Işıklar Ülkesi Kitap İncelemesi

Andres Barba’dan Çarpıcı Bir Kasaba Hikâyesi.

Pozan
Yazı Rehberi
5 min readMay 14, 2024

--

Bir süredir kitap incelemesi yazmıyordum. İncelemelerimin insanlara ulaşmasını istediğim kadar ulaşmadığını düşünüyordum ama öyle bir kitap okudum ki bu kitap hakkında konuşmadan duramam. O kitap tahmin ettiğiniz üzere, Andres Barba’nın yazmış bulunduğu Işıklar Ülkesi.

Alırken hiçbir fikrimin olmadığı, olumlu bir ön yargıyla yaklaştığım ve İspanyol edebiyatının bir parçası olduğu için açıklamasına bakmadan aldığım bir kitaptı Işıklar Ülkesi. İnternetteki yorumları da ortalamaydı, hâliyle kitabın da ortalama olacağını zannetmiştim.

Fikrimin değişmesi birkaç sayfa sürdü.

Bu Kitapta Bu Kadar İyi Olan Şey Ne?

Anlatım, demek isterim en başta. Kitabın sıradan bir anlatımı yok. Tabii bu anlatımın kalitesinden bahsetmeden önce, size kitabın konusundan da biraz bahsetmem gerekiyor.

Hikâyemiz San Cristobal isimli küçük bir şehirde geçiyor. Ana karakterimiz San Cristobal’in Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’nün başına atanmış biri ve karısıyla, kızıyla mutlu-sakin bir hayat yaşayarak geçinen bir insan. Kitabın başlangıcı böyle sakin ve huzurluyken bile anlatım sizi ele geçirmeyi başarıyor. En azından beni ele geçirmeyi başardı.

Kurgunun dönüm noktası, şehre otuz iki çocuğun musallat olmasıyla başlıyor. Nereden geldiği belli olmayan, şehirdekilerin dilini konuşmayan, şehirdekiler tarafından tanınmayan ve ebeveynleri bulunmayan otuz iki çocuğun şehirde gezmesiyle ise hikâyemiz alevleniyor. Kolektif bir bilinçle hareket eden bu otuz ikililer gündelik hayatı sekteye uğratmaya başladığında durumu kontrol altına almak ana karakterimiz ve şehrin diğer bürokratlarına kalıyor.

Fikri sevmemin asıl sebebi düşman görülen şeyin çocuk olması. Şehirde kalmadıkları için sokak çocuğu diyemedikleri ama ormanda büyümüş olmak için fazla medeni görülen çocuklar bir kırılım, toplumun hiçbir kalıbına uymayan, dünyanın işleyişinden bağımsız bir topluluk ve topluluğun varlığı şehir halkını hâliyle rahatsız ediyor. Gündelik hayatımızda, sokakta veya caddede yürürken başıboş sokak çocuklarını gördüğümüzde hissettiğimiz tedirginliği bize hatırlatıyor. Evet, her sokak çocuğu insanı germez ya da korkutmaz ama serseri gibi görünen, ön yargılarımıza hizmet eden çocuklar yeri geldiğinde bizi yetişkinlerden daha çok korkutabilir.

Korkutabilirler çünkü kitabın da değindiği üzere, onlara birer çocuk. Neyin doğru neyin yanlış olduğunun tam farkında değiller, başlarında onlara rehberlik edecek biri olmaları lazım ama olmadığında, herhangi yanlış bir şeyi doğru belleyebilirler. Onlara bir yetişkine karşı koyacağınız gibi karşı koyamazsınız. Annesiyle babasıyla evinize gelse şeker vereceğiniz çocuk size bıçakla saldırdığında aynı şekilde karşı koyamazsınız ama korkarsınız, çocukların masumiyetine inandırılmış bir insan olarak korkarsınız çünkü bilinmezlikten korkan bir tür olarak masumiyeti öğrenmemiş bir çocuğun sınırını bilemeyiz.

Arka kapaktan alıntı yapacak olursam, “Çocuk masumiyeti mitini paramparça ederken düzen, şiddet ve medeniyet gibi kavramları yeniden sorguluyor.”

https://linktr.ee/yazirehberi

Hikâye boyunca ana karakterimiz duygulardan duygulara, düşüncelerden düşüncelere sürükleniyor. Karakter gelişimi çok başarılı yansıtılmış. Başlangıçta duruma ılımlı yaklaşan, ortacı çözümler arayan ana karakterin hem içsel hem dışsal motivasyonlarla nereden nereye gelebileceğini başarıyla göstermiş Andres Barba.

Bu karakter gelişimini gösterirken kullandığı dil ise San Cristobal’i tasvir ederken değindiği noktalara sahip: Sıcak ve yalın. Cümleleri içten olması karakterin samimiyetini hissetmenizi sağlarken yalın olması da etkisini kuvvetlendiriyor.

Çocuklar için dünya, çoğu zaman sevgi dolu olsalar da kurallar koymaktan vazgeçmeyen yetişkin gözetmenlerle dolu bir müzedir. Her şey yekparedir, her şey onlardan önce, hatta ezelden beridir vardır. Karşılığında sevgi alabilmek için masum olduklarına dair miti yaşatmak zorundadırlar. Masum olmaları yetmez, bunu göstermeleri de gerekir.

Hikâyenin çocuklar üzerine olması bir yana karakterin içine düştüğü çıkmazı beğendim, orijinal buldum. Başka bir ülkeden elinde silahlı asker gelse silahını çekip karşı koyabilecekken bir grup aidiyetsiz çocuk geldiğinde kimse ne yapacağını bilemiyor. İnsan, onların çocuk olmasından ötürü yumuşayarak benimsemek istiyor ama onlar çocuk, masum olmayı öğrenmemiş çocuklar.

Tüm bu olanlar esnasında karısı Maia ve kızı üzerinden ilerleyen hikâye de kalbe dokunuyor. Karakter bize hikayesini bizzat anlattığı için iki cümle arasında yıllar geçmiş olabiliyor. Hikayenin yönünden sapıp karaktere yıllar sonra ne olduğunu anlatıp kaldığı yerden devam ediyor. Bu şekil tutarsız olması, bulunduğu yerden geçmişe dair yorum yapmaktan çekinmemesi ve olay anında düşündükleri yanında gelecekten gelen düşüncelerini sakınmaması anlatımı güçlendiriyor.

Çocukların sevgisinin nasıl olduğunu bilsek de iş nefretlerine gelince fikrimiz sınırlı hatta çoğu zaman hatalıdır: Çocuklarda nefretin korkuyla, ardından hayranlıkla ve belki de bu yüzden yeniden sevgiliyle ya da bir tür sevgiyle karıştığını, nefretin ise duyguları birleştiren kanallardan teşekkül ettiğini ve bir şeyin onları nefrete sürüklediğini düşünüyoruz.

Kitabın adı üzerine kitap boyunca düşündüm. San Cristobal’in sıcaklığından ya da samimiyetinden, gelişmekte olan bir yer olmasından ötürü böyle düşünüldüğünü, kitap adının hikayede geçen şehir için söylendiğini sanıyordum. Gerçek öyle değilmiş meğerse, çok daha düşünülmüş, etkileyici bir anlamı var hikaye adının.

Gerçek bir hikâye aktarılıyormuş gibi bir netlik var kitapta. Belki benzer bir olay üzerinden kurgulanmıştır, araştırmaya gerek duymadım, hikâye yeterince gerçek görünüyor. Günümüzde böyle bir olay olsa çok daha kolay ve sorunsuz çözülebilir ama kitap doksanlı yıllarda geçtiği için karakterlerimiz çocukları bulmakta ve anlamakta büyük zorluklar yaşıyor.

Bir zamanlar, Birinci Dünya Savaşı’nın ardında Hitler’in gerçek keşfinin sanıldığı gibi bir ulusun öfkesini ve hıncını çılgın bir projeye katabilmeleri için kanalize etmesi olmadığını, önemsiz hatta sıradan bir şey olduğunu okumuştum: Esas başarısı, sevgilileri olmayan erkeklerin, kitap okumak için evde kalamayan, özel hayatı yok edilen insanların sürekli kutlamalara, toplantılara ve geçit törenlerine hazır ve nazır bekledikleri bir toplum yaratmasıdır.

Sonuç:

Işıklar Ülkesi’ni ben kitap okumayı seven herkese tavsiye etmek istiyorum. İyi bir filmi çekilse sinemada birçok kişiyi ağlatabilecek bir hikâyeye sahip. İyi yazılmış, kuvvetli imgeleri bulunan samimi bir hikâye Işıklar Ülkesi. Çocukların masumiyetini irdeleyen, çocukların neden masum olduğunu sorgulayan ve toplumlar olarak kendimizi huzurlu hissetmek için kendimizle beraber başkalarına söylediğimiz yalanları yüzümüze çarpan bir hikâye.

Kitap hakkında pek bir şey anlatmak istemediğimden incelemeyi de uzun tutmak istemedim. Büyük oranla beğendiğimi, beğenmediğim noktaların bir noktadan büyük olmaması nedeniyle bahsetmeye değer bulmadığımı açıkça belirtmek isterim.

2017'de Herralde Roman Ödülü’nü kazanmış bir kitap kaliteli olur “Herralde” değil mi?

İşte, hikâyenin geçtiği San Cristobal ne kadar sıcaksa bu da bir o kadar soğuk bir espriydi.

Son kısma gelmişken kitabın çevirmenine ve bizimle bu kitabı buluşturan Notos Kitap ekibine teşekkür etmek isterim. Orijinal dilini bilmesem de çevirideki dil; okuru etkileyecek kadar şiirsel ve yalındı, dikkatimi çeken bir hata olmadı.

Aynı yayınevinden yazarın Küçük Eller isimli bir kitabı da yayınlanmış. En kısa sürede o kitabı da edinip düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Işıklar Ülkesi, 2024 dediğimde hatırlayacağım o kitapların arasına girdi. Çıkıntılı, yamuk köy yollarında sarsıla sarsıla giden bir otobüste olmama rağmen beni içine çekip kilitlenmemi sağlayan bir kitap olarak aklımda kaldı, kalacak da.

Küçük şehirlerde hayat metronom gibidir; kimi zaman o kadar düzenli ve öngörülebilirdir ki bu kaderden kaçınabileceğini düşünmek güneşin batıdan doğabileceğini düşünmekle birdir. Ancak bazen işte tam da bu olur: Güneş batıdan doğar.

Sonraki yazılarda görüşürüz.

Görüşeceğiz de…

Editör: Sıla Yazıcı

--

--

Pozan
Yazı Rehberi

Kafamın içinde altınlar var ama çıkmaları için italyan bir tesisatçının aparkat atması gerekiyor.