güvercin beslemek adetmiş. Bizi içeri buyur eden genç çocuk güvercinleri ile vedalaşıyor. “Sizlere ekmek bıraktım, bundan sonra görüşür müyüz bilmem, Allah’a emanet olun.” Güvercin kanatları yansıyor gözyaşlarına.

Antakya semalarına dağılan sahipsiz güvercinler gibi halkımız; Anadolu’nun dört yanında konacak bir yer arıyor.

***

Bodrum katların karanlığında hasar arıyoruz. Parçalanmış bir kolon, dağılmış bir kolon kiriş birleşim bölgesi, derin çatlaklarla hırpalanmış bir duvar… Doğruyu arıyoruz. Binası ağır hasar almış biri; her imar affında bir kat çıktık diyor. Yeni bir bina önümüzde. Nasıl yıkılır, diye soruyoruz. Denetim, mühendislik, eğitim, tasarım, malzeme, beton, donatı, belediye, devlet her birini sorguluyoruz. Evet, doğruyu arıyoruz. Her biri elimizde kalıyor, yüreğimize çöküyor. Fuzuli aklıma geliyor sonra: Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.

***

Günler geçtikçe azalıyoruz. Şehir, insan, varlık… Açılan sokaklarda cenaze araçları git gel yapıyor. Yıkıntılardan esansı olmayan bir sabun kokusu duyuluyor. Ölümün kokusu mu bu?

Yıkıntıların üzerinde dolaşırken yaşlı bir kadın eli gözüme çarpıyor. Öbür dünyadan yakama yapışan bu el, ihmalin, suiistimalin, liyakatsizliğin küfrü ile lanetliyor beni.

***

Artık eve dönüş zamanı geldi. Bu gece son gecemiz ve ben artık yatağımda yatarken başka şeyler düşünmek istiyorum. Kendine has bir üslupla yazılmış bir romanın sayfalarında kaybolmak, tertemiz bir bahar sabahına uyanmak, yorgun bir günün sonunda sevdiğim kadına sarılırken kokusunda teselliyi bulmak, sahil boyunca bisikletle yol alırken denizin dokunuşunu rüzgârda hissetmek, rakı sofrasında babamla tekrar derdi bölüşmek, güzel ve umutlu şeyler düşünmek… Evet, kimisi mümkün kimisi değil biliyorum ama yine de istiyorum.

Ve bütün bunları herkes için istiyorum, en çok da buradaki insanlar için. Paramparça hayatlar içinde filizlenen bütün umutlar için, hayaller için…

Editör: Buse Özcan

--

--