Film İncelemesi: Hugo

Scorsese’den Sinemaya Adanılan Bir Aşk Mektubu: Hugo

Sinema Bizlere Neler Hissettirebilir?

Tuanna
Yazı Rehberi

--

"Hayatımın hikayesinin bir kitap gibi olacağını hayal ederdim. Ama şimdi görüyorum ki bir film gibi. Bitmeyen bir film."

Peki, bir film sadece bir sinema filmi olmakla kalmayıp aynı zamanda sinemaya adanılan bir film olsaydı?

Bu yazıda Hugo’nun anlattıklarının ışığında sinema ve sinemanın bize hissettirebilecekleri hakkında konuşup birkaç film alıntısına değineceğiz. Belirtmeliyim ki bu yazı, sadece Hugo filminin incelemesi olmayacak. Bunun yerine sizi kendi sinema dünyanızda bir yolculuğa çıkarmayı planlıyorum.

Hazır mısınız?

Hugo, 2011 yılında gösterime giren ve yönetmenliğini Martin Scorsese’nin üstlendiği çocuk ve macera türündeki film. Belki önceki cümleyi tekrar okumuş olabilirsiniz, aynı benim Hugo’nun yönetmeninin Scorsese olduğunu öğrendiğimde doğru filme bakıp bakmadığımı kontrol etmem gibi. Çünkü eğer birkaç tane bile Scorsese filmi izlediyseniz onun tarzının çocuk türüne hiç de yakın olmadığını çok iyi bilirsiniz!

Ama ne söyleyebiliriz ki? Martin Scorsese kendi tarzına bu kadar çok uzak bir türde bile muhteşem bir iş çıkarıyor.

‘’Rüyalarınızın nereden geldiğini merak ediyorsanız, etrafınıza bakın… işte burada yapılıyorlar.’’

Filmin konusundan kısaca bahsedelim!

Paris’te bir tren istasyonunda gizlice yaşayan ve ailesini kaybetmiş olan Hugo’nun başından geçenleri anlatarak seyircileri selamlayan film, Hugo’nun babasından kalan otomatı tamir etmek için oyuncakçı bir adamla tanışmasıyla ilerler. Oyuncakçı Georges Melies, Hugo’yu torunu Isabelle ile tanıştırır. Bu tanışma Georges Melies ve karısı hakkındaki unutulmuş bir sırra ışık tutacaktır.

Konusunun iyi işlenişinin yanı sıra harika bir oyuncu kadrosuna ve sinematografiye sahip bir film Hugo! Kadrosunda Ben Kingsley, Helen McCory, Asa Butterfield, Chloë Grace Moretz gibi isimleri barındırıyor.

Hugo, sinemaseverlerin soyut düşüncelerinin somutlaştırılıp bir sinema filmine sıkıştırılmış hali gibi. Sıkıştırılmış diyorum çünkü hiçbir film her sinemaseverin düşüncesini aynı anda barındıramaz ve bu düşünceleri zihinlerdeki berraklığıyla ya da aksine karmaşıklığıyla tamamen aynı şekilde sinema perdesine aktaramaz.

Ayrıca belirtmem gerekir ki her ne kadar filmi içselleştirmiş olup çoğu sinemaseverin içselleştireceğini düşünsem de Hugo, bana göre tamamen kusursuz bir film değil.

Zaman zaman ağır bir tempo eşliğinde izlediğimiz filmde bazı karakterlerin hikayelerini daha detaylıca görseydik daha iyi olurdu diye düşündüm. Bana göre bazı karakterlerin hikayesinin gereksiz uzunluğu filmin çıkabileceği potansiyeli düşürüyor.

Aslında bu yazıda bahsetmek istediğim şey de tam olarak bu, bazen bir filmin teknik açıdan değerlendirilmesinden çok bizde yarattığı hislere odaklanmamız gerektiği. Bu konuya yazının devamında da değineceğim.

"Amacımın ne olduğunu merak ediyorum. Henüz doğmamış biri için, burada uzun zamandır bulunuyormuş gibi hissediyorum."

Yine de şunu söyleyebilirim ki Hugo’yu izlerken sadece bir film izlemekle kalmıyor, sinemayı kendi algıladığımız şekilde zihinlerimizde tekrar yaşıyoruz.

Peki, bunu nasıl yapıyoruz?

Elbette, film boyunca sinema tarihi ve sinemanın evrenselliği anlatılırken kendi sinema dünyalarımızı hatırlayarak! Hepimizin zihninde sinemanın oluşturduğu bir dünya var ne de olsa. Bazılarımız için küçük ve sadece zaman öldürmelik olan bu dünya, bazılarımız içinse oldukça derin. Bazen kendimizden dahi kaçmak için uğradığımız bu dünyaya bazense saf gerçeklikle buluşmak için geliriz. İşte Hugo, bizleri bu dünyanın yaratılışına götürüyor.

Filmdeki Paris atmosferinin sinematografisi eşliğinde favori filmlerimizden etkilendiğimiz sahneler aklımızda belirirken sinema tarihinde bir yolculuğa çıkarıyor Scorsese bizleri. En sevdiğimiz oyuncuları ve onların unutulmaz performanslarını düşünüyoruz. Tarihteki ilk filmlerin çekimleri gösterilirken sinema dünyasının kendi dünyamızı nasıl etkilediğini sorguluyoruz.

Bana göre filmin en iyi başardığı şey ve asıl amacı da bu. Her bir seyirciyi kendi sinema dünyasıyla tekrar buluşturmak.

Çünkü hepimizin sinema denildiğinde aklımızda beliren şeyler farklı. Her birimizin favori filmleri ve bu filmlerdeki bizi en çok etkileyen sahneler bambaşka. Ki aynı sahneler olsa dahi her birimizin dünyasında farklı bir şeyi ifade ediyorlar. Sonuçta sadece aynı filmleri izliyoruz, aynı hayatları yaşamıyoruz. Belki de sinemayı bu kadar kişisel ve özel kılan da budur, tıpkı diğer tüm sanat dalları gibi.

"Her şeyin bir amacı vardır, makinelerin bile. Saatler zamanı söyler, trenler sizi bir yerlere götürür. Ne yapmaları gerekiyorsa onu yaparlar. Belki de bu yüzden bozuk makineler beni çok üzüyor. Yapmaları gerekenleri yapamıyorlar. Belki insanlarla da aynıdır. Amacınızı kaybederseniz, bozulmuş gibi olursunuz."

Ayrıca kendi hayat çizginizde bile filmlerin sizin için anlamlarının değiştirebileceğinizin biliyor musunuz? İşte bu anlam farklılığını yaratabilecek iki durum: filmi ne zaman ve hayatınızda neler yaşarken izlediğiniz.

Gerçekten de bu durumlar sizin filme olan algınızı tamamen değiştirebiliyor.

Sinemaya ilk başlangıcınız olan o filmi düşünün, sizin için çok değerli olan o biricik filmi. Peki, o filmi bugünlerde izleseydiniz sizin için gerçekten o kadar değerli olur muydu? Yoksa o filme sadece iyi mi derdiniz?

Eğer bir filmi gerçekten doğru zamanda izlediysek o filmi gerçekten çok iyi anlıyor, yaşıyor ve en önemlisi de hissediyoruz.

Bazense bir filmi ilk izlediğimizde sevmezken ikinci izleyişimizde sevebiliyoruz. Peki aradaki fark ne? Yönetmen filme yeni bir sahne eklemedi ya da senarist senaryodaki bir repliği değiştirmedi. Biz değiştik. O zaman aralığında bir şeyler yaşadık, bir şeyleri kaybedip bazılarını tekrar kazandık. Belki eksildik belki de çoğaldık ama sonunda o filmle ortak bir noktada buluştuk.

“Bir filmi anlamaktan önce hissetmek isterim.” — Robert Bresson

İşte tam da bu yüzden çocukluğumuzda ya da sinemaya daha yeni başladığımızda izlediğimiz o filmi tekrar izlemekten ve ilk izlediğimizdeki hisleri tekrar hissedemeyeceğimizden korkarız. Ki hissedemezsek bile bu bir sorun değil. Az önce de bahsettiğim gibi bazen filmi önemli yapan şey sadece film değil, onu ne zaman ve neler yaşarken izlediğinizdir. Herhangi bir filme değer katanlardan biri de biz, seyircileriz. Yıllar önce izlediğiniz o filmden hatrınızda kalan silik bir sahne ya da replik sizi değiştirdi. Filmlerin amacı da bu olmalıdır zaten, bir hayata dokunmak.

Kısaca anlatmaya çalıştığım şey şu, bir film hakkında hissettikleriniz çoğu zaman sadece filmin çekiliş amacıyla ilgili değil, siz ve yaşadıklarınızla, kendi hayatınızla ilgilidir. Bir film ya da tükettiğiniz başka bir sanat eseri sizi, sizlere yansıtır.

Ayrıca gerçek hayatlar ve de anılar, türü fantastik bile olsa bir film için en büyük ilham kaynağıdır. Mesela eğer sinemayla yeterince kafayı bozmuşsanız normal hayat akışındaki bir anda, aniden herhangi bir filmden bir sahne belirebilir aklınızda.

Bir akşamüstü arkadaşlarımla sahilde yürürken iskeleyi gördüğümde aklımda yıllar önce izlediğim Requiem for a Dream filmindeki iskelede geçen bir sahne belirmişti.

Requiem for a Dream

Sadece birkaç saniyeliğine bile bu filmden bir sahneyi hatırlamak, filmin kendisini seyrederken yaşadığım hisleri tekrar hatırlamam için yeterliydi.

Düşündüğümüzde tüm filmler hayattan alıntı, birkaç saniyelik anlardan doğar. Hayat o kadar uzun bir filmdir ki 2 saatlik bir film çekmeye sadece birkaç saniyelik, kısa bir an bile yeter. Bazı filmlerden etkilenmeniz için çok iyi bir kurguya ya da iyi bir oyuncu kadrosuna gerek olmamasının nedeni de bu.

https://linktr.ee/yazirehberi

Hayatınızdan birkaç saniyelik anıyı anımsatan bir sahneyi dahi filmde gördüğünüzde ve o anları tekrar yaşadığınızda o film, sizler için bir aynaya dönüşür. Dışarıya hatta kendinize dahi yansıtmaktan korktuğunuz bir duyguyu filmde yaşayarak o duygudan kurtulabilir ya da aksine o duyguyla daha çok buluşabilirsiniz.

İşte bu yüzden gerçekten sevdiğimiz filmlerle benliğimizi buluşturabilir, ortak anılar yaratabiliriz. Çünkü filmdeki birinin hayatında kendimizden bir parça görürüz, aynı bir yansıma gibi. Kendimizi anlayamadığımızda veya sanatla buluşmak istediğimizde yakın dostumuz, sinemayla buluşuruz.

Bu buluşma nedenleri günden güne, bizlerin değişmesiyle beraber değişir.

Biz sinemaseverler bazen,

Asla verilemeyecek bir kararla baş başa kaldığımızda bir çıkış yolu ararken aklımızda beliren ama yaşanmayan ihtimallerde kayboluruz.

Mr. Nobody

“Önümde çok fazla hayat var ama sadece bir ömür.”

Kendi zihinlerimizde kopan fırtınaları dindirmek ve o fırtınaların nedenini daha iyi anlamayı dileriz.

When Marnie Was There

“Hayatı sev. Her anı, her nefesi sev. Çünkü zaman sadece bir an.”

Bazense o fırtınaları dindirmek yerine en sert şekilde kopmalarına şahit olmayı isteriz.

Requiem for a Dream

“Ne yaparsan yap, her zaman bir kayıp var, Harry. Her zaman bir kayıp.”

O kadar karanlıkta kalırız ki karanlıktan kurtulmak için aydınlığa değil, bizden daha karanlıkta olan birisiyle tanışmaya ihtiyacımız vardır.

Donnie Darko

“Dünya sona erdiğinde umarım içim rahatlar, çünkü önümüzde çok şey olacak.”

Nadiren de olsa bir filmdeki talihsiz bir hikayenin gerçek hayatta yaşanılışına şahit olabiliriz.

The Awakenings

The Awakenings filminde parkinson benzeri bir hastalıktan muzdarip olan hastalarına farklı bir ilaç tedavisi deneyen Doktor Malcolm Sayer’i canlandıran Robin Williams, gerçek hayatta Lewy cisimcikli demans (LBD) ismiyle bilinen ve yine parkinson benzeri olan bir hastalığa yakalanmıştı. Robin Williams, ne acı ki kendisini bekleyen geleceği gördüğü için yaşamına kendi elleriyle son vermişti.

“Onlara hayat verdik… ve sonra geri aldık.”

Zihnimizi adeta parçalayan bir ikilemle çaresizce de olsa sonsuza kadar savaşmak isteriz.

Shutter Island

"Hangisi daha kötü olurdu: Bir canavar olarak yaşamak mı, yoksa iyi bir insan olarak ölmek mi?"

Gerçek sinemayla tanışmadan önce normal bir seyirciydim, filmlerin sadece keyifli vakit geçirmek için yapıldığını düşünürdüm. Fakat 12-13 yaşlarında Zindan Adası’nı izlediğim günden bugüne kendimle en iyi şekilde buluşabildiğim sanat dalı sinema oldu.

Gerçek sinemayla tanışmam bu filmi izlememle gerçekleşse de konumuz Zindan Adası değil. Sinemayla tanıştığınız film herhangi bir film olabilir. Asıl önemli olan nokta, gerçek sinemayla tanıştığınız anda neler hissettiğiniz ve buna bağlı olarak sinema yolculuğunuzu nasıl devam ettirdiğiniz.

Belki de bazılarınızın yolculuğu çok kısa sürmüştür, bu yazı yolculuğu uzun olanlar için.

Ve işte Hugo, bu yolculuğu tekrar hatırlayabileceğiniz başlangıca doğru yolculuk için güzel bir bilet.

Hugo belki de hayatınızdaki favori beş filminizin arasına giremeyecek ama sizi favori filmlerinizle tekrar buluşturacak. Asıl bu yüzden hatrınızda kalacak ki hatırlarda kalacak bir film yapmak Scorsese’nin en iyi yaptığı şeylerden biri.

"Gelin ve benimle hayal edin."

"Dostlarım, bu gece size gerçekten olduğunuz gibi hitap ediyorum: büyücüler, denizkızları, gezginler, maceracılar ve sihirbazlar. Sizler gerçek rüya avcılarısınız. Ve sizin aranızda olmaktan onur duyuyorum. Bu yüzden kadehimi sizler için kaldırıyorum: hayal gücünün dünyası. Rüyaları yakaladığımız yer." — Georges Melies

Farklı filmlerin farklı sahnelerinde, aynı hisleri yakalayabildiğimiz anlarda görüşmek dileğiyle.

Sinemayla ve sanatla kalın.

--

--