DUNE Bölüm 2 İnceleme: Güzel Ama Ruhsuz

“Baharat üzerindeki güç, her şeyin üzerindeki güçtür.”

Alaz
Yazı Rehberi
10 min readMar 26, 2024

--

Dikkat bu yazıda sürprizbozan mevcuttur.

Villeneuve’ün ikinci Dune filmi, Paul Atreides’in toy bir gençten Fremenlerin hem Mesih’i hem de üstün bir savaşçısı olma yolunda ilerleyişini ve bu yolda ilerlerken kendisi ile çevresinin nasıl değiştiğini anlatıyor.

İlk filmde annesi ve babasının gücü altında ezilmiş, eğitimli fakat deneyimsiz bir veliaht prens olarak hayatını devam ettiren Paul’un, babasının kaybından sonra annesiyle birlikte çölde yapayalnız kalması ve Fremenler adındaki “Arrakis” gezegenin yerli halkıyla tanışması anlatılıyordu. Devam filminde de beklendiği gibi Lisan al Gaib’in hikâyesi, arada herhangi bir zaman geçişi bulundurmadan direkt kaldığı yerden devam ediyor.

Filmde en çok dikkat çeken nokta ise Paul’un geleceği görme becerisi ve bunun karakter üzerindeki etkisi. Öyle ki karakter bu yeteneğini tıpkı bir lanet olarak görüyor ve yaşanacaklardan korktuğu için başlarda eyleme geçmek için çekimser kalıyor. Tabii bu filmin hemen gösterdiği bir şey olmuyor. Başlarda daha çok oyunculuğa bırakılarak anlatılsa da olayların karıştığı, aksiyonun doruğa ulaştığı noktada çatışma olarak en çok kullanılan şey de yine bu konu oluyor.

https://linktr.ee/yazirehberi

Filmin hemen başında Paul, Fremenlerin yöntemlerini öğrenmeye çalışıyor. Ayrıca soluduğu havadan yediği yemeğe kadar her şeyde baharat olduğundan vizyonlarını görme sıklığı ve dolayısıyla korkusu da önceki filmde olduğundan daha da artıyor.

Olay, çöl gezegeninde yaşamak olunca Fremenlerin suya ne kadar önem verdiğini biliyoruz. İlk filmde de gördüğümüz üzere su; onlar için sadece önem verdikleri bir sıvı değil, kutsal bir nesne, kültürlerinin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. O kadar ki, bu kültürleri cesetlerden su çıkarmak gibi birçok farklı uygulamaya bile yansımış. İlk filmde üzerinde çok durulmayan bu olay, bu filmle birlikte daha çok kendine yer bulmuş mesela. Fremenlerin vücutlarından çıkan suya dikkat etmelerinden tut, ölülerinin sularından âdeta gölet bir mezarlık yapmalarına kadar işlenmiş.

Kitap ve film farklarına daha sonra tekrar değineceğim fakat bir şeyi söylemeden edemeyeceğim. Film başlarında anlatılan Fremenlerin kendi içinde de birbirlerinden oldukça farklı olmaları çok güzel işlenmiş. Hatta komik bir örnek verecek olursam, ilk filmde Stilgar’ı oynayan oyuncu Javier Bardem’in aksanlı oyunculuğu beni çok etkilemişken başka bir karakter olan Chani’nin yine bir Fremen olmasına rağmen aksanı çok geçmemişti. Fakat bu filmde “O Güneyli! Aksanımızdan anlamadın mı?” diye Chani karakterine eklenen bir replikle yönetmenin ustalığını konuşturmuş olmasına şahit oldum ki kitapta olmamasına rağmen hem Fremenlerin tekdüzeliğine güzel bir çare bulunmuş olup hem de bu repliğin Zendaya’nın aksan yetersizliğini de çözmüş olması gerçekten çok zekiceydi. Ayrıca yaptığım eleştiriyi de hiç etmiş oldu.

Bu arada kısacık söylemem gerekirse bu filmde sevdiğim şeylerden biri Chani oldu. Önceki paragrafı yazarken fark ettim ki bu repliği Paul’a söylüyordu. Özellikle Güneyliler başta olmak üzere herkes Mesih’in işaretlerini Paul’da aramaya çalışmasının aksine Chani karakterinin böyle bir replikle bile Paul’un bilgisini sorguluyor olması muazzam bir detay olmuş. Yönetmen, Chani karakteriyle birlikte Güneylilerin muhafazakarlığını ve onlardan farklı düşünen Kuzeylilerin şüpheciliğini çok iyi yansıtmayı başarmış. Konuyla ilgili başka bir örnek vermem gerekire, Paul’un kum yürüyüşü sırasında ritmini bozmaması Chani karakterinin dikkatini çekiyor ve öğretmek istiyor. Diğer karakterler “Kültürümüze hâkim. O, Lisan al Gaib olmalı.” derken Chani burda da olaya daha gerçekçi bir yerden baktığını gösteriyor.

Film, Paul’un bir kurtarıcı figürü nasıl portre edildiğini detaylı bir şekilde sunuyor. Hem Paul hem de Jessica, hayatta kalabilmelerinin tek yolunun Fremenleri kazanmak olduğunun farkındalar. Ancak Paul, bu adımın sonucunda ortaya çıkacak yıkımı önceden görüyor. Timothee Chalamet, gelecekte olacaklardan korkan Paul’u başarıyla canlandırıyor. Chalamet’in performansının en etkileyici yanı, sakin ve düşünceli bir Paul’dan vaazlar atan bir Mesih Paul’a dönüşümü ustalıkla yansıtması. Özellikle o mağara sahnesi sırasında gösterdiği oyunculuk gerçekten muazzamdı. Timothee, o sahneden iki üç kare öncesinde görünen Paul ile mağaradaki kararlı Paul arasındaki farkı her şeyiyle göstermeyi başarıyor. Oyunculuğunun zirve yaptığı yer kesinlikle bu kısım diyebilirim.

Zendaya da bu filmde oyunculuğunu sergileme fırsatı buluyor. Chani’nin karakteri kitaptakinden farklı yönler içerse de bu değişiklikler genellikle hikâyeyi daha da derinleştiriyor. Chani ve Paul’un ilişkisi, filmin ana odak noktalarından birini oluşturuyor ki bu konu bana kalırsa filmin neyi göstermek istediğini seçememesi ile ilgili diye düşünüyorum. Kitabı okurken Chani ve Paul’un ilişkisi hep daha derin ama biz hikâyenin o kısmına öncelik vermediğimiz için bilmiyoruz diye düşünürdüm. Filmde bu kısımlara öncelik verilmiş olsa da hem tempoyu düşürüyor hem de hikâyeyi anlatmak istediği konudan uzaklaştırıyor. Konu, Dune: Mesiah filminden devam etmeyecekse 2. filmde verilen zamanın çok fazla olduğunu düşünüyorum.

Leydi Jessica’nın karakteri ise ilginç bir şekilde evriliyor. Rebecca Ferguson, ilk filmdeki olağanüstü performansını sürdürüyor. Hatta bu filmde performansının oldukça üstüne koyuyor. Karnındaki bebeğiyle konuşma kısımları oldukça güzel olsa da planı olduğunu ve uyguladığını göstermek dışında pek bir şeye hizmet etmiyor. Sadece arka planda Fremenlere yaptığı manipülasyonlardan iki sezon dizi çıkacak olaylara filmde hiç değinilmiyor oluşu, çok üzücü. Tek bir sahneyle gösterip geçiliyor. Gerçi filmde bu karar birçok konu için bu şekilde ilerliyor.

Film, önceki bölümde gördüğümüz yan karakterlerin hikâyelerini başarısız bir şekilde sürdürüyor. Baron Harkonnen, Gurney Halleck ve Stilgar gibi karakterlerin hikâyesi kötü şekilde devam ediyor. Ayrıca karakterlerin tasvirinde bazı sorunlar var.

Harkonnen’ı taht meraklısı bir barondan öteye götüremiyor. Her ne kadar kitapta da karakterin tek olayı bu olsa da kitaptan oldukça farklı bir anlatıma geçip karakteri daha korkutucu yapmaya çalışıldığı aşikâr. Fakat filmde bu karar, süre kısıtlılığı yüzünden karakterin repliklerinin atılması gibi hissettiriyor.

Stilgar’ın birinci filmindeki karakteri tamamen çöp ediliyor. Yerini Paul’un her yaptığını Mesih kehanetleriyle bağdaştıran karikatürize ve tek boyutlu bir karaktere bırakıyor. Öyle ki Lisan El Gaib repliğini bile neredeyse altı yedi kez tekrar ettiğinden bir süre sonra komedisini yitiriyor. Dediğim gibi başta eğlenceli gelse de tekrar izlediğinizde akışı bildiğinizden dolayı ucuz Marvel filmi tadı veriyor. (Tecrübe konuşuyor.)

Gurney Halleck’in de karakteri Stilgar’dan pek farklı sayılmaz. Filmdeki görevi atomik silahı Paul’a vermek ve karakterin geçmesi gereken bazı adımları onun için kolaylaştırmaktan ibaret. Öyle ki bu sahnelerin kitaptan farklı olması bir yana, kendi içinde de karakterin sonsuz yolculuğu metoduna da pek uyduğu söylenemez. Paul’un vermesi gereken önemli bir karar Halleck sayesinde çok basite indirgeniyor ve çözüm Mesih’in avucunun içine düşüyor. Onun dışında karakterin tek görevi Paul’a Mesih statüsünün neler için kullanılabileceğini hatırlatmak olarak tasarlanmış. Hatta Rabban’dan intikamını aldığı sekansta izleyici olarak herhangi bir şey hisseden olduysa fazla duygusal olmalı çünkü film -kitabın aksine- karakterin böyle bir intikam arayışına girdiğini bile aktarmaya çalışmamış.

Bu sorunların çoğu, ikinci filmde tanıtılan karakterlerle ve filmlerin farklı tonlarda olmasıyla ilgili. Özellikle Prenses Irulan ve Padişah İmparator 4. Saddam karakterlerinin derinliği eksik kalıyor, hatta yok denilebilir. Özellikle Irulan karakterinin tanıtımı, hikâye anlatıcısı olmanın ötesine çıkamıyor. Bir yerden sonra evrene dâhil bile hissettirmiyor. Bu karakterler, önceki filmde tanıtılmış olsaydı ve Dune: Bölüm 2 karakterlerin üzerine inşa edilmiş olsaydı daha inandırıcı motivasyonlar sunabilirdi.

İlk filmdeki bilgi eksikliğinin yarattığı bir başka sorun ise ikinci filmin hızlı temposu. Hızlı bir şekilde ilerleyen bir film izliyoruz, her sahne oldukça yoğun. Bu hızlı tempo benim için bir sorun olmasa da ilk filmdeki sakin akışı seven izleyiciler aynı fikirde olmayabilirler. İlk filmi ağır tempolu bulan izleyiciler ise bu filmde aradıklarını bulabilirler. Bunun en büyük nedeni ise tabii ki film uyarlaması olması ve gişe beklentisi diye düşünüyorum. Dune serisi tıpkı Game Of Thrones serisi gibi dizi olarak uyarlansaydı yaşanan çoğu sıkıntı çözülebilirdi. Paul’da önemli etkiler bırakmış diğer karakterlerin hikâyelerine daha derinlemesine girilerek dizinin tonu ve temposu da ayarlanabilirdi. Böylelikle Paul’un almış olduğu kararlar izleyiciye daha etkili bir şekilde geçerdi.

Kitabın Ruhunu Yakalayabilmiş mi?

Filmin olay örgüsü genelde kitaba sadık kalıyor diyebiliriz ama kitaptan ayrıldığı bazı noktalar var. Bunlardan bahsetmek için hem kitaptan hem de filmden sürprizbozanlar vermem gerekli. Sürprizbozan istemiyorsanız bu kısımları geçebilirsiniz.

Kitapta Feyd-Rautha Harkonnen, filmdeki portresinden daha az onurlu bir karakter olarak çizilmişti. Örneğin; kitapta gladyatör dövüşü sahnesinde, uyuşturulmamış bir Atreides askerini öldürmek için hileye başvurmak zorunda kalıyordu. Ancak filmde yetenekleri sayesinde dövüşü kazanıyor ki bu kısmı beğendiğimi söyleyebilirim. Öyle ki keşke Frank Herbert’in aklına gelseydi diye düşündüm. Karakterin hareketlerinin bu şekilde olmasının sondaki düello sahnesine hizmet ettiği kesin.

Bahsi geçmişken benzer bir değişiklik, Paul ve Feyd-Rautha arasındaki final dövüşünde de var. Bu değişiklik, bence olumlu bir yönde. Kitapta Feyd-Rautha’nın iyi bir dövüşçü olduğunu görmüyoruz, bu da son dövüşün heyecanını azaltan bir etken olabiliyordu. Filmde ise Paul ve Feyd-Rautha arasındaki dövüş daha dengeli bir noktada duruyor. Dövüşün tek problemi, klasik kalıyor oluşu. Çoğu yeri değiştirmekte sorun görmeyen yönetmenimiz, konu dövüşlere ya da aksiyon sahnelerine gelince kararlarını akla gelebilecek ilk şekilde ve oldukça sığ vermiş.

Aksiyon sahnelerinde müziğin susması ve sahnenin gerçekmiş gibi hissettirilmesi ise güzel bir karar. Her ne kadar ilk o bulmuş olmasa da yerinde ve sahnenin ağırlığını gösteren bir tercih olduğunu düşünüyorum. Fakat kötü adamın ezici gücünün ardından son noktada yaptığı bir hareketle günü kurtaran başrol klişesi, sadece kötü işlenmiş bir klişe olarak kalmış. Ayrıca derdini izleyiciye anlatmakta da başarısız bir sahneydi. Görsellik güzel miydi? Evet oldukça ama onun dışında sahnenin verebildiği tek şey, yine Chani ve Paul ikilisinin dinamikleri oldu.

Filmin kitaptan ayrıldığı bir diğer nokta, Alia Atreides’in karakteriydi. İlk kitapta, Paul çölde birkaç yıl geçiriyordu. Bu süre zarfında da kardeşi Alia doğuyordu. Kitabın finalinde, Alia 4 yaşında ve oldukça önemli bir rol oynuyordu. Baron’u öldürmek gibi mesela. Ancak film olaylarını kitaptan daha kısa bir süreye sıkıştırdığı için Alia’nın doğumunu görmüyoruz. Filmde Alia, Paul ve Jessica ile iletişime geçen bir fetüs olarak temsil ediliyor. Bana kalırsa yine güzel görünse de düşününce garip tasarlanmış bir yanı var.

Dune romanlarındaki en iyi anlatılan şey, yazarın döneminde de popüler olan din-bilim ilişkisi olmuştur. Okuyucu olarak karakterlerin yaşadıklarını ya da evrende genellikle olanların fantastik ögelerin mi yoksa bilim kurgu ögelerinin bir parçası mı olduğunu bilemeyiz. Bu sekanslarda Alia ile iletişim Jessica üzerinden aktarılsaydı eğer karakterin gerçekten kızını duyup duymadığını anlamayacaktık ve olayın gizemi daha ilgi çekici hâle gelecekti. Oysa karakterlerimiz yaşananları çok normalmiş gibi aktarıyor ve Alia ile iletişim kurmaya devam ediyordu. Onlar durumu önemsemeyince izleyici olarak biz de önemsemiyoruz. Villeneuve, Alia’nın fiziksel olarak var olması gereken sahneleri başka karakterlere devrederek süreden kısmak dışında kitabın ruhunu ve temasını görebileceğimiz hiçbir şey elde edememiş.

Film çoğu durumda bu hataya düşüyor. Kitapta fantastik ama bilim kurgu duran çoğu kısım daha fantastik duracak ve sorgulamaya mahal vermeyecek şekilde tasarlanırken bilim kurgu yanı teknolojik sözcüklerden ileriye gitmiyor. Özellikle de atomik bomba kararı filmin yapmış olduğu belki de en kötü seçim diyebiliriz. Kitapta bu kısım Paul’un zekâsını gösterecek şekilde politik bir sonuca hizmet edercesine tasarlanmıştı. Filmde ise kolay erişilebilir bir bombaymış gibi gösterilmesi hikâyenin etkileyiciliğine en büyük zararı veren yer olmuş.

Dune Sineması

Film, en belirgin ve güçlü yanlarından biri olan görselliğe odaklanıyor. Görüntü yönetmeni Greig Fraser, bu filmde gerçekten etkileyici bir iş çıkarmış. Yakın planlar oyunculukları öne çıkarıyor ancak filmin gerçekten parladığı nokta ise geniş planlarda ortaya çıkan manzaralar. Filmde anlatılan hikâyenin büyüklüğü, görüntülerin büyüklüğünden anlaşılıyor. İlk filmde de bu gibi epik görselliklere tanık olmuştuk. Özellikle de yönetmenin bir çeşit takıntısı olduğunu düşündüğüm uzay gemisi kalkış ya da iniş sahneleri, yaşanılan durumun kötü ve oldukça çok tekrara düşen bir örneği olsa da etkileyici miydi? Kesinlikle, evet! Görselliğin bir başka güçlü yanı ise dünyanın yaratılmasında kullanılması.

Film, prodüksiyon tasarımı ve görsel efektler konusunda oldukça başarılı. Görünen her nesnenin filmin dünyasına ait olduğunu hissettiriyor. Genelde bu gibi filmlerin CGI sahnelerinde seyirci, gerçekçilikten ziyade ne kadar iyi tasarlanmış diye etkilenir. Oysa Dune’un görsel başarısı seyircide gerçeklik hissinin kopmamasına ve dolayısıyla gezegenin, mekanların gerçekten de orada olduğunu düşünmelerine yol açıyor.

Seyirci Arrakis’in estetiğine tamamen alıştığında ve monotonluk başladığında, film bizi H. R. Giger’in etkilerini taşıyan Giedi Prime’ın dünyasına götürüyor. Gladyatör dövüşü sahnesinde filmin siyah beyaz hâle gelmesi, görsel çeşitliliği artırıyor ki bu Spider-man Across The Spiderverse’te de gördüğümüz bir durum. Bence doğru bir karar olmuş diyebilirim. Öyle ki siyah-beyaz sahneler bitip Arrakis’e tekrar döndüğümüz zaman, çölün kumlarını özlediğimizi düşündürecek kadar etkili kalıyor sahneler.

İkinci filmin birinci filme göre daha fazla aksiyon içermesi, aksiyonun önemini biraz azaltıyor. Tabii burada filmden beklentinin önemi çok fazla. Özellikle de tanıtım aşamasındaki Yüzükler Efendisi ya da Star Wars karşılaştırmalarından sonra savaş sahnelerinde fazla bir beklentiye girmemek çok önemli. Aksiyon sahnelerinin hayal kırıklığına neden olması, alınan intikamların seyirciye geçmemesi ve savaşan hiçbir karakter için endişe ya da korku duymamamız sona doğru Dune filmi izlemekten çok slayt gösterisi tadı vermeye başlıyor.

Her ne kadar izlediğim en iyi slayt gösterisi diyebileceğim bir yapım olsa da film demek hatta ve hatta Dune filmi demek neredeyse imkansız kalıyor. Sebebinin ise atomik silah kararı olduğunu düşünüyorum. “Evrende karşı koyabilecek bir şey yok muydu?” sorusunu akla getirdiğinden atomik silahlar hikâyeye asla uymuyor . Her ne kadar görsel olarak etkileyici olsa da o sahnelerin epik kalitesi ve uzunluğu seyirciyi yoruyor.

Konuya dönecek olursak filmdeki çatışma sahneleri, olayların büyüklüğünü başarıyla yansıtıyor fakat tanıtımlar farklı bir beklentiye sebep olduğundan beklediği sahneleri bulamayan seyircinin şikayet etmesi çok normal. Koreografilerin kalitesi sayesinde, yakın dövüş sahnelerinin savaşlardan daha etkileyici olduğu kesin. Villeneuve’un yakın dövüşleri sevdiği de açık çünkü bu filmde de son aksiyon sahnesi bıçaklı bir düello şeklinde karşımıza çıkıyor. Sonuç olarak keşke aksiyona ve görselliğe verdiği önemi diğer konulara da verseydi diyoruz. Çocukluğundan bu yana çekmek istediği, hayal ettiği Dune filmi; çocukken etmiş olduğu hayallerde kalmış gibi görünüyor.

Anlayacağınız “Dune: Bölüm 2” bana göre vasat bir filmden öteye geçemiyor. Üzgünüm Denis. Sinema, görsellik ve sesten çok daha öte bir şeydir.

https://linktr.ee/yazirehberi

Editör: Sıla Yazıcı

--

--

Alaz
Yazı Rehberi

You’d be surprised what you can pull off when your life depends on it.