Haruki Murakami’den Roman Yazmak

B. Hava
Yazı Rehberi
Published in
8 min readMar 17, 2023

Japonya’nın 20. ve 21. yüzyıldaki en önemli ve en popüler yazarlarından birisi olan, ardından ününü tüm dünyaya duyuran Haruki Murakami’ye göre bir roman yazmak aslında o kadar da zor değildir. 1978 yılında havanın açık olduğu bir günün öğleden sonrasında beyzbol maçı izlerken roman yazmaya karar veren Murakami, bir roman yazmaktan çok, roman yazmayı sürdürmenin daha zor olduğunu ve bunu herkesin yapamayacağını dile getirir.

Haruki Murakami (Pinterest)

Çünkü roman yazmak temelde oldukça zaman ve emek harcamanız gereken sıkıcı bir iştir. Bakıldığında romandaki karakterler gibi oradan oraya koşturmaz, yeni maceralara atılamazsınız. Onların aktifliğinin yanı sıra kendinizi bir odaya kapatır ve “Bu değil, bu da değil,” diyerek cümleleri evirip çevirme işiyle zamanınızı öldürürsünüz. Üstüne üstlük masanın başında var gücünüzle bütün gün çalışarak bir metnin yazınsal kesinliğini azıcık da olsa arttırdınız diye kimse size alkış tutmaz, “Gayret etmeye devam et, başaracaksın,” diye de kimse sizi yüreklendirmez. Hatta (kaba bir tabir olacak ama) roman yazma işinin nankör olduğu bile söylenebilir. Çünkü saatlerinizi verdiğiniz bir cümle, kitabınız basıldıktan sonra kimsenin dikkatini çekmeden yitip gidebilir. Tıpkı kitabınızın da aynı muameleye uğrama ihtimali gibi.

Haruki Murakami roman yazma işini, koca bir yılını uzun bir cımbızla şişe içinde minyatür gemi maketi yapmaya veren insanların yaptığı işe benzetir. Roman yazmak da tıpkı bu iş gibi ince işçilik, bol zaman ve azim gerektirir. Roman yazacak kişinin hamurunda bu işi yapmak için biraz da olsa nitelik ve acıya dayanıklılık olması gerekir. Eğer bunlar şahısta yoksa ne yazık ki o kişi uzun süre bu işe katlanamaz.

Bu uzun süreci kapsayan, bol miktarda enerji isteyen ağdalı işi yapmanın sırlarından biri yalnızca Murakami’ye göre değil pek çok yazara göre sabit bir kalıp yardımıyla duruşu sağlamlaştırmak yani iyi bir yazma rutini belirlemek ve bu rutinden sapmamaktır.

Bu rutinlere birkaç örnek verecek olursam mesela adını hepimizin duyduğu sayısız hikaye, oyun ve mektup kaleme alan Charles Dickens sabah yedide uyanıyor, sekizde kahvaltısını yapıyor, dokuzda çalışma odasındaki yerini alıyormuş. Saat ikiye kadar odasında kaldıktan sonra ailesiyle birlikte yemek yemek için kısa bir mola veriyormuş. Bu sayede günde iki bin kelimeye ulaşan bir üretkenliği yakalayabiliyor hatta her şey tam istediği gibi giderse bu sayı dört bini bile bulabiliyormuş. Dickens kendi rutinlerine öyle bağlıymış ki hiçbir şey yazamasa bile cam kenarına yerleştirdiği masasında oturup saatlerce dışarıyı izliyormuş. Oğlunun ifadesine göre bir şehir katibinden daha sistemli ve düzenli çalışan Dickens, bu disiplinin meyvelerini halen almaya devam ediyor.

Kendisine yazmak için epey yorucu bir rutin tercih eden Franz Kafka ise günün on iki saatini yazmaya ayırıyor, yarınlar yokmuşçasına yazıyormuş. Yazmak dışında ayrıca Prag’da bir postane görevlisi olarak çalışan Kafka, iş aralarını da gizlice yazarak değerlendiriyormuş. Bazen bu yorucu rutin onu hasta bile etse Franz Kafka rutinini değiştirmemekte oldukça ısrarcıymış.

Haruki Murakami de elbette sağlam bir rutine sahip olan yazarlardan biri. O, sabah erkenden kalkıp kahve demledikten sonra dört-beş saat kadar aralıksız çalışarak her gün on sayfa yazmaktaymış. Daha çok yazmak istese de genelde on sayfa olunca bırakıyor yahut o gün hiç yazmayacaksa on sayfaya tamamlamaya gayret ediyormuş. Çünkü diğer yazarların rutinlerinden de gördüğümüz gibi Murakami de uzun soluklu bir iş yapmanın temelinde düzen ve disiplinin yattığını, “Yapabiliyorken hızla çok şey yazıvereyim. Yazamadığım zamanlarda da bırakayım,” cinsinden bir yaklaşım ile bunun gerçekleşemeyeceğini söylüyor.

Murakami’ye, ufacık bir hesap yaparsak ayda üç yüz, yılda ise ortalama üç bin altı yüz sayfa yazdıran tertibi hakkında “Koşmasaydım Yazamazdım” adlı kitabında şunları söylemiştir :

“Roman yazma moduna girmişsem, sabah 04.00’te kalkarım ve yaklaşık beş altı saat çalışırım. Öğleden sonra 10 kilometre koşar veya 1500 metre yüzerim. Yahut bazen ikisini de yaparım. Sonra kitap okur, müzik dinlerim ve saat 21.00’de yatarım. Bu rutini tek bir gün bile değiştirmedim. Tekrarlar çok önemlidir, sihir gibidir. Bu şekilde kendimi daha yüksek bir zihinsel seviyeye ulaşabileyim diye hipnotize ettiğimi söyleyebilirim. Altı ay veya ileri durumlarda bir yıl bu zihin durumunu muhafaza etmek maddi manevi büyük güç gerektirir. Bu durumda bir roman yazmak zorlu bir mücadelede ayakta kalmaya çabalamak gibidir. Romancıya sanatsal yetenek kadar fiziksel güç de gerekir.”

Elbette burada anlatmak istediğim yorgunluktan hasta olacağınız bir rutin oluşturmanın gerekliliği değil. Herkesin birbirinden farklı olduğu gerçeği gibi her insana uyan rutinler de her yazarın kendi yazım macerası da birbirinden farklıdır ve böyle de olmalıdır. Yüz farklı roman varsa yüz farklı yazma stili, rutini mevcuttur. Bu da yazı-roman dünyasını bu kadar ilgi çekici hale getiren şeylerden biridir muhtemelen. Her yazar farklı düşünceleri, farklı yaşam tarzları ve farklı yazım stilleri ile kendini ifade ederek okura ucu bucağı olmayan kapılar aralar.

(Pinterest)

Burada bahsettiğimiz esas mesele bahsi geçen yazarlar gibi kendimize uygun bir rutin belirleyip onu bir sihir gibi tekrarlayabilmek.

Roman yazmanın teknik kısmına değinecek olursam Haruki Murakami romanlarını çeşitli aşamalardan geçiriyormuş. Bu aşamaları bir örüntüye benzetebiliriz sanırım. Murakami ilk olarak tamamiyle sezgisel ve doğaçlama bir şekilde baştan sonra bütün romanı yazıp tamamlıyor ve bir süre dinlendikten sonra romanı en başından yeniden yazıyormuş.

Bu her ne kadar biraz işkenceli bir süreç gibi gözükse de ben onun dar bir bakış açısından ziyade büyük resmi -yani romanın tamamını- görerek baştan sona tekrar yazmasını oldukça akıllıca buldum. Çünkü bu teknik, hem kitabın ilerisinde yaşanacak gelişmeler doğrultusunda değişime uğrayacak olayları henüz kitap tamamlanmadan yeniden düzenleyerek zaman kaybetmemesini sağlıyor, hem de olayları mantık çerçevesine oturtma aşamasında birkaç adım geriye çekilip geniş ölçüde yazdıklarını tartma olanağını yazarın önüne sunuyor.

Yeniden yazma işi tamamlandığında belki şaşıracaksınız ama Haruki Murakami bir kez daha başa dönerek romanı hızlıca yeniden yazarmış. Bu defa ince detaylara bakar, manzara betimlemelerinden tutun diyaloglardaki tona kadar her noktayı kontrol edermiş. Böylelikle seri bir şekilde toparlanan roman düzgün bir hal alırmış. Yazarımız da bir başka aşamaya geçerek iki hafta ya da bir ay kadar eseri çekmecesine kaldırıp unutmaya gayret edermiş.

Roman yazmaya karar verdiğinde başka hiçbir şey yazmayan, sadece romanına odaklanan, gelen teklifleri dahi reddeden yazarımız düsturunu bu defa da unutma döneminde edinmiş. Nasıl derseniz kendisi romanını çekmecesine kaldırdıktan sonra farklı işlerle uğraşmaya gayret eder, bazense tatile çıkarmış. Roman yazarken iş yapılan zaman kadar hiçbir şey yapmadan geçirilen zamanın da oldukça önemli olduğunu vurgulayan sevgili yazarımız Murakami, iyi uyutulmayan bir romanın elle tutulabilir bir hale gelemeyeceğini de eklemeyi unutmuyor.

Bu uyutma sürecinde yoğun bir temponun ardından yazarın adeta uyuşan zihin ayık bir hale gelip dinlenir. Aceleye getirilmeden iyice uyutulan eser, önceki seferlere kıyasla çok daha farklı bir izlenim verir. Dinlenmiş zihin, bu defa eserdeki hataları kusurları daha kolay fark ederek onu farklı bir boyuta taşır. Murakami de aynen böyle yaparak uyutma aşaması bittikten sonra eseri yeniden gün yüzüne çıkararak bir kez daha baştan yazarmış.

Bu aşama da artık geride kaldığında sıra ikinci bir kişinin fikrini almaya geliyor. Haruki Murakami ise bu noktada eşinden yardım almaktaymış çünkü onunla ilişkisinden dolayı, iyi veya kötü, hayatındaki yeri değişmeyeceği için eşinin kendi romanı üzerinde yaptığı dürüst ve açık gözlemi “sabit açıdan gözlem” olarak nitelendiriyor. Bir editöre göstermeden önce bu tür sabit bir gözlemin önemli olduğunu düşünüyor.

Eşinin dahil, eleştirilerin tamamını kabul etmese de -hatta bazıları karşısında öfkelenip duygusallaşsa da- “Burası mükemmel bir şekilde yazılmış, yeniden yazmaya gerek yok,” diye düşünse de temelde mükemmel yazılmış cümle diye bir şeyin olmadığını, her zaman bir öncekinden daha iyi yazılabileceğini bildiğinden eleştiriler üzerine düşünür, zamanla kabul edemediklerini kabullenir ve yazısını yeniden gözden geçirirmiş.

Murakami eleştiren kişinin düşüncelerini sorgulamadan olduğu gibi kabul etmenin doğru olmadığını söylemeyi de ihmal etmiyor. Söylemlerin arasında illaki yanlış yönlendirmeler, uygun olmayanlar çıkacaktır.

Eğer eleştiri almaktan hoşlanmıyorsanız (ki bu bence gayet doğal bir durum) eleştiriye bir yazar olarak şu açıdan bakmanız sizin adınıza faydalı olabilir. Başkalarının düşünceleri topluma aittir ve romanlarınızı okuyacak olanlar da neticede toplumdaki insanlardır. Eğer toplumu göz ardı etmeye, kulaklarınızı toplumun seslerine tıkamaya kalkarsanız muhtemelen toplum da sizi göz ardı eder. Bu kaba bir söylem olabilir ancak sanırım doğru olduğuna hemfikiriz.

Rutin ve teknik aşamaların ardından belki de pek çoğumuzun kafasındaki “yazar” kavramını kökünden sarsacak bir konuya da değinmiş Haruki Murakami yazılarında. Ben de bunu sizlere aktarmak istiyorum.

“Çoğu insan yazarlık mesleğinin masa başında yazmaktan ibaret olduğunu, fiziksel güçle ilgisi olmadığını, sadece bilgisayarın klavyesindeki tuşlarına basarak (ya da kağıt üzerinde kalem gezdirerek) yapılan bir iş olduğu için parmak gücünün yeterli olduğunu düşünüyor olabilir. Yazarların zaten başta sağlıksız, asosyal, geleneklere direnen varlıklar olduğu düşünülür; sağlığını korunması ya da formda kalması gibi gerektiği düşüncesi kimsenin aklına gelmez…”

Murakami bu süregelmiş basmakalıp yazar kavramının aksine yazma işini yapan kimsenin bunu sürdürebilmesi için ruh sağlığı ile fiziksel sağlığını da koruması, onları dengede tutması gerektiğini söylüyor. Haksız da sayılmaz.

Çünkü her gün beş-altı saat masa başında oturmak, belki bilgisayar ekranına bakmak, odaklanmaya çalışmak ve beyniniz sulanana kadar ortaya bir hikaye çıkarmaya çalışmak insanda inanılmaz bir fiziksel güç gereksinimi oluşturuyor. Bunu biraz daha açıklayacak olursak, eğer hastaysak ve masanın başına oturacak gücümüz yoksa ne kadar çok ilham ile dolup taşıyor olsak ya da ne kadar çok yazma yeteneğine sahip olsak bile önce iyileşmemiz gerekir. Bu günlük hayatımızdaki pek çok durum için de böyledir aslında. Tıpkı annelerimizin “Hasta olmamaya dikkat et, derslerinden geri kalırsın,” demesine benziyor bu durum. Fiziksel sağlığımızı ne kadar koruyabilir, bünyemizi ne kadar güçlü tutabilirsek ileride yazma işinden alacağımız verim de o kadar çok olur.

Gençken bu işe başlayanlar için bu söylenenler şu an fazla lafmış gibi gelebilir ama unutmamak gerek ki işin ciddiyeti yaş ilerledikçe ortaya çıkar. Orta yaşların gelmesiyle fiziksel güç geriler, enerji düşer dayanıklılık azalır. Kısacası beden yaşlanmaya başlar ve eğer uzun süre yaptığınız bu iş boyunca -yani roman yazmak- fiziksel sağlığınıza dikkat etmezseniz çabuk emekli olmak zorunda kalabilirsiniz.

Haruki Murakami de profesyonel yazar olduktan sonra koşmaya başlamış ve otuz yıldan fazla süredir de her gün bir saat koşmayı ve yüzmeyi alışkanlık haline getirmiş. Otuz yıl boyunca koşmayı sürdürebilmek insanı gerçekten de hayrete düşürüyor açıkçası. Onun hiç aksatmadan koştuğunu duyanlar imrendiklerini dile getirdiklerinde ise Murakami şöyle cevap veriyor:

“Ben koşmayı seviyorum ve sadece kendi karakterime uyan şeyleri alışkanlık haline getiriyorum. İradem ne kadar kuvvetli olursa olsun karakterime uymasaydı, 30 yıl boyunca düzenli olarak koşmayı sürdüremezdim.”

Murakami tüm bunların yanı sıra romanlar için karakter oluştururken gözlem yapmanın önemli olduğunu düşünüyor. Çünkü gözlem yaparak roman yazma hayatınız ile günlük hayatınız arasında bir köprü oluşturabilirsiniz. Karakter oluşturmak için pek çok insanı tanımak, bilmek önemlidir. Bunu kısaca insan sarraflığı olarak adlandırabiliriz. Toplumun içinde olmak yazım hayatımıza büyük oranda katkı sağlar. Bu konuda bir insanın dış görüntüsünü, konuşma ve davranış özelliklerini iyice gözlemlemek, sevdikleriniz kadar sevmediğiniz insanlar da gelişiminiz için birer adım olabilir. İnsanların tepkileri birbirinden farklıdır. Bu da beraberinde pek çok çatışmayı getirir. Bir yazar olarak iyi gözlem yapabilmek, problemlerin kaynağını çözümlemek, insanları anlamak, romanlardaki olayların derinleşip daha katmanlı hale gelebilmesini sağlayabilir.

Yazmak ile ilgili son olarak Haruki Murakami, cesur davranmamızı ve insanların kötü eleştirmelerinden korkmamamız gerektiğini söyler. Yazdıklarınızı eleştiren veya öven insanlar etrafınızda mutlaka olacaktır. Bu insanların sizi neden eleştirdiğini ya da övdüğüne bazen anlam veremeyebilirsiniz. Bunlara fazlasıyla kafa yorarsanız muhtemelen sağlığınızdan olursunuz. Herkesi memnun edemeyeceğiniz için kendinizi memnun etmeye bakın. Eğer siz yazarken eğleniyorsanız mutlaka okurken eğlenen birileri de çıkacaktır.

İstikrarla yolda olmaya devam edin ve unutmayın, kendi gözlerinizle kendiniz için en iyisine ancak siz karar verebilirsiniz.

Editör: nur

***

--

--

B. Hava
Yazı Rehberi

"İçimde bir cevher var mı yok mu bilmiyorum, korkuyorum. Ama yine de yazmak istiyorum."