Haz Ekonomisi

Mehmet Engin Ayatar
Yazı Rehberi
Published in
4 min readMay 17, 2024

--

Sözlük tanımına göre haz: “Bir şeyin insanda uyandırdığı hoşlanma duygusu, bir şeyden duyusal veya manevi sevinç duyma, sürdürülmesi istenen ılımlı ve doygunluk veren coşku” gibi anlamlara sahip. Hazzın bir bakıma yaşamın katalizörü olduğu söylenebilir. Tam olarak tanımlanamayan ve beynin belirli bir bölümünde gerçekleşen bu his sayesinde canlılığımıza anlam katarız.

Photo by Kenny Eliason on Unsplash

Doğanın bizlere oynadığı bu garip oyunun bir grafiğini çizebilsek haz eğrisinin gençlik çağlarında pik yaptığını yaş ilerledikçe düştüğünü görürdük. Eskiyen bir vücudun haz algısının azalması normaldir elbet. Zamanın negatif ivmesiyle giderek artan düzeyde sıkıcı, zorlu, mendebur ve hastalıklı günlere katlanmamıza sebep de hissettiğimiz hazlar değil midir?

Ölçeğimizi büyütüp ömürden günlere saatlere hatta zamanın bölünmez çekirdeği anlara doğru yol alabiliriz.

Sıradan bir günü haz olmadan geçirdiğimizi düşünebilir miyiz? Sabah kahvesi, yemek sonrası sigarası, bir işi tamamlamanın verdiği doyum, leziz bir öğün, sevgiyle sarılan bir karşılama, kitap satırlarının arasına saklanmış düşüncelerin keşfi, zevkin en yüksek noktasıyla sonlanan bir sevişme, ezgilerin içerisine saklanan anılar, varlığın içinde eriyip hiçliğe ulaşacak kadar samimi bir ibadet, ince dokunmuş bir sanat eseri karşısında hissedilen yetersizlik, günlük mücadelelerde haklı çıkmanın gereksiz onuru, alkol neşesi ya da hüznü… Benim şimdi aklıma gelen günlük hazlar. Hiçbir hazzın olmadığı bir günü nasıl tarif edebiliriz? Kâbusların ziyaret ettiği uykuların içinde bile mücadelenin yarattığı hazlar saklı değil midir? Ağrı ve kramplarla dolu hastalıklı bir gün belki arayışımıza cevap verebilir ama acının içinde bile belli bir dozda haz yok mudur?

Üzüntülerin, mutlulukların, davranışların, hareketlerin, duyuların içine saklanmış irili ufaklı hazları bulup çıkartır ve yola devam ederiz. Hazları aramak bile haz kaynağıdır bazen. Ulaşılması muhtemel -belki de imkânsız- hazların peşinden koşarız. Kavuşulamamış bir sevgilinin hayali, kazanılmamış paraların sağlayacağı refah, çıkılmamış bir seyahatin vereceği ferahlık, sıla düşüncesi, umutlar ve diğerleri bizi kısa, tatmin edilmemiş lakin tadına doyulmaz mutluluklar içinde buldurur.

Photo by Nik on Unsplash

Bu kadar haz tarifi yeterli kanımca. Aslında bahsetmek istediğim hazların niteliği değil niceliği. Dünya üzerinde yaşayan insan sayısı, sınıflar, fakirlik, sömürü, ortalama bir insanın sahip olabildiği kaynaklar düşünüldüğünde yaşamın içinde saklı bulunan haz kaynaklarının ne kadar yetersiz olduğu görülecektir. Haz pastası çoktan dilimlenmiş ve çoğumuza düşen de sadece ufak kırıntılar. Artık doğa güzelliklerine; deniz, kumsal, dağ yürüyüşleri, ormanlar vb. ulaşabilmek için belirli bir maddi güce ve zamana ihtiyacımız var. Sanat eserlerini görmek, hissetmek, yaşamak için zaruri olan para ve zamansal gereklere söz konusu eseri anlamlandırmak için lazım olan emek de ekleniyor. Sağlıklı, taze, organik lezzetleri tadabilmek artık belli bir zümrenin elinde. Duygusal hazlar yalnızlığa ve yabancılaşmaya kurban verilmiş. En değerli hazlar ancak paranın açabileceği kasalara kilitlenmiş. Elimizde kalan haz kaynakları -çok çeşitli olsalar da- iyi tanımlanmış bireysel konfor alanlarına hapsedilmiş durumda.

Binlerce yıl önce tarım insanı doğadan kopardı ve köy yaşantısına mecbur etti. Konfor uğruna tabiattan vazgeçişin ikinci önemli adımı modern zamanlarda gerçekleşti. Tükettiği şeylerin çok azını üreten, üretilen eşyanın çok küçük bir kısmında dahli bulunan bir insan portresi ortaya çıktı. Modern insanın tarih öncesi çağlardan çıkışından bu yana içinde taşıdığı doğadan kopmuş olma ıstırabına verdiği haz cevabı nedir? Çelişkili mevcudiyetimizi sürdürebilmek ve yaşama katlanmak için ihtiyaç duyduğumuz haz ihtiyacını nasıl karşılıyoruz? Haz ekonomisinin verdiği açığı kapatabiliyor muyuz? Yoksa bir darboğazda mıyız?

Photo by Nik on Unsplash

Sorular ve verilecek yanıtlar hayli çelişkili olsa da durumun tanımının doğrudan yaşamak yerine çoğunlukla dolaylı olarak yaşamak olduğu söylenebilir. Her çift göze bir ya da birçok sayıda ekran sunulması bu yüzden; zaman sıralamasıyla radyo, tv, internet, sosyal medya aslında modern çağ haz ekonomisi krizinin aşılması için yaratılan araçlar. Doğrudan yaşamak yerine ilgilendiğimiz hazzı yaşayan insanları izlemeyi seçiyoruz çoğu kez ya da kısa, sindirimi kolay hap gibi rafine hazlarla vakit dolduruyoruz. Tiktok, reels videoları, sonsuza dek akan sosyal medya görüntüleri, porno, yemek tarifleri, alışveriş siteleri, sürekli paylaşılan fotoğraflar liste uzayıp gidiyor. Artık yaptığımız şey yaşamak değil izlemek; hem de hiçbir şeyin zorluğuna katlanmadan, ter dökmeden önümüze sunulan fastfood hazları tıkınıp duruyoruz.

Sentetik hazların yan etkilerine de katlanmak durumundayız. Bir türlü karnımızı doyurmayan ve sürekli açlık hissettiren bu hazların kesintisiz olarak tüketilmeleri ve yerlerine yenilerin konulması sistemin zorunluluğu. Saat başı sigara içmeli, telefon ekranından ayrılmamalı, sık sık düzenli olarak çok yemeli, şeker krizleri çikolata, tatlı, kola vb. şeylerle gidermeli, alkol bulamazsak depresyon haplarıyla günümüzü gün etmeli ve bütün bunları ve dahasını yaparken kendimizi suçlu hissetmeliyiz. Çünkü bireysel sandığımız sorumluluğu başkalarına yüklersek ve sorunu toplumsal bir hâle getirirsek çaresizliğimiz ve çözümsüzlüğümüz bizi kahredebilir. Şimdi biraz kendi durumum hakkında bilgi vereyim.

Evet, gün içerisinde telefona ayırdığım süre bir hayli fazla, artık okumaya daha az zaman ayırıyorum; fazla kilolardan mustarip olduğum, kahvesiz yapamadığım, akşamları televizyon karşısında nakavt olmuş bir boksör gibi yattığım, bilgisayar oyunlarında sürekli kazanırken kendimi kaybettiğim doğrudur. Ben de herkes gibiyim; ne eksik ne de fazla.

Photo by Alice Gu on Unsplash

Özetle hiç tatmadığımız ya da ancak emekle kazanabileceğimiz birçok hazzı kaybettiğimiz ortadadır; kaslarımız, sırt ağrılarımız, göz bozukluklarımız, kalıcı olarak eğilip bükülen vücutlarımız çoktan bu yenilgiyi ilan etmiş gibi.

Binlerce uyaranın içinde kobay bir fare gibi dolanırken “Ben artık ekranları izlemiyorum, ben artık yemiyorum, ben artık içmiyorum, ben artık tüketmiyorum,” deme lüksüne maalesef sahip değiliz. Yaşadığımız şey ahlak kurallarıyla istemimizi dizginlemeye çalışan haz ekonomisine benzese de durum bunun tam tersi. Her türlü açlığı körükleyerek yaratılan garip bir ahlaki düzen yaratılmış ve eskiden insanlığa dayatılan şey, şimdi gönüllük esasına dayanıyor ama ne uğruna?

--

--