Acı

merdüm
Yeni Şükran Oteli
8 min readMay 4, 2017

Halil Serkan Öz ve Nuh Köklü için

Sırf bu yağmurda bu dik yokuşu çıkmak zorunda kaldığım için bile onu öldürebilirdim ancak bu düşünceyi kafamdan atmam lazım. Ben bir profesyonelim ve işime duygularımı katmak beni yıpratır. Müşterim, kendisini öldürebilecek gücü kendisinde bulamadığı için beni kiralamıştı ve ben, sırf dik bir yokuş çıktım ve birazcık ıslandım diye ona kin besleyemezdim. Bir profesyonelden beklenen, ücreti mukabilinde beklenen hizmeti yapmasıdır. İlk işimden bu yana allaha şükür, profesyonellikten uzak bir tutum sergilememiştim. Yalnız ilk defa bir müşterim benden kendisini öldürmemi istiyordu. Garip; üç yıldır bu işi yapıyorum bu istek beklediğimden çok geç geldi. Üstelik adam öyle zengin bir adama falan da benzemiyor, telefonda gayet kibar konuşuyordu. Hatta telefon görüşmesi sırasında bir an adama acıdığımı bile hissettim diyebilirim. Elbette bu düşünceyi hemen aklımdan uzaklaştırdım. Daha evvel yaptığım işlerin hepsinde bu acıma hissini yaşamıştım, genelde işimi bitirip öldürdükten sonra. Onları, belki de polisin haftalar sonra bulacağı bir yere gömdükten sonra. Yazık, çevresinde başka bir mezar bile olmadan yatmak can sıkıcı olmalı.

Telefonumdan bana attığı konum bilgisine tekrar baktım, telefonumun navigasyon özelliğini kullanarak bu zorlu dik yokuşun her bir yanına dağılmış yılankavi ara sokaklar arasında yolumu rahatlıkla buldum. Teknolojiyi seviyorum, bir yerde ekmeğimi teknoloji sayesinde kazanıyorum denebilir. İlk patronum, — paparrazilerin uğrak mekanı olan bir bar işletiyordu — ölüm tehditimden korkup beni serbest bıraktığından beri işlerimi internet üzerinden görüyorum. Aslında bu işin tutacağını hiç hayal etmemiştim. İlk işim, patronumun ricası üzerine, karısına kendisini ifşa etmekle tehdit edip patronu söğüşleyen metresini ortadan kaldırmak oldu. Becerebileceğimi hiç düşünmemiştim. Nasıl oldu da kabul etmiştim bilmiyorum ama içimde bir yerlerde bir gün bir insanı öldürmeyi bekleyen bir duygu varmış demek ki… Neden sonra, patronumun, patronumun arkadaşlarının ricalarının ardı arkası kesilmemişti. İntihar süsü vermekte üstüme yoktu, maktülün cesedini en azından iki ay bulunamayacak şekilde saklamakta üstüme yoktu. Biraz ağır işleyen adalet sisteminin ve — Allah mucidinden razı olsun — internetten edindiğim pratik bilgilerin sayesinde hiç yakalanmamıştım.

Zile iki defa dokundum. Umarım vazgeçmez diye düşündüm. Bir müşterimi öldürmek hep aklımdan geçmişti, misal 17 yaşındaki kızını öldürmemi isteyen şerefsizi silah kullanmadan ellerimle parçalamak isterdim ama bir profesyonele bu yakışmazdı. Kızın yalvarması hala rüyalarıma girer durur ama bir rüyada yaşamıyoruz. Bir kiralık katile çok yoğun bir mesai yaptıran çıldırmış bir dünyada yaşıyoruz. Sonra o adam, kızını öldürdüğüm adam yani ne kadar ağlamıştı, ezilmişti karşımda. Töre dedi, yalandı. Yalanı bir kilometre öteden tanırım, yalanla içli dışlı bir iş yapıyorum. Zaten artık belli bir yaşın altındaki insanları öldürmemeye karar verdim, herkesin hayatta prensipleri olmalı. İnsanlar verdikleri hatalı kararlardan ders çıkarmalı. Şimdi dönüp baktığımda, keşke o işi kabul etmeseydim hatta müşterimi kendim öldürseydim diyorum. Kapının otomatik açılma sesi duyuldu, apartmandan içeri girdim. Asansör olmadığını ve merdivenlerin ne kadar dik olduğunu görünce öfkeyle bir küfür salladım.

Çatı katına varıp kapıyı iki defa tıklattım, kapıyı açtı. Benden kendisini öldürmemi isteyen adam karşımdaydı. Sakalları bir yada iki günlüktü, sık traş olduğuna göre memuriyet benzeri bir iş yapıyordu. Beyaz tişörtünün üstünde bir domates çekirdeği ve domates lekesi gözüme çarptı, dikkatsiz bir adamdı. Göz altları torbalanmıştı, bir günlük bir uykusuzluk olduğu belliydi. Hikayeyi kafamda kurdum, adam işten yeni kovulmuştu, otuzlu yaşlarının sonunda olduğuna göre yıllarca emek verdiği işinden olmuştu ve buna dayanamayıp intihar etmeye karar vermişti. İntihar edemeyeceğini anlayınca da kısa bir internet araştırmasıyla beni bulmuştu. Ellerine baktım alyans göremedim, bu tespit genelde yanıltır, erkekler çoğu zaman alyans takmayı zaten sevmez ama bu adamın hiç evlenmemiş olduğuna emindim. Belki de işsiz kalınca evlilik arefesinde olduğu sevgilisi ondan ayrılmıştı.

- Islanmışsınız, çok özür dilerim. Geçin geçin, size havlu getireyim.

Ayakkabımı çıkarıp evden içeri adımımı attım. Tuhaf, sigara kokmuyordu. Dişlerine baktığımda, sigara tiryakisi olduğuna yemin edebilirdim. Belli ki yakın zamanda bırakmış. Zaten ölmeye karar vermiş bir insan neden sigarayı bırakır ki? Holde meraklı meraklı dururken, banyodan elinde havluyla çıkageldi. Sakız gibi bir havlu, ilginç bekar bir insana göre fazla temiz bir adam. Belki de temizlik hastasıdır, benim havlularım ne kadar yıkarsam yıkayayım hiç beyaz olmaz. Hoş, havlu benim en çok kullandığım eşyadır, bu nedenle hep hiç kirlenmemiş bir havlum mutlaka bulunur. Bir de gömlek, kan sıçramış bir gömlekle ortalıkta dolaşmak istemezsiniz, hoş ilk başlarda bu kadar çok gömlek alacak param olmadığı zamanlarda kan lekesine çözüm bulmak için az kafayı yemedim. Her neyse, adamın temiz olmasını sevdim.

- Çok aptalım, geçin geçin ayakta beklemeyin. Rahat olun.

Sanki kendisini öldürmek için gelen bir katille değil de evinde ilk defa ağırladığı çok özel bir misafiriyle konuşuyordu. Üstelik nezaketinde ne bir rahatsız edici samimiyetsizlik ne de bir korku vardı. Genelde benimle çalışmak isteyenler benden korkarlar, bu nedenle de çok saygılı konuşurlar ama bu adam düpedüz bana sevecen davranıyordu. Oturma odasına geçtim, bir duvar boydan boya kitaplıktı. Boş olan duvarın önünde bir kanepe ortada bir sehpa, sehpanın üzerinde ise hazırlanmış ancak henüz dokunulmamış mükellef bir kahvaltı sofrası vardı. Odanın dağınık olan tek yeri pencerenin önünde duran çalışma masasının üstüydü. Bir yığın kağıt, buruşturulup yere atılmış kağıt topları ve bir de diz üstü bilgisayar vardı.

- Biraz dağınık, kusura bakmayın.

- Pek önemsemem.

Ağzımdan çıkan ilk cümle bu oldu, galiba biraz da kaba oldu.

- Önemli değil, siz de rahat olun.

Hemen toparlamak istedim, adam bilmediğim bir şekilde bende hayranlık uyandırmıştı.

- Çay birazdan hazır olur, lütfen kahvaltıya oturun. Dedi gülümseyerek.

Bir an acaba dalga mı geçiyor diye aklımdan kara bir düşünce geçti. Neyse ne zaten parasını peşin almıştım, sonra da onu sonsuzluğa gönderip buna bir cinayet süsü verecektim. Dalga geçmesi asla problem olamazdı. Gidip sehpanın hemen arkasındaki üçlü koltuğa oturdum. Birazdan çay tepsisiyle gelip, karşıma yere oturdu.

- Buyurun yahu başlayın hemen.

- Teşekkür ederim.

Benim nezaketim soğuktu, samimi değildi. Bir an ezilmiş gibi hissettim. Çaydan bir yudum aldım, güzel demlenmişti. Ağzının tadını bilen bir adam olmalıydı. Çok aç değildim ama bir parça ekmek kopardım, arasına biraz peynir ve bir dilim domates koydum. Lokmamı çiğnerken konuştu.

- İsminiz neydi? Yani internette kullandığınız isminiz değil gerçek isminiz. Benim yerime bu zor görevi yerine getirecek olan kişinin ismini bilmek isterim.

Saklayacak değildim, nasıl olsa bilmesinin bir önemi yoktu.

- Yusuf. Rahmetli annem Yusuf Peygamberin menkıbelerinden çok etkilenmiş, onun gibi yakışıklı, ahlaklı, ticarette başarılı olmamı istemiş herhalde. Yazık, kadıncağıza böyle bir hediye vermek istemezdim.

- Memnun oldum Yusuf, benim adım da Suphi. Sen zaten biliyorsun. Ben adımın anlamına hiç bakmadım, tuhaf bir isim gibi aslında.

Sustuk tekrar.

- Zeytin de ye mutlaka, tuhaf belki ama benim en sevdiğim meyve zeytindir. Gerçi sen gelmeden bi tane ağzıma attım acı çıktı. Son bir haftadır mutlaka bir zeytin acı çıkıyor. Belki biraz da bundan dolayı ölmek istiyorum.

Ne tuhaf laf etti öyle, ruh sağlığı yerinde değil herhalde fazla kurcalamamak gerek. Şu kahvaltıyı edelim, bir sigara yakar öldürür giderim. Yine de merak da beynimi rahat bırakmıyor. Sorsam ya neden ölmek istediğini. Neyse oğlum Yusuf, suyu fazla bulandırma.

- Sahi hiç sormadın ne telefonda ne şimdi, neden ölmek istediğimi merak etmiyor musun?

- Suphi Bey, ben profesyonel bir hizmet vermek için geldim, nedeni beni hiç alakadar etmez.

Çok mu sert çıktım? Çok kaba oldu bu. Kendimi neden kötü hissediyorum? Ağzıma çarçabuk bir zeytin attım, cidden acı çıkmıştı. Zeytin acısı da hiç çekilmez bir şey. Yüzümü ekşittiğimi görünce güldü.

- Acı çıktı değil mi? Son zamanlarda zeytinler hep acı çıkıyor sanki yada ben zeytin seçmeyi bilmiyorum. Eskiden böyle olmazdı, seçtiğim zeytine bilhassa özen gösterirdim. Galiba biraz boş verdim.

- Pekâlâ anlatın öyleyse. Yani, ben merak ediyorum aslında ama profesyonellik gereği…

Ağzımda gevelediğim laflar karşısında epey eğlenmiş görünüyordu.

- Anlatırım tabii ama önce bi şeyler içelim istersen, evde cin var. Bir de sizli bizli konuşma yahu ölü bir adama saygı göstermene ne gerek var.

- Dostum çok teşekkür ederim ama iş üzerindeyken alkol kullanmam doğru olmaz, kendimi yakalatabilirim.

- Canım bir kadeh içersin, bir kadehten bir şey olmaz.

Kahkahası kulağımda çınladı. Sinir olmuştum, bir yandan da cidden saygı uyandırmıştı. 17 yaşında bir kız çocuğunun ağlamalarına kulak asmayan ben bu adamın karşısında neden bocaladım? Kafamı iyiden iyiye karıştırdı, bari anlatacağı hikâye güzel olsa. Açıkçası basit bir işten çıkarılma yada terk edilme öyküsü şu anda beni tatmin etmez.

Elinde bir otuzbeşlik cin şişesi ve kötü restoranlarda kullanılan bir çeşit limon sosuyla ve iki viski bardağıyla geldi. Şişeleri ve bardakları elime tutuşturup, buz dolu bir kaseyle tekrar belirdi. İçkileri servis ettikten sonra gidip bilgisayarını alıp geldi yine karşıma yere çöktü. Bilgisayardan müzik açtı, hüzünlü çok hüzünlü bir şarkı, çok güzel bir kadın sesi. Öyle ki bir an kadına aşık olabileceğimi düşündüm. Dalmışım.

- Şerefe Yusuf, kaldır hadi.

Bardaklarımızı tokuşturduk, “Bir kadehten ne olacak ki?” diye içimden geçirip bir yudum aldım. Cin içimi yaktı bir an sonra ferahladım. Cin içmeyeli çok olmuştu herhalde, kötü limon sosu da ne kadar yakışmıştı namussuza hele şu kadının sesi…

- Bu şarkıyı biliyor muydun? Adı “Cesur deniz”, şarkıda başka ne anlatılıyor, neden bahsediliyor hiç bilmiyorum. Bana neyi anımsatıyor biliyor musun? Korkaklığımı. Korkak bir adamım, kendi ölüm fermanımı imzalayıp, tetiği çekemeyecek kadar korkak bir adamım. Neden ölmek istediğimi merak ediyorsun değil mi? Haydi şerefe bir fondip yapalım.

Kendimi kaptırdım, Suphi kendince bir intihar seremonisi yapıyordu aslında, biliyordum. Bunun üzerine de okumuştum, intihar edecek kişiler, en sevdikleri şeyleri yapar, en sevdikleri şarkıları dinler, kısacası hayattayken en keyif aldıkları anları tekrar yaşayıp öyle intihar ederlermiş. Ben de kendimi bu seremoniye kaptırdım. Bardağı fondipledim. Birer kadeh daha koydu, ses etmedim.

- Bir yıkım devrinde yaşıyoruz Yusuf. İnsanoğlu, medeniyet kuralı nereden baksan 5000 yıl geçmiştir, belki daha fazla her neyse ne önemi var. 5000 yılda yaptıklarımızı yüz senedir yıkıyoruz. Tam ortasındayız biz, senle ben. Saçmalıyorum kusura bakma, neden ölmek istediğimi anlatmaya çalışıyorum, kızma ama gülebilirsin. Mesleğine bir baksana, ücreti mukabilinde beni intihar edeceksin, tuhaf gelmiyor mu? Neyse ben artık zorbalıktan bıktım. Bunun için ölmek istiyorum. Bavulumu hazırladım kaç defa, insanların daha nazik olduğu bir yer bulmak için kaçmak istedim. Faydası yoktu, bir defa kafama kazınmıştı. Takım elbiseli bir adamın, etrafında onlarca korumayla yerde yatan bir maden işçisini tekmelemesinin görüntüsü bir defa kafama kazınmıştı. Biz hiçbir şey yapmadık. Hep onlar kazandı. Bundan kurtulmanın bir yolu yok. Hiçbir yolu yok. Tuhaf değil mi? Yaşamın bu kadar ucuz olduğu bir yerde öldürmek için onbin lira istiyorsun. Sence de anlamsız değil mi Yusuf? Hadi fondip hadi.

Elimde kadehi evirip çevirdim, o çoktan fondipleyip yeni kadehini doldurmuş, bir başka hüzünlü şarkıyı açmıştı. Sözlerini yutmaya çalışıyordum. Ömrünü insan öldürmeye adamış, bir makine gibi yaşamaya alışmış ben bir adamın sözlerinden mi etkilenmiştim? O kız kafamdan çıkmıyordu.

- İçsene Yusuf, darılırım. Bitmez korkma dolapta daha cin var.

Fondipledim, yeni kadehi doldurdu, onu da fondipledim. Zeytin acısı ağzımdan gitmemişti sanki, keman ciğerimi yakıyordu. 17 yaşındaki o kızı düşündüm, kendimi ne kadar aldatsam, olmadığına inandırmış olsam da kızın karnındaki fetüsü düşündüm.

- Ee, devam et.

- Ne anlatayım Yusuf? Budur işte, bir de zeytinler çok acı çıkıyor artık. Bir hikâye yazmaya çalıştım geçenlerde, gülme ama yazamadım. Yani gülme dediğim, zeytin üzerine bir hikâye yazamamak çok koydu, insana en sevdiği meyve neden bir şey hissettirmez. Hislerin yıkıldığı bir devirde yaşıyoruz Yusuf. Hislerin yerlerde tekmelendiği bir devirde yaşıyoruz. Bir dostum vardı Yusuf, kendisini dolandırmaya kalkan bir taksiciye itiraz ettiği için taksici kuytuya çekip vurdu onu. Bu kadar kolay olabilir mi Yusuf? Sen öldürmeyi bilen adamsın, öldürebilmek bu kadar kolay olabilir mi?

- Benim hikâyem farklı. Öyle bir yıkım devrinde yaşıyoruz, ben o yıkımın mimarlarından biriyim Suphi. Bazen canımı yakmıyor değil ancak yaşamanın yolu buysa… ben de yaşıyorum işte bir şekilde.

Sustuk. Kalkıp mutfaktan yeni şişe getirdi. Bu kadehleri ikimiz de sek içtik. Sustuk. Sessizlik elle tutulur gibiydi, kim bilir yeni dostumun kafasından ne düşünceler geçiyordu. Beynimde yine bir çocuk ağlamaya başlamıştı, Suphi’nin de düşüncelerini tekmeliyorlardı eminim ama ne düşünüyordu bilemiyorum. Birer kadeh daha doldurdu, Suphi’yi öldüremezdim.

- Bazen…

Cümleye başlayıp sustum. Duymamış gibiydi elindeki kadehi izliyordu.

- Bazen beynimde bir çocuk ağlıyor Suphi. Evde yalnız yaşıyorum, komşularımın hiç çocukları yok. Bazen çocuk ağlamasına uyanıyorum. Ben o yıkımın mimarlarından biriyim, ben bir çocuğu üstelik bir çocuk doğurmak üzere olan bir çocuğu öldürdüm… ben galiba seni öldüremeyeceğim.

Son cümleyi öyle sessiz kurdum ki ben bile zor duydum. Suphi, dehşetle bana bakıyordu. “Tamam hadi halledelim şu işi.” Dedi.

Son kadehi içip ayağa kalktım, başım dönüyordu. Epey sarhoş olmuştum. Gözümün içine bakıyordu. Gözleri kan çanağıydı.

--

--