aslan yavrusu

Civanperçemi
Yeni Şükran Oteli
8 min readJan 30, 2017

iliklerime kadar betonarme bir insanım ben. kapalı yerlerde yaşamayı severim genellikle. iki metrekare benim için yeterli bir yaşam alanı olabilir mesela. bir kuş yuvası. yatağın altı. zarif bir kadın çantası. oksijen alabilmem için yeterlidir buralar. mekan kavramından yoksun herifin tekiyimdir. prag’da da, new york’ta da, moğolistan’da da, etiyopya’da da aynı duygularla yaşarım. ses etmem. gökyüzünde bulunan milyonlarca galaksinin arasında yörüngesini bulamamış ve sönmeye yüz tutmuş yıldızlar gibiyimdir. şikayet etmem bu durumumdan. iki yüz elli bin nüfuslu bir şehirde sıkılmamayı da buna borçluyumdur zaten.

geçen gün şiddetli bir baş ağrısıyla uyandım. kafamı soğuk suya tuttum. ağrı kesici aldım. balkona çıktım. balkondaki havayı yetersiz bulup dışarıya çıktım. biraz yürüyeyim, iyi gelir diye düşündüm. bomboştu sokaklar. çöplerin arasında yiyişen kediler ve bir iki adam dışında kimse yoktu denebilir. aklıma birden istanbul’da geçirdiğim birkaç gün geldi. 10 sene öncesi. gecenin bir yarısı sokakta kaldığım günler. gururumu zırh yapıp giymiştim, sevgilimin evine gitmeyi reddetmiştim. bana terso geliyordu işler o vakit, bilmiyorum yani. yanında kaldığım arkadaşım da gece çalışıyordu. evin anahtarını almayı unutmuştum ve arkadaşın yanına giden yol bana çok uzun gelmişti. canım eve gitmek istemiyordu açıkçası. yabancı bir şehirdeyseniz her yer birbirine benziyor bence. yani yolları bilmediğinizden falan değil. birbirine benziyor işte evler. kapıları, zilleri, içerisindeki insanları ile, her şeyiyle kısacası. sigaram bitmek üzereydi. elimi cebime attığımda 6–7 lira civarında bi para gördüm. sırıttım kendi kendime. yürümeye devam ettim. insan sürülerine bakıyordum ve sırıtmaya devam ediyordum. muhtemelen çok keyifli olduğumu, günümün güzel geçtiğini falan düşünmüşlerdir. oysa bok gibi geçen iki günün öncesinde cebimde dört yüz lira civarında para vardı. minicik aklımla boyumdan büyük işlere kalkışmıştım. yürümeye devam ettim. evler gibi, insanlar da birbirlerine benziyorlardı. en az ikili gruplar halinde yürüyordu insanlar. altıncı veya yedinci turumu atmıştım tünelden meydana doğru. bazı gruplar benimle beraber turluyorlardı sanırım, çünkü her birini üç dört kez gördüğümü hatırlıyorum. ben bir yüzü gördüğüm zaman kolay kolay unutmam. adınızı falan unutabilirim yalnız. sizinle tanıştıktan sonra iki hafta sonra adınızı unutabilirim mesela. ama yüzünüzde, saçınızda bir değişiklik varsa bunu fark edebilirim hemen. sizi nerede gördüğümü söyleyebilirim.

gece ilerledikçe kızlar yanlarındaki erkeklere daha sıkı sarılıyorlardı. insanlar yalnız yürümekten korkuyor gibiydiler. yalnızlık ölüm demekti onlar için. hayatlarını gülerek, eğlenerek, içerek, barların tuvaletlerine kusarak geçiriyorlardı. dilencilere ve orospulara acıyorlardı hatta. onların haklarını herkesten çok savunduklarını düşünüyorlardı. ama yalnızlığı tabu gibi, küfür gibi görüyorlardı. sekizinci veya dokuzuncu turu bindiriyordum bu mini gruplara. neler konuştuklarını merak ediyordum. gündüzleri çalışıyorlar mıydı? veya hayatları arkadaş çevresi organizasyonlara mı endeksliydi? iş yerinde patrona zoraki gülen, arkasından “orospu çocuğunun önde gidenisin” bakışıyla mı bakıyorlardı acaba? sokak sigara dumanından geçilmiyordu. sigaram bitse bile burada turlayarak dumanlardan istifade edebilirim diye düşündüm. berbat bir mizah anlayışım vardı. uzaklardan bir yerlerden vapurun sesini duydum. cehennem gibi bir yere düşmüştüm anlaşılan. yanlışlıkla koymuşlardı beni buraya. biri gelip beni alsın diye bekliyordum. insan gruplarına gidip nerede olduğumu sormak istiyordum. kimdi ulan bu şehrin tanrısı?

bir başına bırakmıştı tanrılar burayı. isteksiz çocuğun sikişi gibi. bir anlık hevesle yapılan, sonra da bir kenara bırakılan, birbirine benzemeye yüz tutan her şey gibi. evler birbirine benzedikçe şehirler de birbirine benziyordu. toprağın altı burada da karanlıktı. yüksek volümlü müzikler çalan barların ve mekanların önünden yürüyordum. belli ki içeride insanları sikiyorlardı. bunu bastırmak için de yüksek sesle müzik çalıyorlardı. iki sigaram kalmıştı. birini kulağımın arkasına taktım. diğerini ağzıma götürüp yaktım. gece uzun olacağa benziyordu. insanlar bana ve kulağımdaki sigaraya bakıp gülüyordu. arada yaparım böyle çocukça şeyler. zaten bir türlü büyüyemedim sanırım. on dokuz yaşıma kadar henüz küçük olduğumu düşünürdüm. bir sabah uyandım ve “ulan ben büyüdüm galiba” dedim. ondan sonra büyümekten vazgeçtim.

saat on bire geliyordu. arkadaşın çalıştığı barda replikas grubu çıkacaktı. voltayı oraya doğru aldım. en azından biraz müzik dinlerim hem de sigara otlanırım diye düşündüm. içeri girdiğimde konser henüz başlamamıştı. barda oturacak yer yoktu. geçim sıkıntısı yaşayan insanlar bunlar mı dedim kendi kendime. sabah olunca hayat şartlarının zorluğundan dem vuranlar yine bu insanlardı. cüzdanınızın boşalıp mesanenizin dolduğu barlardan biriydi burası. bir bardak biraya on lira vererek sosyalleştiğinizi düşündüğünüz yerlerden işte. bilirsiniz oraları. yanınızda bir kadın yoksa giremeyeceğiniz yerler. buraya girip para saçan insanlar da, ertesi sabah alanlarda, meydanlarda, sosyal medyada falan kadın erkek eşitliğinden falan bahseden tiplerdi. bir masaya doğru yeltendim. oturabilir miyim diye sordum, herif iskoçmuş. muhabbet etmeye başladım. normalde ingilizce falan konuşamam ben öyle. yani bilmediğimden değil, konuşamam. utanmam, sıkılırım biraz. rahatsız hissederim. biraz konuştum herifle. burada kolejin birinde ingilizce öğretmenliği yapıyormuş. kız arkadaşı replikas fanıymış, onunla beraber dinlemeye gelmiş. futboldan falan bahsediyorken kız geldi ve her şeyin içine sıçtı. kadınlar hep böyledirler. güzel ortamların içine sıçmakta üstlerine yoktur. birden gelirler ve her şeyi bozarlar. sonra da toparlama işini size bırakırlar. kalkmak zorunda hissettim. masanın yancısı kıvamındaydım resmen. kız da herif de otur dediler ama ben oldukça rahatsızdım. sürekli elimi saçıma götürüyordum. biramı da alıp eyvallah ettim ve kalktım. tam karşılarında, barın ufak deposuna çıkan bi merdiven vardı. orospu çocuğu gibi karşılarına dikildim ve merdivene oturdum. sanki koskoca bardaki tek yeri de onlar elimden almış gibi davrandım kısacası. kıza ve herife bakıp duruyordum. sallamadıklarını görünce biraz telefonla oynarmış gibi yaptım, sonra da kalktım oradan.

replikas sahne alana kadar aşağıda bekledim. bir iki şarkı dinledikten sonra çıkmaya karar verdim. arkadaştan anahtarı ve bi paket sigarayı aldım, eve gidip uyuyacaktım. iki güne siktir olup gidiyordum zaten. bu kadar kaos yeterliydi. arkadaşım kısa bir yol tarif etmişti ama ben bildiğim uzun yoldan gittim. yön duygum biraz zayıftır. yani öyle kaybolan bir tip değilimdir ama kaybolmanın paniğini tattıktan sonra bulurum yolumu. yokuş aşağı iniyordum. cebimdeki 6 lira langır lungur sallanıyordu. kaldırıma çıkayım derken gerizekalı gibi ayağımı burktum. ayağım üstüne basılacak gibi değildi. döne döne en yakın kahveye girdim. standart bir kahveydi bura. babanızın falan gittiği kahvelerden işte. bir köşede altmışlı yaşlarda bi herif gazete okuyordu. gün geçmiş bitmişti ama adamın zamanı sınırlıydı, her şeyi doyasıya tekrardan yaşamalıydı. ondan okuyordu sanırım. masanın birine oturdum, çay istedim. çayımı içerken genç bir çocuk girdi kahveye. tedirgindi. terlemişti baya. böyle yerlerde bela beni bulurdu. herif geldi yanımdaki masaya oturdu. yaşı en fazla yirmiydi sanırım. çakmak istedi benden. çakmağı verdim, ceketinin kolundaki ipleri yakmaya başladı. “sigaran da var mı abi” diyerek sigara istedi benden. çıkardım verdim bir tane. kulağımın arkasındakini vermek istemedim. onu uyumadan önce içmeyi düşünüyordum. hemen anlatmaya başladı çocuk. bu herifler böyledirler. bir şeylerinizi paylaşırsanız, size paylaşacak tek şey olarak dertlerini sunarlar. ayağım biraz iyi olsun giderim diyordum. çocuğun muhabbeti sarmıyordu yani. daha doğrusu monologu. çocuk tek kelime konuşmama izin vermeden boyuna anlatıp duruyordu. babasıyla kavga etmiş. bıçak çekmiş babasına. annesini dövüyormuş orospu çocuğu. küçüklükten beri böyleymiş. “kızkardeşimle annemi evde bıraktım abi iki dakika arayayım telefonun varsa” dedi. ilk geldiğim gün sırtımda çantayı gören orospu çocuğu simitçi bana 20 liraya akbil satmaya kalkınca anlamıştım buranın oksijenini yakan insanlara güven olmayacağını. vermek istemedim. öte yandan çocuğa acıyordum. “versene sen bana numarayı” dedim. çocuğun verdiği numarayı aradım. hoparlörü açtım. ufak bi kız çocuğu çıktı telefona. “kim ooo, kim ooo” deyip duruyordu. bir gürültü patırtıdan sonra bir kadın sesi geldi. “kimsiniz” deyince oğlu konuşmaya başladı. babası evden çıkmış, çocuğa gel falan dedi annesi. çocuk da kalkıp toparlandı. ben de çocukla birlikte kalkayım dedim. eve gider uyurdum. hem saat de geç olmuştu. ayağım deli gibi zonkluyordu. keşke gözümü kapatıp açtığımda kendi evimde olabilseydim. evde mutsuzdum ama o mutsuzluktaki rahatlığı özlüyordum deli gibi.

yaklaşık otuz senedir insanları dinliyorum. iyi bir dinleyiciyimdir. birilerinin derdi vardır. herkesin derdi vardır. gelip bana anlatırlar. cevap vermesem bile anlatırlar. sanırım bu bir çeşit rahatlama. insanlar kendileri hakkında bir şeyler anlatmayı, kendileriyle ilgili bir şeyler duymayı çok severler. astroloji denen nane de buradan peydah oldu sanırım. bir zamanlar kendime mesih yakıştırması yapmamın sebebi de bu zaten. kendi sorunlarımı bile çözemezken başkalarının dertlerini çarmıh yapıp sırtımda taşıyorum. modern isayım diyorum kendime. arada böyle salakça benzetmeler yaparım. odanın tavanındaki şekilleri de insan yüzlerine benzetirim. insan yüzlerini ise başka şeylere benzetiyorum. değişik bir algı biçimi sanırım bu da. her şeye olduğu gibi buna da gülüp geçiyorum.

tophane’nin o meşhur yokuşunu, burkuk bileğim ve yanımda adını dahi bilmediğim 20li yaşlarda bir çocukla iniyordum. çok garip hissediyordum kendimi. bir yere gittiğinizde aslında orada olmadığınızı hissedersiniz ya, öyle işte. rüya gibi falan değil. sanki başkasının bedeninde kendi duyularınız ve bilincinizle yaşıyor gibi. çok garip yani. elimi gözlerime ağzıma falan götürdüm. iyice ağırlaşmıştım. çocuk anlatmaya devam ediyordu. sürekli onaylarcasına kafamı sallıyordum. daldan dala atlıyordu herif. şimdi de en sağlam esrarı nerede içtiğini falan anlatıyordu. benim o taraklarda bezim yok dedim. şaşırdı biraz. olsa içmez misin falan diyordu. bilmem dedim. çok garip geldi bu durum ona. faydalarını anlatmaya başladı. “tamamen bitkisel bu abi” dedi. yani bir şey bitkiselse sıkıntı yok. çok iyi ya. bitkiselse her türlü gidiyor yani. masanın bacağını suya batırıp yiyelim o zaman diye düşündüm. nasılsa bitkiseldi. insanların organik gıdaya olan yönelimi de buradan geldi herhalde. manavlarda falan hep öyleydi. bir elma ne kadar kararmış ve pörsümüş ise o kadar organik, o kadar sağlıklıydı. bir zamanlar burun kıvırdıkları şeyleri ilah yapıyorlardı insanlar. çocuklarına özellikle patatesin en içe göçüğünü falan yediriyorlardı. aklıma çok sağlam bir film senaryosu gelmişti çocuk ot muhabbetini devam ettirirken. ama topal bir ayak ve kulak arkası sigarayla film senaryosu düşünecek durumda değildim. her zaman yaptığım gibi erteledim bunu da.

yüz elli metre yürüdükten sonra olduğum yerde çakıldım. burkuk ayağım benimle gelmemekte kararlıydı. olduğu yere çivilenmişti. bir yere mi takıldı lan diye düşündüm. fazla umursamıyordum. bedenime yabancılaşmıştım çünkü. istanbul. sürekli akıp giden insan seli. deniz. çöp kokusu. vapur sesleri. her şeyi normalleştiren mahalle sakinleri. değişik erkekler. değişik kadınlar. değişik insanlar. bu duruma her şeyden çok gülen martılar. ben burada değildim zaten. bunu kafamda bitirmiştim. mandanın götünden düşen bok gibi bıraktım kendimi yere. çocuk telaşlandı. harbiden değişikti burası. adını bile bilmediğim bir herif benim için telaşlanıyordu. otur lan dedim ayağım düzelsin kalkarız. o da oturdu. ayağı nasıl burktum onu anlattım. “kırık değildir abi kırık olsa duramazsın acıdan” falan dedi. aklıma direk dayım geldi o böyle söyleyince. “benim kırık iki bilek de” dedi. ortaokul 3’te intihara kalkışmış. ama ölmemecesine. “ölmek için intihar etmedim, sadece atladım” dedi. ilginç bir durum. işler yolunda gitmiyor, sen de hayatını kapatıp açarsan belki düzelir diye düşünüyorsun. telefon, bilgisayar gibi. kapat-aç düzelir. düzelmiyor tabi. ben hiç intiharı düşünmedim. sebebim olmadığından ya da korktuğumdan değil. bilmiyorum, aklıma gelmedi.

zaten rulet gibi oynuyorum şu hayatı da. sınav kağıtlarını okumam gerekirken istanbul’daydım. ilk defa gördüğüm bir kızın peşinden gelmiştim buraya ve ilk defa tanıştığım adamın evinin anahtarını alarak, yine ilk defa tanıştığım başka bir adamla, ilk defa geldiğim bir caddede kaldırımda oturuyordum. çocuk “abi istersen koluna gireyim” falan dedi. vay orospu çocuğuna bak dedim içimden. sanki yarım saat önce babasına bıçak çeken başka, bu adam başkaydı. teklifini geri çevirip doğruldum. yirmi metre yürüdükten sonra çocuğa eyvallah ettim, gidiyorum diye. numarasını falan verdi. ama telefonu yokmuş, en kısa zamanda alacakmış. kesin satıp parasını bitkisel şeylere harcamıştır, eminim bundan. içeri girdiğimde ev karanlıktı ve ıslak gazete kokuyordu. tuvalete gidip işedim. elimi yüzümü yıkarken aynaya baktım. vay canına, ne kadar da çirkindim ulan. saçıma falan biraz su vurdum. bir boka benzemeyince bıraktım. içeri geçip biraz televizyon izledim. belgeselde, bizonlar aslan yavrusunu sakat bırakıyordu. aslan yavrusu henüz iki aylıktı ve yarım tonluk bu mahlukat, aslan yavrusunun omurgalarına tos vurarak hayvanın belden aşağısını sakatlamıştı. sadece kendine tehdit olarak gördüğü için yapmıştı bunu. doğanın adaleti bu işte. aklıma yarım saat önce ayağımı burktuğum geldi. istanbul da beni potansiyel bir tehlike olarak görmüş ve ayağımı sakatlamıştı. kendimi aslan yavrusu gibi mağrur hissettim. dışarı çıkıp o aslan yavrusunun sürüsüne katıldığı gibi kalabalığa karışmak ve vazgeçmediğimi göstermek istiyordum. ayağa kalkıp doğrulduğumda acıyla olduğum yere mıhlandım. aslanlığım da bu kadardı benim. köpek gibi sürünerek yatağımı buldum. kulağımın arkasına taktığım sigarayı yaktıktan sonra günün muhasebesini yaptım. kafam almıyordu hiç. intihar eden herifi falan düşündüm. ölüm düşüncesi geldi aklıma. çocuğun numarasını aceleyle sildim telefonumdan.

iliklerime kadar betonarme bir insanım ben. kapalı yerlerde yaşamayı severim genellikle. iki metrekare mezarda da pek bir sıkıntı çekmem herhalde. istanbul gibi dar olmadıktan sonra sıkıntı yok.

--

--

Civanperçemi
Yeni Şükran Oteli

çocukken zamanı durdurup sınıfta sevdiğim kızı öpmek istiyordum. zamanı durdurabileceğime olan inancım, kendimi sevdirebileceğime olan inancımdan daha fazlaydı.