My Liberation Notes İnceleme: Bir Tutam Huzur

Bakış açımı değiştiren dizi.

Ceyda
Yazı Rehberi
7 min readMay 18, 2023

--

Bu diziye karşı olan hislerimi tarif edecek bir kelime arıyorum birkaç dakikadır. Ne çok sıcak ne çok soğuk, ne rüzgarlı ne de durgun bir havada sahile dalgalarını sakince vuran denizi izlemek gibi bir his bu diziyi izlemek. Kalbimde çok özel bir yeri var. Herkesin sevmeyeceğini bilsem de herkese önermek istiyorum. Mümkün olduğu kadar spoiler kullanmadan bir inceleme yapmaya çalışacağım. Korkmadan okuyabilirsiniz.

Şuraya da tatlı mı tatlı bir ost bırakıyorum;

Kırsal kesimde yaşayan üç kardeşin her gün iki saat yolculuk yaparak başlayan yorucu hayatlarını, iş yerlerinde çekemedikleri insanlara katlanarak daha da yorulmalarını ve hafta sonu tatillerinde tarlada çalışarak yorulmaya devam etmelerini izliyoruz. Bu dizi ne hakkında diye düşünüp durdum. Güzel bir özet yazayım ki, insanlar beğensin ama dönüp notlarıma baktığımda ne yazsam eksik kalacak gibi hissediyorum çünkü bu dizi çok hayattan.

Dizideki her karakter öyle özel bir şekilde hazırlanmış ki, başkaları tarafından sürekli yadırganıyorlar. Kocası idam edildiğinde kesik kafasını yakalayan kadının hikayesine en asil aşk hikayesi diyen bir abla, ne kendine ne babasına güvenemediği için ortalıkta büyüyememiş bir çocuk gibi dolaşan bir abi, ablası ve abisinin gürültüsü arasında ezilip kalan ve duygularını çok derinden yaşadığı için kendini ifade ettiğinde garipsenen en küçük kardeş.

Kocası idam edildiğinde düşen kafasını koşarak eteğiyle yakalayan kadın üzerinden üç tip kadın ve sevgi tipi çiziliyor bir sahnede. Bir bayılan kadın, iki kaçan kadın, üç yakalayan kadın. Bu iki kız kardeş yakalayan kadın olduklarına karar veriyor. Mayo rengini, oje rengini, çantanın markasını, bebek arabası fiyatlarını tartışan kadınların yanında böyle konuları sofraya getiren bu kardeşler nasıl garipsenmesinler ki?

Diziyi ilk izlediğimde ilk üç bölümünü çok gereksiz bulmuştum. E hadi artık bir şey olsun, sürekli yemek yemelerini, bulaşık yıkamalarını, işe gitmelerini ve tarlada çalışmalarını izliyoruz diye düşünüp sıkılmıştım. İkinciye izleyişimde fark ediyorum ki, ilk üç bölümde bize herhangi birisini sevmeye karar vermeyi anlatıyor. Baş karakterimizin neden bu kadar salakça bir seçim yaptığını o kadar sağlam bir temelle sunuyor ki, acı çekip ağladığında bile ona kızamıyorsunuz. Çünkü üç bölümde onların yaptığı her işi yapıp yoruluyoruz ve bir heyecan aramaya başlıyoruz. İşte o heyecan ikinci bölümün son cümlesinde geliyor.

“Beni taparcasına sev, aşk yeterli değil.”

En küçük kardeş sessiz sakin olarak bilinen birisi. Her şeye hızlı tepki veremeyen, hakkını aramaktan çekinen ve çoğu şeyi sessizlik içinde kendi başına çözmeye çalışan birisi. İlk üç bölüm boyunca nefes alamadığını o kadar net hissediyorsunuz ki, onunla beraber yoruluyorsunuz.

Bu ailenin tarlasında çalışan bir adam var, adı sanı yok. Bay Gu diye tanıtıyor kendini. Mi Jeong, bir akşam bu alkolik adama gidip dünyanın en saçma şeyini yapıyor. “Sana bir iş vermemi ister misin? Ne zamana kadar böyle içip duracaksın? Beni taparcasına sev. Daha önce hiç iyi hissetmedim, bana iyi hissettir.” diyor. Adam da gülüyor haliyle. Çattık bir deliye diyor. “Sence ben insanlarla uğraşmak istediğim için mi buradayım? Adımı sanımı kimseye söylemiyorum. Sence neden? Daha önce sen birisine iyi hissettirdin mi ki?”

İşte bu cümle Mi Jeong için dönüm noktası oluyor. Daha önce o hiç birisine iyi hissettirdi mi ki?

Hem birisi taparcasına nasıl sevilir ki?

Birisini ne olursa olsun desteklemek, çok çalıştın, iyi iş çıkardın, çok yoruldun, biraz soluklan demek, güvenmek, adım adım zar zor ayakta kalmaya çalışırken beraber olmak, küçük ama güzel olan şeyleri toplamak birisini taparcasına sevmenin içine dahil. Mi Jeong’da bunu istiyor ama istemeden önce bunu yapması gerektiğini fark edince Bay Gu’ya “Adını, geçmişini, ne iş yaptığını, neden bu kadar içtiğini, içkiyi bırakmanı söylemeyeceğim. Seni taparcasına sevmeme ihtiyacın varsa söyle.” diyor. Adım adım zar zor ayakta kalmaya çalışırken dayanağın olacağım demek istiyor.

Üç kardeşten ortancası olan erkek kardeş ne ailesinden ne de sevdiğinden destek bulamadığı için tahammülsüz birisine dönüşüyor. Bir seferinde ona dönüp iyi iş çıkardın denilseydi ya da elinden tutulsaydı yine kendi kaderine karşı bu kadar karamsar olur muydu, merak ediyorum. Mi Jeong’un ailesinden sakladığı sır ortaya çıkınca da çok çarpıcı bir cümle kullanıyor abi “Ailemize ne zaman güvendik ki?” Bu üç kardeş ailesine gerçekten güvenseydi ne olurdu?

Ablanın erkek arkadaşına neden onu seviyorsun diye sorulduğunda ise şu cevabı veriyor “Soluklanmama izin veriyor.” Aklımda bu replikten sonra şu belirdi; aşk ya da sevgi bir maraton değil, hiçbir yere de yetişmeye çalışmıyoruz neden sevdiklerimizi gerelim ki? Zaten hepimiz çok yorgunuz.

Bu güzel dizide herkesin farklı bir sevme yöntemi olduğu, kimisinin sevdiğinin yanında heyecanlandığını kimisinin de aksine huzuru bulmuşçasına sakinleştiğini ama en önemlisinin kendini sevmek olduğunu anlatıyor.

“Kendim hakkında sevecek bir şey bulmak için benzer ilişkilere dalıp aynı ilişkilerden çirkin olduğumdan emin olarak çıkıyorum.”

Mi Jeong, değişmek için aradığı gücü başkası onu sevdiğinde buluyor. “Beni o kadar çok sev ki bana haksızlık yapanların karşısında rahatça konuşabilecek kadar kendime güveneyim.”

Sevginin yanında bu dizide nefret de anlatılıyor. Kimden neden nefret ederiz, nefret ettiğimiz insanlar hayatımızda ve aklımızda ne kadar yer kaplar, bize ve duygularımıza ne yapar?

Bir insanı kendi istediğimiz için severiz ya da nefret ederiz. Kısa saçı sevmediğimiz insanda görünce nefret ettiğimizi söyler, sevdiğimiz insanda görünce de iltifata boğarız. Halbuki mesele hiçbir zaman saç olmamıştır. Kendimizi birinin ne kadar berbat olduğunu kanıtlamaya adadığımız için de daima yorgun oluruz. Sabah dişlerimizi fırçalarken aklımıza gelen isimler ve yüzler ruhumuzu sömürür, güne küfür ederek başlarız. Başımıza gelen en alakasız uğursuzluk için de aklımızdaki o isime küfür eder ve kendimizi aslında ne kadar yorduğumuzu bilmeden rahatlattığımızı zannederiz.

Çözüm her sabah uyandığımızda o isimleri gülerek karşılamaktadır belki.

Dizinin adı “Özgürlük Notlarım” iken özgürlükten bahsetmemek ayıp olurdu zaten. Özgürlüğün ne olduğu, bir insanın nasıl özgür olduğu, neyden özgür kaldığı ve bu özgürlük hissinin ne kadar sürdüğü gibi bir çok soruya cevap aramış karakterler.

Kalabalık içinde sürüklenirken geri kalmanın getirdiği sıkışık hissiyattan özgür kalmak, kendi ritmini bulduğunda özgür kalmak, nefret etmekten özgür kalmak, en çok istediğin şey olunca özgür kalmak, rol yapmaktan özgür kalmak gibi. Hiçbirisinden özgür kalamıyor olsak da sorunun ne olduğunu çözmek de özgürlüktür.

Hayatımızda karşımıza aşmamız gereken dağlar ortaya çıkar ve biz bu dağları ancak yeterli cesareti bulduğumuzda aşabiliriz. Bu cesaret içten gelir ve karar verildiğinde en zorlu dağlar bile aşılabilir. Sadece aşılabiliyor olmasının kolay olacağı anlamına gelmediğini kabul etmek gerekir. Özgürlük bazen de gerçeği olduğu gibi kabul etmektir.

Tüm bu yorgunluğun, acının, tahammülsüzlüğün, nefretin ve katlanamamanın yanında çok güzel bir tavsiye veriliyor dizide. “Bir çocuğa geçmesi için kapıyı tuttuğumda teşekkür ederse yedi saniye mutlu oluyorum. Böyle anları topluyorum ve günde beş dakikayı doldurmaya çalışıyorum.”

Berbat günlerimizde o yedi saniye nefes almamıza yeterli olur mu bilmem ama bakış açımızı bu tarafa çevirdiğimizde ister istemez gülümserken buluyoruz kendimizi. Buna eminim. Günlük beş dakikayı toplamak ne kadar zor olabilir? Bakış açımı değiştirirsem esen rüzgarla gelen çiçek kokusuyla bile birkaç saniyeliğine mutlu olabilirim.

Bahsetmek istediğim bir diğer şey ise baba figürü. Bu ailedeki baba o kadar silik bir karakter ki finale doğru aslında bu üç kardeşin yaşadığı sıkıntıların yarısından fazlasının baba yüzünden olduğunu fark ettim. Kendi halinde yaşayan ve kimseye dokunmayan bu babanın kendi çocuklarıyla iletişimsizliği bu ailenin sürüklenerek yaşamasına neden oluyor. Anne ne kadar çabalarsa çabalasın ortalığı toplayan bir baba olmadığında çocuklar bir oraya bir buraya savrularak kendini bile sevmeyi becerememiş birileri haline geliyor. Geri dönülemez şeyler yaşandığında baba aslında onun çocuklarına değil, çocuklarının ona baktığını ve hizada tuttuğunu fark ediyor ne yazık ki iş işten geçiyor. Dizide defalarca söylendiği gibi kapı “Hayat böyledir.” e çıkıyor.

Bu diziden çıkardıklarım adlı bir liste yapıyor olsam şuna benzer bir şey olurdu muhtemelen;

Kader insanın hayata bakış açısıdır.

Planın olmadan yaşamak vakit kaybıdır.

Kendi ritmini bulmak özgürlüktür.

Kendine karşı dürüst ol.

Hislerini olduğu gibi söyle.

Dağları aşmak zordur ve zaman ister.

Desteklenmek istiyorsan önce sen destekle.

Nasıl devam edeceğini bilmesen de kendini toparlarsan katlanılabilir şeyler bulursun.

Her gün mutlu anlardan 5 dakika topla.

Kötülerin kötü olduğunu kanıtlamaya çalışarak kendini yorma.

Dizinin ilk on iki bölümünün huzuru ve sakinliği, son dört bölümün duygu yoğunluğu alıp götürdü beni. Anlatmak isteyip anlatamadığım daha birçok fikri ele alan bu dizide ben sevgiye, nefrete ve özgürlüğe değindim ama siz içinde varoluşu, sorgulamayı ve beklentileri de bulacaksınız.

Slice of life sevmeyenlerin tercih etmeyeceği bir dizi olsa da karakter analizi yapmayı ve psikoloji gözlemlemeyi sevenler için tam tadında bir dizi. Aşk ve Gurur’un anlatıla anlatıla bitirilemeyen el jestine on basan birçok jesti olan Bay Gu’yu ve hayatlarına dokunduğu bu aileyi izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Dizide kim kimi iyileştirdi orası tartışılır ama insanı insan hasta yaparken yine iyileştiren de insan oluyor.

İyileşmemiz dileğiyle kendinize cici bakın!

Editör: Berfin Yeşilyurt

--

--