Kargaşa Ozanı -Altın Balta Masalı

ali_Yaccolu
Yazı Rehberi
Published in
8 min readAug 15, 2023

Altın balta ve gümüş balta masalını belki duymuşsunuzdur. Bu masalımız da o evrende geçiyor ama farklı bir işleyişle.

Parlak ve temiz suyun aktığı nehrin üzerinde uçan bir karga, saçlarına aklar düşmüş adamın baltasını nehre düşürmesini ve onu telaşla takip etmesini izliyordu.

Yüzünden anlaşılmasa da bu durumu izlemenin ona keyif verdiği kanat çırpışlarından bile belli oluyordu. Sonunda baltası bir değirmenin suyunun bulunduğu yere vardığında, yaşlı adam utana sıkıla değirmenin kapısını tıklattı.

Baltalı amcamızdan daha yaşlı ama daha dinç gözüken, pamuğu andıran beyaz sakalları göğsüne kadar uzanan birisi kapıyı açarak, yüzünde samimi bir gülümsemeyle ‘’Size nasıl yardımcı olabilirim?’’ diye sordu.

Baltalı amca durumu biraz telaşlı ama detaylı şekilde açıkladıktan sonra, değirmenci ‘’Bir bakayım.’’ diyerek ayrılmış ve bir kaç dakikanın ardından elinde altın bir baltayla ‘’Bu muydu sizin baltanız?’’ diye sormuştu.

Karganın gözleri fal taşı gibi açılırken başını iki yana sallayarak parlak şeyleri ele geçirme içgüdüsüne karşı koymaya çalışmıştı. Amca ise kargadan çok daha başarılı şekilde ‘’Hayır bu değil, benimkisi eski püskü normal bir balta.’’ diyerek bunu reddetmişti.

Değirmenci başını aşağı yukarı sallayarak ‘’Anlıyorum, öyleyse ben tekrar bakayım.’’ diyerek, altın baltayla birlikte ayrılmıştı ve bir kaç dakikanın ardından bu sefer de gümüş bir baltayla dönmüştü.

Değirmenci gülümseyerek ‘’Bu muydu sizin baltanız?’’ diye sormuştu. Amca ise tekrardan reddetmiş ve kendi baltasından bahsetmişti.

Değirmenci aldığı cevapla mutlu şekilde gülümserken elinden dışarıya doğru beyaz bir ışık çıkmıştı, ışık kaybolurken artık elinde üç farklı balta bulunuyordu.

Yaşlı amcaya üç baltayı da uzatırken ‘’Bunlar senin dürüstlüğünün ödülüdür.’’ diyerek ortadan kaybolmuştu. Baltalı amca ise şaşkınlık ve sevinçle evine geri dönmüştü ama tabii ki bu hikaye burada bitmiyordu.

Ağaçtan onları izleyen karganın yerinde oturan kısa boylu bir çocuk elindeki siyah lirle basit melodiler çalarken ‘’Bu masalda rolüm yavaşça oluşmaya başlıyor.’’ diye mırıldanmıştı.

Aradan geçen birkaç günün ardından bu sefer yine nehirde bir balta sürükleniyordu ama bu sefer onu kovalayan kişi son derece sakin gözüküyordu.

Baltası değirmenin suyuna doğru kaydığında ise yüzündeki gülümsemenin boyutu ölçülemezdi bile…

Değirmenin kapısını sert sert yumruklarken, değirmenci önceki günkü ifadesinin aynısıyla kapıyı açıp ‘’Size nasıl yardımcı olabilirim?’’ diye sormuştu.

Adam gülümseyerek ‘’Baltam değirmeninizin suyuna düştü de getirir misin?’’ demişti.

Değirmenci ise aldığı cevabı onaylayarak gitmiş ve birkaç dakikanın ardından elinde altın bir baltayla geri dönmüştü. Daha sorusunu sorma fırsatı bulamadan, adam baltanın üzerine atlamış ve sevinçle ‘’Evet, evet bu benim, benim baltam!’’ diye bağırmıştı.

Ormanda ki uzunca bir ağacın dalından onları izleyen lirli çocuk ise ‘’Aptal…’’ diye mırıldanmış ve son derece neşeli bir şekilde sırıtmıştı.

Değirmenci üzerine atlayan adamı itip, altın baltayı odasına bırakıp, eski demir baltasını ona doğru fırlatıp ‘’Yalancılara vereceğim bir şeyim yok.’’ diyerek ona bir daha açmamak üzere kapısını kapatmıştı.

Adam baltasını alıp düşen gözyaşları eşliğinde ormandan ayrılırken ona eşlik eden tek ses ormandaki papağanların ‘’Aptal!’’
‘’Aaaaptaaal!’’
‘’Aptil!’’
‘’Aptal!’’ gibi bağırma sesleri olmuştu. Bununla adamın üzüntüsü iyice onu yıkarken kederinden evine bile varamamıştı…

Değirmencinin ikinci misafirinin gelmesinin üzerinden geçen birkaç günün ardından kendisine bol gelen siyah giysiler giyen, elinde liriyle dolaşan ozanımız, değirmencinin kapısını tıklatmıştı.

Değirmenci her zamanki tavrıyla kapıyı açarken gördüğü kişiyi özel olarak merak etmişti. Ona baktığında, tek bir kişiden ziyade binlerce canlıya aynı anda bakıyormuş gibi hissediyordu ama insanların böyle bir özelliğe sahip olmayacağını bildiğinden bunu yanlış hissettiğine yorumlayarak ‘’Size nasıl yardımcı olabilirim?’’ diye sordu.

Ozanımız karanlık bir auranın eşlik ettiği korkutucu bir gülümsemeyle başını kaldırarak ‘’Gücünü özümsememe izin vererek!’’ diye yanıtladığında değirmenci hızlıca değirmenin kapısını kapattı ama bunun çok önemi yoktu.

Değirmenin kapısının altından bir karınca içeriye girmiş ve bir insan şeklini almıştı. Ozan gülümsemesini korurken bir yandan da değirmenin içini incelemişti.

‘’Altın ve gümüşün tanrısı, ikiyüzlüsün.’’

Değirmenci duvarında asılı olan altın ve gümüş iki kılıcı alıp ozana doğrulturken, ozan sadece gülümseyerek ona bakıyordu. İkisi arasındaki sessizliği kendisi için bir konuşma şansı olarak görüp ‘’Değirmenci, bana güçlerini ver ve ben de sana sevdiğin o insanlarla, sevdiğin bu dünyada yaşamanın kaderini yazayım.’’ demişti.

Değirmenci altın kılıcın ağırlığını görmezden gelerek, kılıcı ozanın yüzüne doğru kaldırarak ‘’Reddediyorum, buradan git hemen!’’ diye haykırdı.

Ozan arkasını dönüp ‘’Sonrasında pişman olma.’’ dedi ve yumruğunu gözün zar zor yetişebileceği bir hızla değirmenin kapısına vurarak, kapıyı menteşeleriyle birlikte parçalayarak onlarca metre uzağa fırlattı.

Kapı açıldıktan sonra yıldızlı gecenin manzarasına bakarak bir kartala dönüştü; sonrasında önündeki kıyafetlerini pençeleriyle, lirini de gagasıyla alarak oradan uzaklaştı.

Ardında ise bazı şeyler için endişeli bir masal tanrısı bırakmıştı.

Masal tanrısı olan değirmenciyle, ne olduğu belirsiz olan ozanının karşılaşmasının üzerinden geçen zaman içinde, günler yerini haftalara, haftalar ise aylara bırakmıştı ama aylar yerini yıllara bırakamamıştı.

Zengin bir krallığın başkentinde bulunan bir pazar yerinde, birçok insan toplanmış ve birkaç ay önce ansızın ortaya çıkmış ve her şiirinde onu dinleyenlere çeşitli hazinelere açılan bir yol göstermiş olan gezgin ozanın liriyle eşlik ettiği şiirini dinliyorlardı:

‘’Gördüm onu uzak diyarlarda,
Bilinen bu dünyada…
Kaptırdı baltasını nehrin akışına,
Kavuştu sonunda zenginlik tanrısına.

Gördüm başkasını aynı diyarda,
Bildiğim bu dünyada…
Bıraktı baltasını nehrin akışına,
Tanıştı maalesef zenginlik tanrısıyla!

Tanrı cömert davranırdı,
İki sorusu olurdu…
Altın mı, gümüş mü?
Dürüstse ikisi, yalansa hiçbiri!

Ona bir sözüm var,
Ondan bir hikayem var…
İstiyor ona özel bir adak,
Hediyeleşecektir elbet, en büyük kralla.’’

Ozanın şiiri biterken, lirini göğsüne dayayıp eğilirken ‘’Dinlediğiniz için teşekkürler.’’ diyerek önündeki kutusuna atılmış paraları alarak uzaklaşmaya başladı.

Aylar öncesinde yaptığı planı uygulamasının artık vakti gelmişti ve şimdi içinde bulunduğu bu masalı yıkacak olan ilk tohumu ekmişti. Bundan sonrasını o tohumun ne kadar batacağı, ne kadar sulanacağı, ne kadar güneş göreceği belirleyecekti.

Aradan günler geçerken ozan her gün şiirleriyle halka yeni hazineler bahşetmeye devam etti ve bununla kendisine duyulan güveni daha da arttırdı.

İnsanlar bazı zamanlar ona bu şiirindeki tanrının yerini sordu, bazen değirmeni, bazen baltayı alan kişinin yerini ve bazen de tanrının dilediği adağın ne olduğunu sordular ama aldıkları tek bir cevap vardı.

‘’Bu bilgiler sizler için değil.’’

Bu şekilde günler geçerken bir gün ozan, kralın huzuruna davet edildi. Anlaşılan şanı, onun beklediğinden çok daha hızlı şekilde yayılmıştı.

Ozanımız aldığı davet üzerine yüzünde her zamanki sırıtışıyla, yanında muhafızların kendisine eşlik etmesiyle birlikte bir saatlik yürüyüşünün ardından kralın huzuruna gelmişti.

Odadaki herkes ozanın da kendileri gibi kralın karşısında diz çöküp selam vermesini beklemişlerdi ama aldıkları selam sadece ufak bir eğilmeyle gelmişti.

Kapıdaki muhafızlardan biri kılıcını çekip ‘’Basit bir ozan ne cüretle kralımızın huzurunda bu kadar laubali davranabilir!?’’ diye bağırdı ve kılıcını savurmak için ilerledi ama kılıç asla ozana ulaşamadı…

Ozan kılıcı parmaklarının arasında tutarken ‘’Saygısızlığım için üzgünüm, dizlerimde yaralar var, yüce kralımızın bana hoşgörü göstereceğini düşünmüştüm bu yüzden eğilemedim…’’ dediğinde artık odada bulunan kimse eğilmediği için ozanı suçlayamazdı ama yine de bu yaşanan kaos için bir hedefe ihtiyaç vardı.

Ozan gülümsemesini korurken, kralın huzurunda bulunan bu odadaki tüm yetkililere aradıkları o hedefi verdi: ‘’Peki bu arkadaşın ne problemi var da siz emir vermeden canımı almak için hareketleniyor?’’

Bununla muhafızın kılıcı elinden düşerken, kral ilk defa konuştu ‘’Şu utanmazı alın gözümün önünden!’’ emriyle birlikte odadaki diğer muhafızlar onu odadan almıştı.

Odada tekrar sessizlik oluşurken ozanımız ‘’Majesteleri beni buraya her gün söylediğim şiir için çağırdığınızı tahmin ediyorum.’’ dedi kimsenin ona konuşması için izin vermesini beklemeden.

Kral başını sallayarak ‘’Haklısın, okuduğun şiirden anladığım kadarıyla dünyamızın tanrısıyla tanışmışsın…’’ biraz duraksayıp demesi gerekenleri düşündükten sonra ‘’…bana şiirindeki tanrıdan bahset.’’ diyerek cümlesini tamamladı.

Ozan lirini çalmak üzere hareketlendiği esnada, kral ‘’Basit ve düz bir dille, hızlıca anlatmanı tercih ederim.’’ dedi.

Bunun üzerine ellerini serbestçe iki yanına bırakırken ‘’Ben bir ozanım majesteleri, tüm dünyadan hikayeler edinmektir amacım ama bir gün bu amaç değişti. O parlak ışığı, kutsallığın verdiği sıcaklığı hissettim… Orada yaşamak istedim, orada yolculuğumu sonlandırmak istedim ama bunu yapamazdım, ben bir ölümlüydüm ve bahşedilen hediyemde ölümsüzlük barınmıyordu-’’ ozan cümlelerine devam edeceği esnada kral onu durdurdu.

‘’Ne demek istiyorsun?’’

Ozanın gülümsemesi daha da belirginleşirken ‘’Bana bir lir ve bir görev verildi, aramam istendi en erdemli kralı; sonunda bulmuştum yerini ama ona ulaşmalıydım, görevimi tamamlamak uğruna dağıttım hazinelerimi, kaldı elimde tanrının liri ve bu eski cüppe…’’ tüm salonda bir ölüm sessizliği oluşmuştu. Bu sessizlik üzerine ozan cümlelerini tamamlamak amacıyla son kez açtı ağzını ‘’Doğuda bir köy, altın baltalı köylü bilir tanrının evini, kral dökmeli nehre erdemsiz kralların kalbini, geri kalanını onun dürüstlüğü ve tanrısının cömertliği belirleyecektir.’’ dedi ve kendisini kaplayan bir dumanın eşliğinde, ardında siyah cüppesini bırakarak altın rengi tüylere sahip bir kartala dönüşerek oradan uzaklaştı.

İçlerinde şüphe kalan insanlar bile gördükleri o son mucizeyle birlikte artık tamamen emin olmuşlardı.

Bugün belki de altın ve gümüşün dünyasındaki en büyük savaşların başlamasının sebebi olmuştu.

Yerini yıllara bırakamayan aylar, sonunda bunu yapmayı başarmıştı. Savaşlar birbirini kovalamış, milyonlarca insan bir şiirin yarattığı etkiyle birlikte bu dünyada telef olmuşlardı.

15 yıllık bir savaş döneminin ardından erdemli kral sonunda o gün ozanın ona söylediğini yapmıştı. O köyü ve tanrısının yaşadığı değirmene giden nehri bulmuştu ama saflığı hala üzerindeydi.

Bu saflıkla sadece öldürdüğü kralların değil, onların soylarından olanlarında kalplerini topladığı çuvalları nehrin suyuna dökmüştü.

Önceden gökyüzü gibi temiz olan nehrin rengi kırmızıya dönerken, çevredeki çimenlerin solduğu, çiçeklerin çürüdüğü, ağaçların kuruduğu ve bu ufak cennette yaşayan hayvanların sessizce öldükleri gökyüzünde bir karga tarafından gözlenebiliyordu.

Sonunda kral, değirmenin kapısını tıklattığında, kapıyı açan kişi onun boğazına sarılıp ağlamaklı bir ses tonuyla ‘’Neden, neden dünyama bunu yaptın!?’’ diye yalvarmaklı bir şekilde sordu.

Kral karşısındaki kişinin evinin içindeki altın ve gümüş eşyaları gördüğünde, onun aradığı kişi, aradığı tanrı olduğuna emin olmuştu ama anlamadığı bir şey vardı.

‘’Bunu yapmamı siz istememiş miydiniz efendim?’’ diye sormuştu, değirmenci aldığı cevapla dizlerinin üzerine yıkılırken değirmenin çatısından bir lirin sesi duyulmaya başlamıştı.

Perişan haldeki değirmenci, dışarıya çıkmak amacıyla kralı refleks olarak itip, değirmenin suyuna düşürürken çatısındaki kişiye bakıp ‘’Neden, neden, neden…’’ sormak istediği çok şey vardı ama ağzından sadece bu kelime çıkabiliyordu.

Son 15 yılda dünyasındaki insanların yarısından çoğunu, sevdiği onlarca insanını, dünyasındaki dürüstlük ve erdemden aldığı gücünün çoğunu yitirmişti.

Eskiden ütopyalar arasına girmeye yakın olan masalının dünyası artık ikiyüzlülük ve açgözlülüğün esiri haline gelmiş bir distopyadan fazlası değildi.

Ozan uzandığı çatıdan güneşin batmasıyla kızıla dönen gökyüzünü izlerken ‘’Söylemiştim değil mi?’’ dedi.

Değirmenci başını ona doğru çevirirken hala şoku atlatamadığını belli eden, titremekte olan sesiyle ‘’Neyden bahsediyorsun?’’ diye sormuştu.

‘’Sana sonrasında pişman olmamanı söylemiştim.’’

Değirmenci tanrının bakışlarındaki çaresizlik, yerini bu cümle üzerine öfkeye bırakırken, elini sallamasıyla kanlı nehirden yüzlerce altın ve gümüş kılıç ozana doğru fırlamıştı.

Ozan kendisine doğru uçuşa geçen kılıçlara karşı, ağzını açıp bir çığlık atarken yakınlardaki köylerde bulunan insanların kulaklarında kalıcı yaralanmalar oluşmuştu, değirmenci tanrı ise sesin yarattığı şokla birkaç metre geriye savrulmuştu.

İlk tanıştıkları zamanki gücüne sahip olsaydı belki karşısındaki ozanı yenebilirdi… Ama o gücünün kaynağı olan dürüst ve erdemli dünyasını kaybetmişti, zayıfladığı her halinden belliydi.

Ozan ayağa kalkıp, boğazını temizlemek amacıyla öksürerek ‘’Üzgünüm refleks olarak birkaç türün gücünü birleştirmiş bulundum.’’ dedikten sonra eliyle kanlı nehri işaret ederek ‘’Ama artık anlıyorum, altın ve gümüşün gücü sana ait değildi; sen sadece onu kullanan bir temsilciydin ama yetkilerin de bu yozlaşan dünyayla kayboldu anlaşılan…’’

Değirmenci içinde bulunduğu durumla yere yıkılırken, kalan son umutları da yıkılmıştı, o koruması gereken bu dünyayı korumayı başaramamıştı.

Görevini yerine getirememesini fark etmesiyle tüm gücünü yitirirken, değirmeni yıkılmaya, nehri kurumaya, altın ve gümüşleri çürümeye, kendisi de toz olmaya başlamıştı.

Ozan gülümseyerek liriyle basit bir melodi çalarak bulunduğu bu dünya için son bir şiir söyledi:

‘’Ey parlak madenlerin tanrısı,
Ey dürüstlük ve erdemin tanrısı…

Gerçek saflık, enayilikti…
Gerçek dürüstlükse, aptallık…
Gerçek erdemse, ikiyüzlülüktü!

Mavi gökyüzün karardı,
Yeşil toprakların kurudu,
Nehrin ise kurudu!

Elveda diyorum dünyana…
Dürüstlüğünle oldukça eğlendim.’’

Bu mısraları sonlandırdığı anda, ortada artık ne Altın ve Gümüşün Tanrısı olan değirmenci ne de bir dünyayı kargaşaya sürükleyen Kargaşa Ozanı bulunuyordu. Geride sadece ucu bucağı gözükmeyen bir çöl vardı.

Bu çölün nereye kadar uzandığı ise tek bir kişinin bildiği bir sırdı…

Belki bir gün bir şiirde belki bir ozanın sözlerinde bu çölün içindeki hikayeleri öğrenebilirsiniz.

Editör: Rüya Yaşar

--

--