The Mandalorian İnceleme

Bir Star Wars Western’i Ne Kadar Baba-Çocuk Hikayesi Anlatabilir? Biraz Hatırlayalım.

Alaz
Yazı Rehberi
8 min readMar 10, 2023

--

Star Wars evreninde geçen ilk live-action dizi olan The Mandalorian, kullandığı çekim tekniği Virtual Set başta olmak üzere birçok farklı yönden ilgi toplasa da popülerliğindeki en büyük sebep, hayranlar olarak uzun zamandır bu kadar kaliteli bir Star Wars içeriği tüketmeyişimiz oldu.

Bana göre dizinin göstermiş olduğu başarının ardında yatan en büyük sebep ise Iron Man, The Jungle Book ve The Lion King’in yeniden çevrimi gibi filmlerin yönetmeni olan Jon Favreau‘nun vizyonerliğidir.

Jango ve Boba Fett gibi Mandalorianlı bir savaşçı olan yalnız bir silahşorun maceralarını anlatan dizi, bir yandan izleyicileri galaksinin farklı köşelerine götürürken bir yandan da eski Star Wars filmlerinde gördüğümüz birçok karaktere ve olaya gönderme yaparak izleyicilere aşina oldukları bir evrende bulunduklarını hissettirmeyi başardı. Hatta bu göndermeler o kadar çok ki 1978 yılında, yani ilk Star Wars filminin çıkışından bir yıl sonra Şükran Günü sırasında televizyonda yayınlanan bir spin-off filmi olan Star Wars Holiday Special bile atlanmamış, onun bile göndermesi yapılmış. Bahsettiğim film o kadar kötü ki Lucasfilm aradan geçen yıllarda bu filmin varlığını unutturmak için elinden geleni yaptı.

Ben de geçtiğimiz günlerde üçüncü sezonu ile tekrar karşımıza çıkan diziyi hem hatırlamak isteyenler için hem de dizi hakkında fikir edinmek isteyen izleyiciler için bir inceleme yapmak istedim. Zaten uzun zamandır aklımdaydı ama üşenmiştim. İyi oldu.

Star Wars külliyatının “babası” olarak geçen George Lucas başlangıçta hikayeye uzayda geçen bir western hikayesi olarak bakıyordu. Baktığımız zaman bana kalırsa hikayenin başarısı burada saklı. Fakat zaman geçtikçe ve yeni hikayeler, yeni karakterler eklenmeye başladıkça işler biraz sarpa sarmaya başladı. Bu yüzden izleyici olarak tadımız bir hayli kaçtı.

İşte The Mandalorian, tükenen umutlarımızla yok olmaya yüz tutmuş hayranlar kasabasını, adeta bir kovboy gibi kurtarmak için çıka geldi.

The Mandalorian unuttuğumuz bir şeyi bizlere tekrar gösterdi. Mando, bizlere hikaye anlatıcılığında en zor olan şey hikayeyi verebildiğin kadar basit verebilme işinin nasıl yapılacağını öğretti. İşte dizimiz tam olarak bu noktada devreye girdi. Bir ödül avcısının hikayesini, oldukça klişe duracak şekilde fakat bir o kadar da ustalıkla yapmayı başardı. Öyle ki bu hikayeyi inanılmaz sade ve güzel aktarmasıyla tam bir vahşi batı filmi izletiyormuş hissiyatı verdi.

İncelemeden önce biraz bilgilerimizi tazelesek güzel olacak diye düşünüyorum. Mandalorianlar, mesela şu havalı ana karakterimiz… Kendileri Eski İmparatorluk döneminde Mandolore isimli bir gezegende yaşayan, savaşı ve savaşmayı kutsal olarak gören bir halk. O kadar savaş manyağı bir halk ki bunlar, gezegenin yüzey kısmını yaşanmayacak hale getirmişler.

Daha sonraları Mandalorianlar, yıkılış döneminde Jedi’larla savaşmışlar. Darth Maul, Mandalore’u kuşatıp ele geçirdiğinde soyları tükenen halk, galaksinin dört bir yanına dağılarak kültürlerini yaşatmaya çabalamış.

Mandalorian’lar savaşmanın erdemine ve onuruna inanır, ayrıca kasklarını ve zırhlarını oluşturan Beskar çeliğine de kutsal gözüyle bakarlar.

İşte dizimiz, dağılan Mandalorian’lardan biri olan kısaca Mando olarak bilinen asıl ismi Din Djarin olan karakterimizin hayatta kalmak için ödül avcılığı yaptığı ve yeni macerası sırasında pek de alışık olmadığı bir durumla karşılaşmasıyla başlıyor.

“Alışık olmadığı durum neydi?” diye sormazsınız umarım. O kadar unuttuysanız vay halinize. Bu tatlılığı nasıl unutursunuz?

Evet bebek yoda! Evet evet neydi asıl ismi?

Dediğim gibi bebek yodanın yolu, bizim Mando ile kesiştiği anda seyir zevki yüksek, sade ama etkileyici bir hikaye başlamış oldu.

İkilinin baba-oğul ilişkisi öyle bir noktada işlenmiş ki yani bilemiyorum nasıl anlatılır? Gerçekten açıklaması zor bir ilk sezondu. Hatırladığım bir şey varsa o da işlenen bu baba-oğul klişesi… Bu formülün tutmadığı hikaye yok farkında mısınız? Şu an benzeri de The Last of Us dizisinde işleniyor. Zamanında oyun da bu sayede tutmuştu.

Mesela hatırladığım bir diğer şey ise iki Stormtrooper’ın bir kovaya ateş edip vuramadıkları bir sahne. Başlı başına bu sahnede bile o kadar Star Wars bilgisi ve emeği var ki…

Ayrıca dizinin sağına soluna iliştirilmiş bir sürü paskalya yumurtası dizinin aslında kıyıda köşede anlatılan bir hikâye değil evrenin tam ortasında ilerleyen bir macera olduğunu hatırlatıyor.

Mesela dizide IG-88 olarak Taika Waititi tarafından seslendirilen karakter, bebek yodamızın ismini bildiğini ama söyleyemeyeceğinden bahsediyor. Başlarda Yoda’nın gençliği dediğimiz bu tatlış mı tatlış yaratık, teorimizi kısa sürede çürüten şirket tarafından hikayenin merkezinde bir noktaya konulmuş mu yoksa güzel bir gönderme mi olduğunu ancak ikinci sezonda öğreniyoruz.

Anlayacağınız ilk sezonun en büyük sorusu bebek yodanın ismi oldu. Ondan sonra ise tabii ki en büyük derdimiz Moff Gideon’ın ellerinde parlayan ışın kılıcı Darksaber’ dı. Jedi ve Mandalorian’lar için çok önemli olan kılıç, uzun yıllar boyunca Mandalorian kültüne hizmet etmiş, sonrasında Darth Maul, gezegeni ele geçirirken kılıcı da ele geçirmiş. Daha sonraları kılıcı Sabine Wren isimli bir Mando çalıp Bo-Katan’a vermiş. O da bir Mandalorian tabii ki.

Kılıç hakkında bildiğimiz en büyük efsane ise kılıcın sahibinin Mandolorian’ların lideri olarak kabul edilmesi ve bir kimsenin kılıcı ele geçirmek istediği takdirde sahibiyle dövüşmek zorunda kalacağıdır.

The Mandalorian’ın 2. sezonu bittiğinde kafamızda birinci sezondan kalan birçok soru işareti gitmişti. Bu güzel bir şey çünkü uzun süredir Netflix yapımlarında da gördüğümüz sadece soru işareti vererek hikayeyi ilerletme tekniğini bu dizide yoktu.

“Bebek Yoda” olarak bilenen yodamızın isminin Grogu olduğunu öğrendik. Ayrıca bu hikayede Boba Fett’in başına ne geldiğini de cevaplamış oldular. Her ne kadar iyi olmasa da cevapladılar mı cevapladılar. Ayrıca baktığımız zaman ana karakterimiz olan Mando yani Din Djarin’de kahramanın sonsuz yolculuğu döngüsünü de tamamladı.

Açıkçası ilk sezon, pek çok yeniliğin seyirciyi kendisine çektiğinin kanıtıydı, ikinci sezon ise kimi formüllerin doğru işlendiğinde nasıl da etkili olduğunu gösteriyor. Ne demek istiyorum? Iron Man’in ilk iki filmiyle Marvel evrenini şahlandıran Jon Favreau, hayranların ne istediğini, yeni seyircinin neler beklediğini çok iyi bilen ve iyi analiz edebilen birisi. Demek istediğim Jon Favreau, hem kendi hikayesini anlatmayı bilirken hem de bunu yaptığı esnada hangi elementleri kullanacağını anlamış ve çözmüş bir yönetmen.

Şimdi size şunu sormak istiyorum. The Mandalorian’ı başladığınızda hoşunuza giden karanlık atmosfer, 2. sezonun sonunda nerede biliyor musunuz? Bilmiyorsunuz, yok çünkü. Adeta karanlık atmosfer gitti ve yerini umut ışığı aldı. Peki mutsuz muyuz bu durum karşısında? Hayır, aksine bu geçiş öyle doğal ve öngörüsüz gerçekleşti ki hikayenin şairaneliğine hep beraber bayıldık.

Peki sorun yok muydu? Tabii ki vardı. Kendimizi kandırmayalım. Star Wars izlerken hepimiz iyilerin kazanacağı ön kabulüyle izliyoruz. Hatta bu günümüzde çoğu gişe filmi ve süper kahraman konsept filminde olan bir durum. Böyle bir durum içerisindeyken dizide olan birkaç olay, her ne kadar kolaya kaçmak gibi dursa da, en azından o kadar da kolaya kaçmamışlar diye düşündürüyor.

Gelelim sezonun yeniliklerine, sezonun ilerlemesiyle birlikte The Mandalorian kültüyle ilgili yeni şeyler öğreniyoruz. Bo-Katan ile tanışmamızın ardından aslında ana karakterimizin bir nevi yeniçeri olduğunu görüyoruz. Ayrıca bu sezonun en büyük soru işaretleri hiç şüphesiz “Din kaskını çıkaracak mı? Pedro Pascal’ı görebilecek miyiz?” oldu.

Sonrasında hikayemizin az çok ana göreve geçmesini izledik. Biliyorsunuz mando tipik bir RPG oyunu mantığı ile çalışıyor gibi. Dizinin detaylı bir incelemesini yaptığımızda aslında her şeyin ana görevin yan kolları olduğunu görmemiz kaçınılmaz olur.

Dizi bununla birlikte devam ederken bir görev de karşımıza efsane bir şey çıkıyor. Hani size yönetmenin vizyonerliğinden bahsetmiştim, hatırlıyor musunuz? İşte o, tam olarak burada devreye giriyor. Çünkü 2. sezonun en güzel yanlarından biri tabii ki bir Clone Wars efsanesi olan Ahsoka Tano’yu görüyor oluşumuz. Ayrıca bu sayede dizinin başından beri akıllarda soru işareti olarak kalan bebek Yoda’nın isminin de Grogu olduğunu öğreniyoruz.

Sonrasında Yoda Grogu’nun (elimde değil, dürüst olun siz de alışamadınız.) görme taşı sayesinde başka Jedi’larla etkileşime geçmesine tanık oluyoruz. Bu sayede de adeta yeni bir “event” açılmış gibi kendimizi farklı bir maceraya dahil olmuş gibi hissediyoruz. Bi’dakika yoksa iyi dizi yapmanın anahtarı, iyi oyun yapmak mı? Neyse! Grogu’yu Moff Gideon’ın elinden kurtarmak, Boba Fett ve Fennec’le Din Djarin arasında bir işbirliği başlatıyor. Bu işbirliğinin etrafında gerçekleşen olay örgüsü de başarılı bir live-action ortaya koyuyor.

Ayrıca belirtmeden edemeyeceğim. Dizinin yaratıcılarının politik göndermeleri sevdiği çok açık. Din Djarin’in bu şekilde maceradan maceraya atılması hoş olsa da boş şeyler değildi. Yapılan Indiana Jones çağrışımları, alt metninde sömürgeci eleştirilerini çağrıştırırken The Mandalorian günümüze ışık tutmayı başarmış bir yorumla geliyor. Peki bununla bitti mi? Tabii ki hayır. Yapılan asya göndermeleri, Japonya ve Vietnam savaşına dair alt metinli söylemler de dizinin yapımında emeği geçenlerin politik gönderme yapmak istediğini bariz bir şekilde vurguluyor.

Sevindiğim bir diğer nokta ise ilk üçlemede dönemin şartlarından dolayı göremediğimiz feminist bakış açısı oldu. Üzerine az düşülse de ki bence böyle olması gayet normal. Güçlü konulara sıra geldiğinde kadınlar da erkekler gibi konun yanında ya da arkasında değil aksine merkezinde yer alıyor. Ayrıca bunu End Game’de yapılan vizyonsuzluk seviyesinde değil dizinin hikayesine organik bir şekilde uyum sağlayacak biçimde yapmışlar. Açıkçası bunu söylüyorum çünkü bu tür içeriklerde yapılan herhangi bir cinsiyet, ırk temsilleri anında SJW (Social Justice Warrior) olduğu suçlamasıyla karşı karşıya kalıyor. Maalesef iyi içeriklere sahip olsalar da bu duruma maruz kalıyorlar. Sanki bu isim kötü bir şeymiş gibi. Bazen isimlerin ne demek istediğine değil de beraberinde getirdiği algılara çok takılıyoruz.

Dizi hakkında beğenmediğim yerler yok mu? Tabii ki var. Örneğin, hatırlarsınız; 7. bölümde “korsanlar” diye geçen gerillalar hakkında yanlış mesaj vermeme kaygısı biraz zorlama kaçıyor. Zorlama kaçtığını söyleme sebebim ise tamamen dizinin hikayesinden kaynaklanıyor. Çünkü içinde bulunulan durum, senaryo akışına neredeyse olumsuz etkileyecek de bir çatışma yaratıyor. Sonlara doğru Gideon’un güçsüzleştiğini fark etmemiz de kötü adamın gözden düşmesi ile hikayeyi vasat bir konumda bırakmış olsa da genel olarak iyi bitirildiğini düşünüyorum.

Hem kendimizi kandırmayalım. Hayranlar orada olduğunuzu biliyorum. En beklemediğimiz anda karşımıza CGI’la gençleştirilmiş bir Mark Hamill çıkınca, The Mandalorian’da cevabını aramadığımız bir başka merak konusunun cevabı da bize göz kırpmış oldu. The Return of The Jedi ve Force Awakens’ın arasında Luke Skywalker’la kısa bir buluşma şansı yakaladık. Bana kalırsa bu muhteşem bir şeydi. Her ne kadar hikaye anlatıcısı profesyonel kişiliğime yakıştıramasam da Luke ve ışın kılıcını aynı kadrajda gördüğüm an, başka her şeyi unutmaya hazır oluyorum. Yapacak bir şey yok, elimde değil!

Dizinin ilk iki sezonu hakkında benim düşüncelerim bu kadar. Bakalım yeni sezonunda da Grogu’nun kendi seçimiyle girdiği bu noktada yol onları nereye çıkaracak? Ve tabii ki biz bu Live-Action-RPG-Western-Star Wars hikayesinde daha farklı neler göreceğiz? Merakla bekliyoruz.

Ayrıca dizinin müzikleri çok iyi demiştik. Onu da paylaşmak istedim.

Bu yazıdan da şimdilik bu kadar.

Herkese güçlü günler. Unutmayın ihtiyacımız olacak!

Güç Sizinle Olsun!

Editör: nur

--

--

Alaz
Yazı Rehberi

You’d be surprised what you can pull off when your life depends on it.